t.dince®

24 Ocak 2010 Pazar

UĞUR MUMCU'NUN ÖLÜMÜNE SEBEB 7 OCAK 1993 TARİHLİ CUMHURİYET GAZETESİNDEKİ YAZISI


MOSSAD ve Barzani

Ortadoğu’nun karanlık bir kuyu olduğu her gün biraz daha anlaşılıyor.
Kanıtlanan son ilişki MOSSAD-Barzani ilişkisidir.
MOSSAD, İsrail’in gizli istihbarat örgütüdür.
Bu örgütün, Kürt lideri Molla Mustafa Barzani ile ilişkileri olduğu söylense daha önce kim inanırdı?

Barzani’nin CIA ile ilişkisi artık belgelendi.
Kimse bu ilişkiye, “Hayır olmadı” diyemiyor.
CIA-Barzani ilişkileri biliniyordu da MOSSAD-Barzani ilişkileri bilinmiyordu.
MOSSAD’ın Barzani ile ilişkileri Londra ve Sydney’de yayınlanan “Israel’s Secret Wars-A History of Israel’s Intelligence Services” adlı kitapta sergileniyor.
Kitap, İngiliz The Guardian gazetesinde 1984 yılından bu yana Tel-Aviv muhabirliğini yapan Ian Black ve Washington’daki Brooking Enstitüsü‘nde çalışan öğretim üyesi Benny Morris tarafından yazılmış.
Kitapta MOSSAD-Barzani ilişkileri, İsrail Dışişleri Bakanlığı ve MOSSAD yazışmalarına dayanılarak açıklanıyor.
Önsözde, kitabın yayından önce İsrail ordu yetkilileri tarafından da incelendiği yazılıyor.

* * *

Kitapta 1967 Arap-İsrail Savaşı’ndan sonra, MOSSAD’ın Kürtlerle ilişki kurduğu (sh.327), Mısırlı ünlü gazeteci Hasan el-Heykel’in İsrailli subayların Kürtler aracılığıyla Irak’tan radyo bağlantıları kurduğunu 1971 yılında açıkladığı anlatılıyor.

1969 yılı Mart ayında Kerkük petrollerine yapılan saldırının da İsrail tarafından yapıldığı açıklanıyor. 1972 yılında imzalanan Sovyet-Irak Dostluk Antlaşması’ndan sonra İran Şahı ABD Başkanı Nixon ile gizli görüşme yapıyor; bu gizli görüşmeden sonra CIA tarafından “Kürdistan Demokratik Partisi”ne üç yıl içinde 24 milyon dolar gönderiliyor.

Barzani’nin Irak rejimine karşı ayaklandığı yıllarda, ABD-İsrail-İran üçlüsü bu ayaklanmayı destekliyor. Barzani-ABD ilişkileri, ABD Dışişleri eski bakanı Henry Kissinger eliyle yürütülüyor.

MOSSAD-Barzani ilişkileri de İsrail’in Tahran’daki askeri ateşesi Yaakov Nimrodi (MOSSAD Ajanı) aracılığı ile gerçekleşiyor.

Nimrodi’nin üstlendiği görev ilginç:
Nimrodi Sovyet silahlarının Barzani’nin eline geçmesinde rol oynuyor. (sh. 328-329)
Kitapta, MOSSAD’dan Kürtler’e 50 milyon dolar para verildiği, ABD kaynaklarına dayanarak açıklanıyor. (sh.328)

* * *

70’li yıllardaki bu ilişkiler bugün sürüyor mu?
Kitaba göre sürüyor.
“Körfez Savaşı” sırasında Irak’ın attığı Scud füzelerinin Tel-Aviv’e düşmesi üzerine bu ilişkiler yeniden başladı. (sh.521)
Baba Molla Mustafa Barzani ile kurulan ilişkiler, şimdi de oğul Mesud Barzani ile sürüyor.
MOSSAD, Barzani’ye Avrupa kahvelerinde çekler vererek bu desteği sürdürüyor.
Kitapta, Mesud Barzani’nin İsrail’e gizlice giderek yardım istediği yazılıyor.
Bu ilişkiler sürüyor ve anlaşılıyor ki daha da sürecek...
Gizli yollarla sürecek, açık yollarla sürecek...
İlgi belli...
İlişki de belli...
Kürtler sömürgeciliğe karşı bağımsızlık savaşı yapıyorlarsa ne işi var CIA ve MOSSAD’ın Kürtler arasında?
Yoksa CIA ve MOSSAD, antiemperyalist savaş veriyorlar da dünya bu savaşın farkında değil mi?

Uğur MUMCU, ( Cumhuriyet, 7 Ocak 1993)

YERLİ TOHUMLARIMIZ KANUNLA YABANCILARIN ELİNE GEÇECEK

Nasıl mı?


Gözlem Gazetesinden Serkan Aksüyek'in Ziraat Mühendisleri Odası İzmir Şubesi Başkanı ve Ege Üniversitesi Ziraat Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Kamil Okyay Sındır'ın görüşlerini de aldığı haberi şöyle:

Türk çiftçisine tohumda kurulan tuzak sadece Tohumculuk Kanunu ile sınırlı değil. 3 binden fazla "endemik/ kendine has" bitki türünü barındıran Anadolu toprakları 2004'te yasalaşan "Islahçı Hakları Kanunu" ile birlikte, devlet eliyle, uluslararası tohumculuk şirketlerinin pazarı olacak. Kilerine tohumluk ayıran çiftçi Hasan Ağa, 2011'den itibaren bunu pazarda satamayacak. Aksi halde başı uluslararası tohumculuk şirketleri ile belaya girecek.

Tohumculuk Kanunu, kabul edildiği 2006 yılında pek çok tartışmanın odağındaydı. Karşı çıkışların temelini, ağırlıklı olarak özel sektör kuruluşlarından oluşan "Türkiye Tohumcular Birliği" oluşturuyordu. Oysa, bu kanunu tek başına ele alıp eleştirmek, yine tohumculuk şirketlerinin ekmeğine yağ sürüyordu. Türkiye'nin tohumculukta adeta teslim alınmasını amaçlayan süreç 8.1.2004 tarihinde yasalaşan 5042 sayılı Islahçı Haklarının Korunması Kanunu ile başladı.
Birbirini tamamlayan bu iki kanun, önce tohum ıslahı yapan şirketlerin haklarını düzenledi, daha sonra devlet eliyle ıslahçı şirketlere pazar yaratılmasının güvencesini sağladı.
5 yıllık geçiş süresinin sonunda Türk halkı ve Türk çiftçisi bu gerçeği çok daha acı deneyimlerle yaşayacak.

Şimdi sondan başa gederek Türk halkının nasıl bir kumpas içine sokulduğunu aktaralım.

Kayıt zorunluluğu
31.10.2006 tarihli Resmi Gazete'de yayınlanan 5553 sayılı "Tohumculuk Kanunu"nun 5. maddesinde "Bakanlık tarafından, bitkisel ve tarımsal özellikleri belirlenerek sadece kayıt altına alınan çeşitlere ait tohumlukların üretimine izin verilir" deniyor.
Aynı yasanın 7. maddesinde ise, "Yurtiçinde sadece kayıt altına alınmış çeşitlere ait tohumlukların ticaretine izin verilir" hükmü ile kayıt altına alınmamış, ama çiftçinin yüzlerce yıldır ürettiği ve ticaretini yaptığı tohumların ticaretine kesin bir engel konuyor.

Peki, bu sınırlama ne zamandan itibaren geçerli?
Yasanın geçici 1.. maddesinde bu sınırlamaya ilişkin 5 yıllık bir geçiş süreci öngörülmüş.
Bu durumda, 31.10.2011 tarihinden itibaren, hemen her çiftçinin yüzyıllardır ürettiği ve kilerinde gelecek dönemi için sakladığı tohumluklar, şayet kayıt altına alınmamışsa ticarete konu olamayacak.
Yani, elinde fazla tohumu olan çiftçi Hasan Ağa bu tohumunu komşusuna veya pazarda ihtiyacı olan diğer çiftçilere satamayacak.

Ya satarsa ne olacak?
Aynı yasanın 12. maddesine göre ilk etapta 10 bin YTL (10 milyar TL) idare para cezasına çarptırılacak. Fiilin tekrarı halinde beş yıl süreyle faaliyetten men edilecek, tohumluklara Bakanlık tarafından el konulacak. Müsadere edilen tohumlukların imha edilmesine karar verildiği takdirde, imha masrafları çiftçi tarafından ödenmek şartıyla Bakanlık tarafından gerçekleştirilecek.
Zaten yokluklar içinde yaşamını sürdüren çiftçi, borcunu ödeyemezse haciz işlemi uygulanacak, yine ödememekte direnirse mapushane damını görecek.
O "birisi" kim?
Atadan, deden, babadan kalma yöntemlerle üretilen tohum, kayıt altına alınmamışsa ticareti yapılamayacağı gibi, tohumluk olarak kullanımına da izin verilmeyecek. Çiftçinin bu ihtiyacını, üreten birisinden satın alması gerekecek. İşte bütün mesele o "birisi"nin kim olacağı noktasında düğümleniyor.

Haberimizi buraya kadar okuyanların "İyi de kardeşim ne var bunda, çiftçi gitsin tohumunu tescil ettirsin, ticaretini de yapsın" dediklerini duyar gibiyiz.
İş bununla bitmiyor…

Tohumculuk Kanunu'nun altyapısını oluşturan bir başka kanun, adeta bu iş için özel olarak hazırlanmış…
8.1.2004 tarihinde Resmi Gazete'de yayınlanarak yürürlüğe giren 5042 sayılı "Yeni Bitki Çeşitlerine Ait Islahatçı Haklarının Korunmasına İlişkin Kanun" işte tam bu aşamada devreye giriyor.
Türkiye'de tohum ıslahı yapan şirketlerin yaklaşık yüzde 90'ı uluslararası şirketler. Dünya tohumculuğunu 6 büyük tekel elinde bulunduruyor. Bunlar Novartis, Monsanto, Cargill, Dupont, ADN ve Bayer. Bu firmaların Türkiye'deki tohumculuk firmalarıyla hisse bazında ya da bayilik yoluyla kurdukları ortaklıkları bulunuyor.

5042 sayılı yasaya göre bu firmalar Türk çiftçisinin tohumlarını alıp, patent ve fikri mülkiyet haklarına sahip olacaklar.. Şirketlerin hakları ise yine bu yasayla güvence altına alınmış olacak.
Yani, önce Tohumculuk Yasası ile çiftçiye "Arkadaş sin bu tohumluğunu kullanamazsın" denecek, sonra da o tohumları tescil ettiren şirketlere "devlet eliyle" pazar yaratılacak.
Şaka gibi değil mi?

Türkiye'nin bugün özellikle sebze tohumlarında yüzde 90 oranında yabancı şirketlere bağımlı olduğunu da anımsatmak gerekiyor.

Hakem Heyeti ne iş yapacak?
Bu noktada sorunun bir başka muhatabı ise Tohumculuk Kanunu ile kurulma kararı verilen Türkiye Tohumcular Birliği olacak. Yasanın 16. maddesinde birliğin kuruluş çalışmalarına ilişkin kapsamlı hükümler yer alıyor. Birlik; bitki ıslahçıları, tohum sanayicileri ve üreticileri, fide üreticileri, fidan üreticileri, tohum yetiştiricileri gibi pek çok alt birliğin çatı kuruluşu olarak örgütleniyor.
Buraya kadar da her şey normal görünüyor.
Sorun, birliğin bünyesinde kuruluş şeması verilen Hakem Kurulu ile ilgili… Alt birliklerin kendi üyeleri arasından iki yıl için seçecekleri, konunun uzmanı kişiler tarafından kurulan Hakem Heyeti'nin görevleri arasında "yargılama" anlamına da gelecek "örtülü ve içi doldurulmamış" cümleler bulunuyor. İşte görev tanımından iki dikkat çeken örnek (Madde 33):

Birlik ve alt birlikler, alt birlikler ve üyeleri ile alt birlik üyeleri ve üçüncü kişiler arasında ortaya çıkacak ihtilafları uzlaşma, arabuluculuk ve hakemlik yoluyla çözmek.. 

Birliğin uluslar arası uzlaşma, arabuluculuk ve hakemlikle ilgili yükümlülükleri çerçevesindeki görevlerini yürütmek.

Birliğin üyeleri arasında ağırlığı ise yabancı şirketler oluşturacak.
Kısacası Türkiye, başka devletlerin "uzay araştırmaları ile bir tutma" derecesinde önem verdiği bu sektörü, yabancı şirketlerin ağırlığındaki "Tohumcular Birliği"nin insafına ve tasarrufuna teslim etmiş durumda.


VE İŞTE GÖRÜNMEYEN KONUŞULMAYAN TEHLİKE: UPOV

Türkiye'nin tohumculukta sıkıştırıldığı kumpas, sadece Tohumculuk Yasası ve Islahatçı Haklarının Korunması Yasası ile sınırlı değil. Kısa adı UPOV olan "Uluslararası Yeni Çeşitleri Koruma Birliği'ne (International Union for the Protection of New Varieties) 18 Kasım 2007'de 65. ülke olarak üye olan Türkiye, bu sözleşme hükümleri uyarınca zengin biyoçeşitliliğini yitirme teplikesi ile karşı karşıya kalacak. Başbakanlığın resmi web sayfasında UPOV'a Türkiye'nin yaptığı başvurunun gerekçesinde "Bitki ıslahçılarının haklarını koruma altına alarak Türkiye'nin yeni tohum geliştirmek için yatırımları çekeceği" belirtiliyor.

Buna acaba, "sanılıyor" desek daha mı doğru?
Bakalım gerçek söylendiği gibi mi?
UPOV'un Uluslararası Patent Birliği'nin tohumculuk sektöründeki karşılığı olduğuna dikkat çeken Ziraat Mühendisleri Odası İzmir Şubesi Başkanı ve Ege Üniversitesi Ziraat Fakültesi Öğretim Üyesi
Prof. Dr. Kamil Okyay Sındır, bu noktada insanın kanını donduran açıklamalar yapıyor. İki yasal düzenleme sonunda UPOV'a üye olarak yabancı şirketlerin Türkiye'yi tamamıyla ele geçirmesinin kapısını açtığı savunan Prof. Sındır şunları söylüyor:

"İşin özü şu: Mesela Anadolu'da pek çok buğday çeşidimiz var. İç Anadolu'ya, Ege'ye, Karadeniz'e, Çukurova'ya özgü iklim şartlarına göre farklılık gösteriyor. Bunlar on binlerce yıldır bölgesel ve ekolojik farklılıklar nedeniyle çeşitlenmiş. UPOV üyeliği ile uluslararası tohum şirketlerinin hakları yasal koruma altına alınacak; tohumluk üretimi, satışı ve dağıtımı da korunacak. Çiftçiye "sen kendi tohumunu yapamazsın" denilecek. Öncelikle zengin biyoçeşitlilik yok olacak. Zararlılara, hastalıklara karşı dayanıklı olan çeşitleri üretemez olunca, bu şirketlerin tohumlarını satın almak zorunda kalacak. Dayatılan bu tohumlar, büyük olasılıkla o yörenin ekolojisine uyum sağlamayacak. Dayanımı artırmak için bu kez ilaç ve gübreye ihtiyaç duyulacak. Ekolojiye uygun olmadığı için verim ve ürün kayıpları yaşanacak."

Prof. Dr. Kamil Okyay Sındır, Türkiye'de basın organlarının sadece Tohum Yasası'nı eleştirme yanlışına düştüğünü, olayın bütünün görmeden yapılacak yorumların yine yabancı tohum şirketlerine yarayacağını belirtti. Türkiye'nin yerel tohum şirketlerini koruma altına almadan ve genetik kodlarını tescillemeden UPOV'a üye olmasının büyük bir hata olduğunu söyleyen Sındır, kendisinin bir akademisyen olarak tohuma patent alınmasına karşı olduğunu söyledi:
"Bir canlı organizma üzerinde fikri mülkiyet hakkı olamaz. Yani sizin bir Alman kurdunuz var, doğum yapıyor. Ben bunu tescilledim, artık her Alman kurdu sahibi doğum yaptırırken bana soracak diyorsunuz.. Doğanın mülkiyeti bu, senin şahsi mülkiyetin olamaz. Ben kuraklığa dayanıklı bir çeşit geliştiririm. Yeni ıslah çalışmaları elbette yapabilirim. Ve çiftçiye "Bu güzel bir tohumdur, şöyle kalitelidir, besin değeri şöyle yüksektir, fiyatı şudur" derim. Çiftçi Hasan Ağa bunu ister alır, ister almaz. Ama, al bunu kullanmak zorundasın diyemem. Çiftçinin ürettiği tohumun üzerine gidip "ben bunu ıslah ettim, genetik kodu artık benimdir, bunu kullanacaksın diyemezsiniz. "
Sındır, Uluslararası Gıda Örgütü'nün (FAO) resmi kayıtlarına göre 1970'ten sonra biyoçeşitlilikte yüzde 75'lik kayıp yaşanmasının, söylediklerinin kanıtı olduğuna dikkat çekti.
UPOV ÜYELİĞİ SONRASINDA NELER YAŞAYACAĞIZ?
UPOV üyeliği ile Türkiye'nin genetik çeşitliliği yağmalanacak, yerel çeşitler hızla yok olma sürecine girecek.

Tarım ilacı ve gübre kullanımına dayalı bir tarım sistemi olan endüstriyel tarım yaygınlaşacak. Bu durum toprakların, suların, ürünlerin kirlenmesi sonucunu doğuracak. Küresel ısınmayı hızlandıracak.
Köylüler tohumlara daha yüksek fiyat ödeyecek.

Taşımaya daha elverişli tatsız ve besin değeri düşük sebze, meyveler yüzünden hipermarket zincirlerinin ürün üzerindeki hâkimiyetleri artacak. Ürün çiftçinin elinden daha ucuza alınacak.
Bütün bu gelişmeler köylünün yoksullaşması ve kırlardan göç ederek kentlere yığılmasını hızlandıracak.

Lezzetsiz ve besin değeri düşük ürünleri tüketecek olan tüketicilerin sağlıkları bozulmaya devam edecek.


TEKELLERİ KORUYAN YASA JET HIZINDA ÇİFTÇİYİ KORUYAN SUMEN ALTINDA

Tohumculuk sektörünü uluslararası tekellerin eline bırakacak yasal altyapı, maşallah dedirtecek hızda ve içerikte Meclis'ten geçirilirken, Türkiye'nin asıl zengin bitki çeşitliliğini koruması gereken yasal altyapı, yani "Biyogüvenlik Yasası" yıllardır Meclis gündemine gelmeyi bekliyor.
Bugün tüm Avrupa'da yaklaşık 11 bin 500 bitki türü bulunuyor. Oysa sadece Anadolu coğrafyasında 11 bin bitki türü yer alıyor ve bunun da yaklaşık 3000-3500'ünü endemik, yani anavatanı Anadolu olan ve buradan başka bir yerde görülmeyen türler teşkil ediyor.
İşte bu zenginliğin, gelişmiş tüm ülkelerde olduğu gibi koruma altına alınması ancak Biyogüvenlik Yasası ile mümkün. Ziraat Mühendisleri Odası (ZMO) İzmir Şubesi Başkanı Kamil Okyay Sındır,

Türkiye'de bitki genlerinin korunmasını yasal şartlara bağlayacak olan yasanın 4 yıldır tasarı halinde bekletildiğini anımsatarak şunları söyledi: "Tohumculuk Kanunu'nun AB Uyum Paketi içinde yer aldığı ve öncelikle çıkartılması gereken yasalardan biri olduğu söylendiyse de, AB ile yapılan müzakerelerin hiçbirinde böylesi bir yasanın çıkarılması yönünde talep yoktu. Sektörün tek egemen kesimi olan uluslararası şirketler, bu topraklarda yüzyıllardır, doğanın ve insan emeğinin oluşturduğu tohumları patentlemeye çalışıyorlar."

Türk çiftçisinin binlerce yıldan gelen bilgi birikimiyle ıslah ettikleri tohumlukların üzerindeki haklarını kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya olduğunu savunan Sındır, böylelikle temel üretim girdilerini her yıl bir önceki yıldan daha zor temin etmeye başlayacakları uyarısını yaptı.

AKP’NİN 2010 TÜRKİYE TABLOSU HEMDE BAŞBAKANLIĞA BAĞLI TÜRKİYE İSTATİSTİK KURUMU VERİLERİ..

Aşşağıdaki rakamlar, Devletin Kurumlarının yani Hazinenin, TUİK’in, Merkez Bankasının ve Ticaret Odalarının rakamlarıdır. Doğru rakamlardır, herkesin ulaşabileceği rakamlardır..






 
2010 Yılı Bütçe Harcamaları—–286,9 Milyar TL.
2010 Yılı Bütçe Gelirleri——236,7 Milyar TL.
2010 Yılı Öngörülen Açık——– 50,2 Milyar TL.
2010 Yılı Ödenecek Faiz Tutarı—-58,8 Milyar TL.
2010 Yılı Öngörülen Dış Ticaret Açığı—– 45,5 Milyar Dolar.
2010 Yılında 13 Milyon Çalışandan Alınacak Vergi—42,9 Milyar TL.
2010 Yılında Alınacak Kurumlar Vergisi——20,0 Milyar TL.
2010 Yılında KDV Artış Oranı—-% 19
2010 Yılında ÖTV Artış Oranı– % 31,6
2010 Yılında Bütçe Gelirlerindeki Artış Oranı– % 18,2
KOBİ Destekleme ve Geliştirme İdaresine Verilecek para– 360 Milyon TL.
GAP İçin Ayrılan Para——————-59 Milyon TL.
DİYANET İŞLERİ İçin Ayrılan Para- 2,6 MİLYAR TL.
2009 Yılı Toplam Borcumuz(Kamu+Merkez Bankası+Özel-460,1 MİLYAR DOLAR
2010 Yılı ASGARİ ÜCRET(NET) ————-521,89 TL
2010 Yılı Yaklaşık 9 Milyon Emekli Ortalama Aylığı—-660,00 TL
2010 Yılı İŞSİZ SAYISI(Resmi sayı+iş aramaktan vazgeçenler)—5 Milyon 368 bin kişi.
2010 Yılı Ödenmeyen Kredi Kartı ve Tüketici Kartı Sayısı—2 Milyon 100 bin.
2009 Yılı Karşılıksız Çek Sayısı—-1 Milyon 815 bin 776 adet
2009 Yılı Protestolu Senet Sayısı—–1 Milyon 718 bin 616 adet

FAZIL SAY DAN MEKTUP VAR

RESİTAL …
Sabah kalkarsın
Hava Alanı'na gidersin
"Check-in" ve "Pasaport Kontrolü"nden geçip,
telaşlı bir  "airport-cafe" de hızlı bir kahve içersin Uçağa binersin

Bir kaç saat sonra indiğinde başka dilin konuşulduğu bir ülkede,
başka bir iklimde, yine pasaport kontrolünden geçersin.
Bavulunu beklersin
Sonra arabayla otele geçersin
Öğlen yemeğini yalnız yer, bir iki saat kafa dinlersin

Akşamüstü 5 gibi Konser Salonuna geçersin
Hiç bilmediğin bir piyanoya 1-2 saat içinde alışmaya
çalışırsın
Orada iki insan vardır
Akortçu ve ışıkçı..
Tanımadığın adamlardır
Onlarla genelde, "merhaba nasılsınız?" gibisinden 5-6 kelime konuşulur

Bu zaten o gün konuşulan ilk kelimelerdir

Saat 7 ile 8 arası kulis odasında meditatif bir "içine dalma"ya geçersin,  konsantre olmaya...
Saat tam 8 de (daha doğrusu o hep sekizi üç geçedir, beş geçedir) sen karanlık "backstage" de hazırsındır.

Salonda da seni dinleyecek olan 2500 kişi sessiz ve hazırdır. 
Işıklar kısıldığında,
Yürümeye başlarsın, piyanoya doğru.
O konser senin, sana vereceğin bir konserdir, bir iç
hesaplaşmadır, yapmak istediklerin, yapabileceklerin,
o gün o şartlarda yapabileceğin şeylerdir.
Uzun ve saygıyla selam verirken,
son 7 yıldır kendine seslendiğin gibi, bir dua okur gibi
seslenirsin "konser saygını" kendine;

Saygıyla eğil.
Uzun uzun, saygıyla...
Sevgiyle...
içtenlikle...
Bu güzel insanlara iç sesini sunmaya geldin.
Onlar da dinlemeye geldi..
İçine çek onları.. En derininden hissedecek kadar
içine çek.
İyiyi hisset..

Ve...
Başlar konser

Çalan sensin, dinleyen sensin, değerlen diren sensin, eleştiren sensindir

Müzik her şeydir
İnsan da ilhamdır!

Orda ön sırada oturan 7 yaşındaki papyonlu bir oğlan çocuğu, seni ateşlemiştir
Müzik ona hitap etmelidir, o eğlenmelidir o sırada çalan Mozart ile,
o velet anlamalıdır müziğin dilini,
Evrendeki tek ortak dili.
Haz duymalıdır,
dikkatini çekmelisindir onun,
anlaması, haz duyabilmesi için.

Yahut, yukarı balkonda oturan genç kadın...

Ya da 4.sırada dikkatle dinleyen o yaşlı dede...
Kim bilir ne anılara dalmaktadır hayatının bu son yıllarında Mozart'ın seslerini dinlerken?..
1942deki ilk aşk?
1955de Annesini yitirişi?
1963 deki düğünü?
 Bir tatil kasabasında başka bir kadına platonik bir biçimde aşık olması?
1996da eşini kaybetmesi?

O anılara sen de katılmalısındır, Mozart eşliğinde...
Ludwig van Beethoven'dan "yaşam mücadelesi" dolu bir sonat gelir ardından belki...

Belki o gün Prokofief'in "savaş sonatı" vardır programda,
Ve sen, ne yapıp edip 2. Dünya Savaşı trajedisine dalmalısındır o müzik eşliğinde..
Ya da Liszt'in Si minör sonatı vardır programda;
Faust ile Mephistopheles arasında...
önünde koca bir Orkestra,
gerçek piyanonun çok ötesinde, bir Wagner Operası hayal alemine dalmalısındır.. 

İnsan içini dinlemelidir, her ne çalarsa çalsın.
İç zengindir...
Trombonların öfkeli emirleri, 
trompetlerin dramatik sinyalleri,
geniş bir yaylı sazlar topluluğun sessiz ve hazin tınısı kaplar ortalığı...

Hepsi tek gerçektir, piyano sesinin yok olduğu bu orkestrada.. .

Kendi memleketinden bir tutam toprak gibi gelir "Aşık Veysel anısına Kara toprak" o konserin sonlarında..
Bir "nostalji" gibidir o.
Neredeysen o an, "ses yollamacadır" Anadolu’ya.. Uzaklardan. ..

Konser bitiminde (güzelse her şey) uzun uzun ayakta alkışlanılırsın...
O anlar artık daha çok kendinle konuştuğun anlardır.
"Bu seyirciye şöyle bir bis parçası çalarsam hoşlanacaklar herhalde" gib i bir neşe sarar.
Aklından geçirirsin "ne çalsam iyi gider?" diye....

Bir egodur o, bir zafer sarhoşluğudur.
"Hak edilmemiş" değildir ama...
Yürüyüşler selam verişler daha bir enerji doludur, daha bir atiktir.
Kazanılmış olan motivasyonun etkisiyle, çalış da daha özgürdür artık bu konserin sonlarında...

Konserden sonra CD imzalarsın tebrikleri kabul edersin.
Ve hemen ardından sen ve 2500 kişiden arda kalan yine salt sensindir, yalnızlığındır.

 O akşam ağzından çıkmış olan kelime sayısı 20-30 olmuştur belki; 
danke, thanks, merci, grazie, arigato, sağolun, vs...
Bir dilde teşekkür etmişsindir kutlayanlara, tek kelime ile...

Ertesi sabah bu konser ile ilgili çıkan övgü dolu yazıların çıktığı gazetelerin ,
henüz bayilere ulaşmadığı bir tan vakti, sen yine havaalanındası ndır.

2500 insanın her biri geride kalmıştır.
Onların dostlarına anlattıklarıyla, vesairesiyle; her şey sensiz gelişecektir.
Sen o şehirdeki bir cafe'de b ir bar'da oturup o insanların hiç biriyle tanışamayacaksındır. .

Çaldığın konserini tartışamayacaksındır.
Sen havaalanında o sırada soğuk su ile traş oluyorsundur, saçını tarıyorsundur.
Ve şunun çok benzeri bir başka gün seni beklemektedir.
Metin Altıok'un Bingöl'deyken yazdığı serzeniş şiiri gibi;

Ay dokundu omzuma irkildim
Göğün puslu balkonunda
Birdenbire insanları özledim.

Ve 20-25 gün sonra...
Bir gece karanlığında ayrılmış olduğun evine geri döndüğünde (100.000 insana müzik dinletmiş olarak)...

İçin yorgundur ama mutludur aslında... 
100.000 insanın hiçbirinin adını bilmiyorsundur ama o enerjiyi biliyorsundur..
Evrene insanların yaydığı iyi olan enerjiyi...
Evde geri kalan; kızın ve sensindir tek ge rçek olan geri kalan...
Ve en yakınlarındır, dostlarındır.. .

Fazıl SAY

Marjinal yazarlar...
Siz kazandınız
Lütfen siz kazanın.
Lütfen benimle uğraşmayın.
Ve ebediyyen siz kazanın...

Tamam, ben giderim uzak bir yere (gözden uzak)
 (uzaya gidemem kızımdan da ayrılamam ama siz beni görmezsiniz merak etmeyin) giderim..

 Ben son 6 yıl içinde;
• 2 büyük oratoryo
• 2 büyük senfonik eser
• 1 keman konçertosu
• 2 piyano konçertosu
• 5 solo piyano eseri
• 1 bale müziği
• 2 Bach uyarlaması
• 4 film müziği
• 1 tiyatro müziği
 bestelemiş olsam da, HİÇ MÜHİM DEĞİL SİZİN İÇİN

Bu son 6 yılda;
dünya üzeri 42 memlekette 326 şehirde konserler verdim.
Yaklaşık 700 konser.
HİÇ MÜHİM DEĞİL SİZİN İÇİN

Bu 6 yılda;
• 10 CD
• 2 DVD
• 12 NOTA
piyasaya sunduk.
 HİÇ MÜHİM DEĞİL SİZİN İÇİN
Anlıyorum, yaptıklarım mühim değil.
Hiç bir zaman "her görüşüme katılmalısınız" demedim. Tartışmaya hep açıktım.
Hiç bir zaman hemfikir olmadığım insanlara saygısızlık yapmayı düşünmedim.
Ama siz yaptınız. Adil değildiniz.
Bir fikirde ayrı düşünüyorduk siz kökünü kazımaya kalktınız her seferinde.

Ama hiç bir zaman kendi içsesimden vazgeçmedim. Doğru bulduğum doğrumdu, yanlış bulduğum yanlıştı.
Yanlışı ben yaptıysam da hatamı anladığım gün düzelttim.

Anladık, değersiziz. Sizin değer anlayışınızı anlamadım ama, ben değersizim o anlayışa göre, onu anladım.
...
İmkanı yoktur bazı kusurlarımı affetmenizin.
Affedicilik de değil, "kabul" etmenizin, "lütfetmenizin" imkanı yoktur...
Zamanında hatalarım olmuş onları düzelttiysem, bu da doğru değildir sizce...

İmkanı yoktur..

Falanca arabeskçiyi kültürlü olarak görmüyorumdur, asla affetmezsiniz.
Aziz Nesin haklıdır derim, bütün hayatıma sataşırsınız.
Gençleri klasik müzikle tanıştırmak için Mercan Dede ile beraber konser veririm, "hayatı boyunca popülist" dersiniz.
"Din sömürüsü aldı başını gitti" derim,  ölüm fermanımı vermediğiniz kalır.
Konuşmayız, "Konuşmaz o korkak" dersiniz.
Konuşuruz, "Konuşmak senin ne haddine, işine bak sen" dersiniz.
Beethoven ,deriz, "Git Beethoven'ın ülkesinde yaşa" dersiniz.
Git...
Popülist...
Korkak...
Ne haddine...
Git...
Hep bunlar...
Hiç bir yolu yoktur...
Sizler facebook da 130 grup kurdunuz (fazıl say gitsin vsdiye).
Ekşi-sözlükte yazılar yazdınız
Google'ı doldurdunuz
Yahoo'da gruplaştınız, gazete haberlerinin altına yorumlar yazdınız.
Almanya'da yılın müzisyeni seçildiğimin haberinin altına bile döşendiniz hakaretlerinizle. ..

Her yerde sizler varsınız.
Ve sizler ne yaptınız hayatta,
bilmiyorum, sormuyorum, düşünmüyorum, nefret etmiyorum,
saygısızlık yapmıyorum.
Ama siz bana yaptınız...
Siz yarattınız bana en ağır haksızlıkları yapan bir kültür bakanını,
Siz yarattınız, siz cesaretlendirdiniz marjinal köşe yazarlarını,
Siz pislik attınız, çamur attınız,
Hepsini siz yaptınız...

İçinizde mesleki kıskananlar da oldu,
Aranızda piyano çalanlar da oldu,
Çalmayanlar da...

Faşoları...
Dincileri...
Marjinalleri. ..
2.cumhuriyetçileri...
Avanak liberalleri...
Ben hiç birinize tek bir kelime kötü bir şey söylememişken...
Hepsini siz yaptınız...
Artık kazanın...

Siz kazanınız..
Kazanınız ve bitsin..
Yeter ...

İnsan çocukluğuna dönmek istiyor yaylım ateşi sırasında.

Benim gerçek dostlarım bu yazıyı niye yazdığımı kimlere yazdığımı anlamıştır

DÜNYA BUZUL ÇAĞININ EŞİĞİNDE!!


İklim bilimi alanındaki büyük
ve ilgi uyandıran kanıtlara göre, Dünya şimdi bir diğer Buzul Çağı’nın
girişinin eşiğindedir. Uzun vadeli iklim değişimi
bilgi temelimizi sağlayan birçok veri kaynakları, sıcak, on iki bin yıl
uzunluğundaki Holocene (şu andaki jeolojik çağ) periyodunun yakın zamanda
sona ereceğini ve sonra dünyanın sonraki 100 bin
yılda Buzul Çağı koşullarına geri döneceğini belirtiyor.



Buzulların merkez
çekirdekleri, okyanus sediment çekirdekleri, jeolojik kayıt ve kadim bitki
ve hayvan nüfusu araştırmaları, hepsi her biri yaklaşık 100,000 yıl süren
Buzul Çağı maksimumlarını n düzenli döngüsel modelini gösteriyor, buzul
çağları arasında her biri yaklaşık 12,000 yıl süren sıcak bir periyot
oluyor.

Çeşitli kaynaklardan toplanan
uzun – vadeli iklim verilerini çoğu da bir arada Milankovich döngüleri
olarak bilinen üç astronomik döngüyle kuvvetli bir korelasyon gösteriyor. Üç
Milankovich döngüsü 41,000 yıllık döngüde dünyanın yana yatmasını kapsıyor;
100,000 yıllık periyotta değişen dünyanın yörüngesinin şekli; ve 26,000
yıllık periyotta dünyanın ekseninin yönünü kademeli olarak döndüren,
dünyanın yalpalaması olarak da bilinen Ekinoksların Presesyonu.

Milankovich’in teorisine göre,
bu üç astronomik döngünün her biri dünyaya erişen güneş radyasyonunun
miktarını etkiliyor, soğuk Buzul Çağı maksimumları ve sıcak periyotlar
döngüsü üretmek üzere birlikte hareket ediyorlar.




Buzul çağı neden sonuç
ilişkisinin astronomik teorisinin unsurları ilk kez 1842’de Fransız
matematikçi Joseph Adhemar tarafından sunuldu, 1875’te İngiliz dahi Joseph
Croll tarafından daha ileri geliştirildi ve teori 1920 ve 30’larda Sırp
matematikçi Milutin Milankovich tarafından şu andaki şekline getirildi.
1976’da prestijli “Bilim” dergisi John Imbrie, James Hays ve Nicholas
Shackleton tarafından yazılan “Dünya’nın yörüngesindeki varyasyonlar: Buzul
Çağlarının Hız Ayarlayıcısı” başlıklı bir makale yayınladı. Bu makale üç
bilim adamının okyanus sediment çekirdeklerinden elde ettikleri iklim
verileri ve astronomik Milankovich döngülerinin modelleri arasında
buldukları korelasyonu tanımlıyordu. 1970’lerin sonundan bu yana,
Milankovich teorisi iklim bilimciler arasında Buzul Çağı neden sonuç
ilişkisi için hesaba alınan hakim teoridir ve bu nedenle Milankovich teorisi
iklimbilim kitaplarında ve Buzul Çağı ile ilgili ansiklopedi makalelerinde
her zaman tanımlanır. 1976 raporlarında Imbrie, Hays, ve Shackleton, deniz –
sediment çekirdekleri ve Milankovich döngülerine dayanan kendi iklim
tahminlerinin iki şekilde değerlendirilmesi gerektiğini yazdılar. Birincisi,
sadece gelecek iklimsel trendlerin doğal bileşenine uyguladılar – ve fosil
yakıtlar yakmaktan dolayı olan etkiler gibi antropojenik (insan tarafından
yapılmış) etkilere uygulamadılar. İkincisi, sadece uzun – vadeli trendleri
tanımlıyorlar, çünkü yörünge varyasyonları nı 20,000 yıllık ve daha uzun
periyotlarla ilişkilendiriyorlar. Yüksek frekanslardaki iklimsel salınımlar
tahmin edilmiyor… sonuçlar sonraki 20,000 yılda uzun – vadeli trendin yaygın
Kuzey Yarıküre buzullaşmasına ve daha soğuk iklime doğru gittiğini
belirtiyor.”

1970’ler sırasında ünlü
Amerikalı Astronom Carl Sagan ve diğer bilim adamları, insan endüstrisi
tarafından üretilen karbon dioksit (CO2) gibi ‘sera gazlarının’ felaketsel
küresel ısınmaya götürebileceği teorisini desteklemeye başladılar. 1970
lerden bu yana, “antropojenik küresel ısınma’ (AGW) teorisi giderek akademik
kuruluşların çoğu tarafından gerçek olarak kabul edildi ve onların AGW’yi
kabullenmeleri hükümetlerin AGW’nin kötüleşmesini önlemek üzere çok önemli
değişiklikler yapmasını teşvik etmek için küresel bir harekete ilam oldu.




AGW teorisinin
desteklenmesinde belirtilen kanıtın merkezi parçası 2006’da “Uygunsuz
Gerçek” filminde Al Gore tarafından sunulan ünlü ‘hokey sopası’ grafiğidir.
‘Hokey sopası’ grafiği küresel sıcaklıklarda 1970’lerde başlayan ve
2006/2007 kışına kadar devam eden akut yukarıya doğru artışı gösteriyor.
Ancak, bu ısınma trendi, 2007/2008 kışı Kuzey Yarıkürede 1966’dan bu yana en
derin kar örtüsünü ve 2001’den bu yana en soğuk dereceleri doğurduğunda
kesintiye uğradı. Şimdi Kuzey Yarıkürede şu andaki 2008/2009 kışının
muhtemelen hem kar derinliği hem de soğuk dereceler açısından eşit olacağı
veya daha yüksek olacağı görünüyor.

AGW (antropojenik küresel
ısınma) teorisindeki ana hata, onun yandaşlarının sadece geçmiş bin yıldaki
kanıtlara odaklanmaları dır, geçmiş milyonlarca yıldan gelen kanıtları
görmezden geliyorlar, iklimbilimin gerçek anlayışı için zorunlu olan
kanıtları. Paleoiklimbilimden (Geçmiş zamanların iklimini, sebeb, sonuç ve
etkilerini inceleyen bilim dalı) gelen veriler son küresel sıcaklık artışı
için, Buzul Çağı maksimumları ve buzul çağları aralarının doğal döngülerine
dayanarak bize alternatif ve daha güvenilir açıklama sağlıyor. 1999’da
İngilize “Doğa” dergisi, 1990’lar sırasında Antarktika’daki Rusların Vostok
istasyonunda toplanan buzul çağa ait buz çekirdeklerinden türetilen
verilerin sonuçların yayınladı. Vostok buz çekirdeği verileri, 420,000 yıl
öncesinden itibaren şimdiki zamanımıza kadar küresel atmosferik sıcaklıklar,
atmosferik CO2 ve diğer sera gazları ve havadan gelen partiküllerin kaydını
kapsıyor.

Vostok buz çekirdeği
verilerinin grafiği, Buzul Çağı maksimumlarını n ve sıcak ara dönemlerin
düzenli döngüsel bir modelde gerçekleştiğini, elektrodiyagramda kalp
atışının ritmine benzer bir grafik - çizgisini gösteriyor. Vostok veri
grafiği ayrıca küresel CO2 seviyelerindeki değişimlerin, küresel sıcaklık
değişimlerinin yaklaşık 800 yıl gerisinde kaldığını gösteriyor. Bunun
belirttiği şey, küresel sıcaklarının CO2 değişimlerinden önce geldiğidir
veya küresel sıcaklıkların CO2 değişimine neden olduğudur, tersi değildir.
Başka bir deyişle, artan atmosferik CO2 küresel sıcaklığın artmasına neden
olmuyor; bunun yerine küresel sıcaklıktaki doğal döngüsel artış küresel
CO2’in artmasına neden oluyor.



Küresel sıcaklığa tepki olarak
küresel CO2 seviyelerinin artmasının ve düşmesinin nedeni, soğuk suyun,
sıcak sudan daha fazla CO2 tutma kapasitesidir. Karbonatlı içeceklerin,
sıcak bir ortama konulduğunda karbonatının veya CO2’nin serbest kalmasının
nedeni budur. Karbonatlı içeceklerin, şarabın ve biranın köpüklerinin
kaçmasını önlemek için bunları soğuk yerlerde saklarız. Dünya şu anda doğal
Buzul Çağı döngüsünün sonucu olarak ısınıyor ve okyanuslar ısınırken,
atmosfere artan miktarlarda CO2 salıyor.

Isınan okyanuslar tarafından
CO2 salınması, dünyanın sıcaklığındaki değişimlerin gerisinde kaldığı için,
dünyanın şu andaki buzul çağları arası sıcak periyodunun bitişinden sonra
bir diğer sekiz yüzyıl boyunca küresel CO2 seviyelerinin artmaya devam
etmesini beklemeliyiz.

Vostok buz çekirdeği verileri
grafiği, küresel CO2 seviyelerinin geçmiş 420,000 yıl boyunca Buzul Çağı
minimumları ve maksimumlarını n doğal döngüsüne direkt tepki olarak düzenli
bir şekilde yükselip düştüğünü ortaya koyuyor. Bu doğal döngü içinde,
yaklaşık her 110,000 yılda küresel sıcaklıklar ve bunu izleyen CO2
seviyeleri, yaklaşık bugünkü aynı seviyelerde zirveye ulaşıyor.

Bugün tekrar zirve
noktasındayız ve sıcak ara periyodun sonuna yakınız ve dünya sonraki Buzul
Çağına girmek üzere. Eğer şanslı isek, buna hazırlanmak için birkaç yılımız
olabilir. Buzul Çağı, her zaman olduğu düzenli ve doğal döngüsünde gibi geri
dönecek, antropojenik küresel ısınma etkileri olsun ya da olmasın.

AGW teorisi, saçma bir şekilde
dar bir zaman genişliğinden alınan verilere dayanıyor ve uzun – vadeli iklim
değişiminin ‘büyük resmi’ni amaçsız (düşüncesiz) şekilde ihmal ediyor. Buz
çekirdeklerini, deniz sedimentlerini, jeolojiyi, palebotaniği ve zoolojiyi
kapsayan paleoiklimbilimden gelen veriler, bir diğer Buzul Çağına girişin
eşiğinde olduğumuzu belirtiyor ve veriler ayrıca ciddi ve uzun süren iklim
değişiminin sadece birkaç yıl içinde gerçekleşebileceğini gösteriyor.
Antropojenik Küresel Isınmanın kuşkulu tehdidi üzerine endişe dünyadaki
insanların dikkatini başka yöne çekerken, Kuzey Yarıkürenin büyük bölümünü
oturulmaz kılacak olan yaklaşan ve kaçınılmaz Buzul Çağının çok gerçek
tehdidi aptalca görmezden geliniyor.

Yazar:
Gregory F. Fegel


Çeviri:
Saffet Güler

Bilim Haberleri,
Moskova
-
11 Nisan
2009 TSİ
2:51

Kaynak:

Pravda.ru



Çeviri:
Saffet Güler

CAMİİ BOMBALAMAK CIA NIN 1998 PLANIDIR

30-31 Mayıs 1998 tarihlerinde ABD’de Amerikan Ulusal Savunma Enstitüsü bir toplantı düzenledi. Eski CIA Ankara İstasyon Şefi Graham Fuller ile ABD Dışişleri Bakanlığı Siyasi Planlama Dairesi görevlisi Prof. Henry Barkey, toplantıda senaryolarını açıkladılar.
Senaryoya göre “Kahramanmaraş, Sivas, Erzincan, Kayseri ve Çorum’da cuma namazında camilerde bombalar patlayacak. Ayaklanan halk, valiliklere, kaymakamlıklara yürüyecek. Polis halkın önüne geçemeyince askeri birlikler devreye girecek. Laik-anti laik, Alevi-Sünni çatışması patlak verecek. Ağırlıklı olarak Sünnilerin safına geçen polis, askeri birliklerle çatışmaya girecek. Radikal İslamcılar, ayrılıkçı Kürtlerle birleşerek orduya karşı silâhlı mücadeleye başlayacaklar. Orduda çözülmeler baş gösterecek.”

Toplantıda bu olaylar sonrasında ABD’nin Türkiye’ye nasıl müdahale edebileceği de tartışıldı.
O zaman Türk basınına da yansıyan bu “kıyamet senaryosu”nun asıl hedefi, Türk Silâhlı Kuvvetleri’ne gözdağı vermekti.
Daha sonra Yunanlı bakan Teodoros Pangalos da “Bir gün Türkiye’de halk ayaklanması olacak ve Türkiye’ye demokrasiyi getirecek” diyecekti.
* * *

CIA, benzer senaryoları, 12 Eylül’den önce Kahramanmaraş, Malatya, Çorum, Hatay gibi illerimizde uyguladı.
Çorum’da 4 Temmuz 1980 Cuma günü Ulucami’de hoca vaaz verirken, bir kişi camiye girerek, “Alaaddin Camii’ni yaktılar” diye bağırdı. Diğer camilere girenler de “Komünistler, Aleviler, Alaaddin Camii’ne bomba koydular!” diyordu. Aynı anda Alevi mahallelerinde de “Faşistler sizi öldürmeye geliyorlar” diye kışkırtma yapanlar vardı.
TRT’de, “Çorum’da Alaaddin Camii’ne bomba atılması ve dışarıdan ateş edilmesi üzerine meydana gelen olaylarda ilk belirlemelere göre dört kişi öldü” haberi verildi ve saat başı haber tekrarlandı. TRT Çorum muhabiri böyle bir haber geçmediğini açıkladı.
Olayları sahneye koyan kişi Alexander Peck adlı CIA ajanıdır. Hedef, 12 Eylül darbesine zemin hazırlamaktır.
* * *

Demek ki cami bombalamak fikri, bir CIA tasarımıdır. Böyle şeytani bir plân Türkiye Cumhuriyeti’nin hiçbir vatandaşının aklından geçmez. 11 Eylül olayında kendi kulelerine sivil uçakları çarptıran da CIA’dır! Benzer bir olayı, Anıtkabir’de bir tören sırasında yapmayı da planlamışlardı!
Irak’ta ABD-İngiltere ve İsrail istihbarat servisleri, kendi kontrollerindeki terör gruplarına türbe-cami bombalatıp Şii-Sünni savaşına yol açmışlardır.
Taraf gazetesinde yayınlanan Balyoz planı, bana bunları hatırlattı. İstanbul’daki bütün ilgili subayların katıldığı bir seminerde cami bombalamak gibi CIA plânlarının tartışılması düşünülemez. Dolayısıyla Fatih ve Bayazıt camilerine bomba atılması, böylece darbe zemini meydana getirmek senaryosu, harp oyunları plan tatbikatına sonradan eklenmiştir. Ekleyen de konuyla ilgili cd’leri Taraf gazetesine verenlerdir.

KAYNAK: Aslan Akbulut

ABD, ATATÜRK ÖLÜNCE NE YAPTI?



Tarih: Şubat 1923
Yani; Kurtuluş Savaşından dört ay sonra,
Yani; Cumhuriyetin ilanından dokuz ay önce.

Mustafa Kemal, Amerikan milletine hitaben,
Lozan Konferansının kesintiye uğramasının ardından,
ABD Senatosuna aşağıdaki mektubu göndermiştir:


“Büyük Amerikan Milletine,

Siz zulüm ve zorbalığı kendi vatanınızdan uzaklaştırdınız.
Siz, uzun ve kanlı bir mücadeleden sonra kendi özgürlük ve bağımsızlığınızı
kazanarak halk egemenliğine dayanan demokratik bir devlet ve güçlü bir uygarlık kurdunuz.
Yer kürenin diğer tarafında diğer bir ulus var ki, o da aynı özgürlük, aynı bağımsızlık ve aynı demokrasi uğrunda mücadele ediyor, kan döküyor.
Bu ülkünün arılık ve yüceliğine karşı düşüncelerinizi yanıltmak istiyorlar.
Bu propagandayı yapanlar, ya birtakım cahil tutucular veya yeni kazandığımız
özgürlüğü kaldırmak ve bizi ondan mahrum etmek isteyen gizli ve açık düşmanlarımıza alet oluyorlar.
Yalanlara ve iftiralara inanmayınız.
Özgürlük ve bağımsızlık uğrunda savaşan ve tıpkı sizler gibi dünyada ilerleme ve adaleti sağlamak için samimi bir surette mücadele eden Türk halkına kalbinizi açık bulundurunuz.”
Gazi Mustafa Kemal

Bu mektup, Amerikan Senatosu'nun 26 Şubat 1923 günkü oturumunda,
Senatör Mr. Oven'in önerisi üzerine, okunarak zapta geçirilmiştir.
Bundan dört hafta sonra, Mustafa Kemal, ünlü 'TIME' dergisine kapak olmuştu..
------------ --------- --------- --------- --------- --------- --------- ---------
--------- --------- --------- --------- --------- --------- --------- --------- -
Bu 'Dostluk eli'ne, en anlamlı cevap, tam onbeş buçuk yıl sonra geldi.
10 Kasım 1938'de, Türk Milleti, acıların en büyüğünü yaşıyordu, Atatürk ölmüştü.
Durum, bütün ülkelere resmen bildirildi.
Afganistan'dan Finlandiya'ya, Japonya'dan Letonya'ya kadar
bütün ülkeler cenazeye en üst seviyede heyetlerle katılacaklarını bildirdiler.

Atatürk'ün en çok savaştığı ülke İngiltere, özel bir zırhlı ile gönderilen ve
başında, onun Anafartalar' da denize döktüğü kıtaların komutanı Mareşal Lord Birdwood
ve İngiltere'nin Akdeniz Filosu Başkomutanı Oramiral Dudley Pound olmak üzere
kalabalık bir heyet ve12 subay 160 erlik bir tören kıtası ve 56 mevcutlu bir bando
ile katılırken, ''düşman'' Yunanistan, başında Başbakan Metaxas olmak üzere,
12 kişilik yüksek bir heyetle cenaze töreninde bulunacağını açıkladı.

ABD'den ise, uzun süre cevap gelmedi.
Sonunda, Amerikan Dışişleri Bakanlığı Protokol Dairesi,
18 Kasım 1938'de, Ankara'daki Büyükelçiliği'ne gönderdiği yazıda,
törende ABD'yi, sadece Büyükelçi'nin temsil edeceğini bildiriyordu.

Yazıda, asıl enteresan olan ifade, şöyle idi:
“ABD büyükelçiliği'nden alınan bir telgrafta
Amerikan hükümeti adına cenaze töreninde kullanılmak üzere,
300 dolarlık bir çelenk yaptırılması için büyükelçiliğe yetki verilmesi önerilmiş,
ancak ABD dışişleri bakanlığı bu bedeli yüksek bulduğundan,
büyükelçiliğe 200 dolar harcama yetkisi verilmiştir.”

Not: ABD, Lozan Antlaşması'nı tanımayan ilk ve tek ülkedir...

14 Ocak 2010 Perşembe

ENTELLEKTÜEL FAHİŞE!!




Onlar ipleri çekiyorlar ve biz dans ediyoruz.


Solcu, Marks'ın arkadaşı gazeteci Swinton, 1880 'lerde New York Times'ta yazıyor.
Gazete bir yahudi tarafından satın alındıktan sonra düzenlenen toplantıda, davetli
gazeteciler basının onuruna kadeh kaldırmak üzere kürsüye çağırıyorlar onu. Swinton
elindeki kadehiyle kürsüye çıkıyor. Çıt yok...
Ve tarihi cümleler dökülüyor bir bir ağzından.
"Dünya tarihinin şu anına dek, Amerika'da "Özgür bağımsız basın" diye birşey
olmamıştır. Bunu siz de biliyorsunuz biz de...." diye başlıyor sözlerine;
"Hiçbiriniz düşündüklerinizi olduğu gibi yazmaya cesaret edemezsiniz. Bunu yapmaya
kalktığınızda yazdıklarınızın önceden basılmayacağını bilirsiniz çünkü. Çalıştığım
gazete bana düşüncelerimi özgürce yazmam için değil, tersine yazmamam için haftalık
bir ücret ödüyorlar. İçinizde benzer biçimde benzer ücret alan başkaları da vardır.
Düşüncelerini açıkça yazacak kadar salak olan herhangi biri, sokakta başka bir iş
arıyor olacaktır. Gazetemin herhangi bir sayısında düşüncelerimi apaçık yazmaya izin
verseydim, 24 saat dolmadan işimden atılırdım. Gazetecilerin işi; gerçeği yok etmek,
düpedüz yalan söylemek, saptırmak, kötülemek, servet sahiplerine dalkavukluk etmek,
kendi gündelik ekmeği uğruna yurdunu ve soyunu
satmaktır. Bunu siz de biliyorsunuz, ben de Öyleyse şimdi burada "bağımsız özgür
basının" (!) "şerefine" (!) kadeh kaldırmak saçmalığı da nereden çıktı? Bizler,
sahnenin arkasındaki zengin adamların oyuncakları, kullarıyız. Bizler ipleri
çekilince zıplayan oyuncak kuklalarız...
Onlar ipleri çekiyorlar ve biz dans ediyoruz.
Yeteneklerimiz, olanaklarımız ve yaşamlarımız, hepsi başkalarının malı. Bizler
entellektüel fahişeleriz.
Not: Swinton toplantıyı şaşkın bakışlar arasında terk etti.. Gazeteden istifa etti
ve kimseden para almaksızın 'John Swinton's paper diye tek yapraklı bir "gazete"
çıkartmaya başladı.

VAHİDETTİN'İN AMERİKAN BAŞKANINA MEKTUBU


Vahdettin ile ilgili sık sık tartışmalar gündeme gelir. Son olarak kamuoyu birkaç sene Vahdettin hain miydi değil miydi yönünde bir tartışmanın içinde bulmuştu kendini. Bu tartışmalar sık sık gündeme gelmeye devam edecek gibi görünüyor. Vahdettinin dönemin ABD Başkanı John Calvin Coolidgee gönderdiği mektup ise çok tartışılacağa benziyor.

Anadolu Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünden Prof. Dr. İhsan Güneşin Ankara Üniversitesi Dergisinde de yayımlanan yazısında Vahdettin ile ilgili çarpıcı bilgiler yer alıyor. Güneşin verdiği bilgiye göre mektup, San-Remoda Padişah Vahdettin tarafından yazılmış ve Halis Reşat Bey tarafından Pariste bulunan Amerikan elçiliğine teslim edilmiştir.
Elçilik de bu mektubun orijinalini ve İngilizce çevirisini I5 Nisan 1924 tarihli yazısıyla Washingtona göndermiş. Mektup Amerika Birleşik Devletleri Ulusal Arşivinde
86700/1788 numarada kayıtlı.
http://www.haberiniz.com/index.php?option=com_content&view=article&id=6155:vahdettinin-amerikan-bakanna-mektubu&catid=137:poltka&Itemid=214
İşte Vahdettinin ABD Başkanına gönderdiği mektup:

Amerika Cemahir-i Müttefikiye Reisi Mösyo Coolidge Cenablarına

Siyasi olayların ve gelişmelerin tüm iç yüzünü, hangi nedenlerden dolayı Saltanat merkezimi geçici bir süre için terk etmek zorunda kaldığımı biliyorsunuz. Bu konuda ayrıntılı bilgi sunmayı gereksiz görüyorum.
Bu süresiz uzaklaşmanın, babadan kalma sahip olduğum Saltanat ve Hilafet makamından vazgeçtiğim anlamına gelmeyeceği açıktır. Ankara meclisi gibi bir isyancı fitnenin bu konuda alacağı tüm kararların geçersiz olacağını bildiririm.
Şöyle ki;
İslam Hilafetinin Osmanlı Saltanıtından soyutlanması ve ayrılması ve Hilafetin tümüyle kaldırılması dini, kavmiyeti, vatanı belirsiz ve karışık askerlerden ve öteki sınıflardan oluşan küçük bir şer zümresinin kısmen zorla ve kısmen bilgisizlik ve gafletle yönlendirdiği beş-altı milyonluk Türk kavminin yetki alanı içinde değildir.
Bu ancak tüm İslam dünyasınca atanan uzman kişilerden oluşan bir meclisin toplanması ve tüm din bilginlerinin ortak kararı ile çözümlenecek büyük bir evrensel sorundur.
İslam bilginlerinin bildiği üzere şeriata aykırı kararlar herhangi makamdan olursa olsun sonuçsuz kalmaya mahkumdur.
Bundan başka bu durumun, içinde bulunulan koşullarda İslam dünyasında sonuçları pek vahim olabilecek büyük bir heyecana yol açacaktır.
Ayrıca gelişmiş ülkelerin iç güvenliklerine de büyük bir etki yapacaktır.
Hanedanımın ileri gelenleri aleyhinde Ankara meclisi tarafindan kabul edilen sürgün ve kovma, emlakine ve bireysel mallarına el koyma gibi haksız kararları hanedanım  bireylerini, insan ve kişilik haklarından soyutlar mahiyettedir.
Bu konuda yüce kişiliğiniz ve cumhuriyet hükümetiniz tarafindan olanaklar ölçüsünde yapılabilecek yardımları pek değerli sayacağımı açıklamaya gerek yoktur.
Bu vesile ile sağlıklı olmanızı yüce haktan niyaz eylerim.
13 Mart 1924
Mehmed Vahideddin

Kaynak: http://dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/18/33/254.pdf

8 MERMİ NEDEN 'SÜRAT KARGO'! İLE GÖNDERİLDİ VE REFERANSLARI KİMLER?


Genelkurmay Başkanlığı Seferberlik Tetkik Kurulu Ankara Bölge Başkanlığı’nda arama yapan Ankara 11. Ağır Ceza Mahkemesi Üyesi Hakim Kadir Kayan ve soruşturmayı yürüten savcı Mustafa Bilgili’ye 8’er adet mermi gönderildi. Mermilerin olduğu paket Sürat Kargo firmasına sahte bir adres ve isim gösterilerek verilmişti. Bu nedenle paketi veren kişiye henüz ulaşılamadı. Olayda Kadir Kayan’a dönük bir tehdit olduğu iddiası ortaya atılırken, kimi yorumcular da böyle bir gönderinin komplo olduğu üzerinde duruyor.

Peki hakim Kadir Kayan’a bu mermileri gönderenler neden Sürat Kargo’yu tercih etti?
Neden posta ile göndermedi?
Ya da başka bir kargo şirketini tercih etmedi?
Sürat Kargo daha önce de gündeme gelmişti
Sürat Kargo’nun adı son dönemde Fethullah Gülen Cemaati ile beraber anılıyor.
Okullarda ücretsiz olarak verilen ders kitaplarının dağıtılması ve okulların evraklarının taşınması işinin Sürat Kargo’ya verilmesi meclisin gündemine gelmişti. CHP Antalya Milletvekili Osman Özcan, dönemin Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik’e konu üzerine soru önergesi vermişti. Özcan soru önergesinde: “Halk Eğitim Müdürlükleri'ne gönderilen bir genelge ile Açık Liseler'e yapılan başvuruların Sürat Kargo ile yapılması istenildi mi? Sürat Kargo ile Zaman Gazetesi arasında bir bağlantı var mıdır? Eğitim Teknolojileri Genel Müdürlüğü, Sürat Kargo'ya 2005'ten bu yana ne kadar ödeme yaptı?” diye sordu.

Sürat Kargo’nun kurumsal tanıtımları Zaman Gazetesi’nde geniş yer buluyor.

Referanslar ve cemaat
Sürat Kargo’nun ''http://www.suratkargo.com.tr'' adresli internet sitesinde referansları ise dikkat çekiyor.
Bu referanslar arasında cemaate yakınlığıyla bilinen Zaman gazetesi (Feza Gazetecilik A.Ş), Bank Asya, Samanyolu Televizyonu Pazarlama (Dünya Pazarlama), Samanyolu TV, NT Kitap Kırtasiye, Kanal 7, Yimpaş Holding, Deniz Feneri Derneği gibi kuruluşlar bulunuyor.

Hakim ve savcıya gönderilen 8 merminin postalandığı şirket, ilişkileri ile dikkat çekiyor

'ABD ŞİRKETLERİ NAZİLERİ DESTEKLEDİ' DİYEN OLİVER STONE YENİ BİR BELGESELLE ORTALIĞI KARIŞTIRACAK


'Amerikan şirketleri Nazileri destekledi" diyen Oliver Stone ortalığı karıştıracak.

Üç Oscar'lı film yönetmeni Oliver Stone, 'Önyargılar ve yalnışlıklar içeren geleneksel tarihin panzehiri' olacağını söylediği bir belgeselle ortalığı karıştırmaya hazırlanıyor.

Amerikalı ünlü yönetmen Oliver Stone, ABD’yi sarsacak yeni bir belgesel çekme hazırlığında. Üç Oscar ödüllü film yönetmeni Stone’un yeni belgesel projesi büyük tartışma yaratmaya aday görünüyor. ‘Oliver Stone’un Gizli Amerikan Tarihi’ adıyla 10 bölümlük bir televizyon belgeseli yapacağını açıklayan ünlü yönetmen, bu program dizisinin önyargılar ve yanlışlıklar içeren geleneksel tarihin panzehiri olacağını söylüyor. Stone’a göre tüm dünya, özellikle de ABD halkı tarihi bilmiyor ya da saptırılmış haliyle kanıksıyor. Oysa gerçekler çok farklı.

Oliver Stone, Nazi lideri Adolf Hitler’in tarih boyunca bir günah keçisi olduğunu savunarak, General Motors’dan IBM’e pek çok dev Amerikan şirketinin Nazi partisine mali destek sağladığını anlatıyor. Ünlü yönetmen, belgeselde Stalin’i kahraman olarak göstermeyeceğine ama Sovyet liderin Alman savaş makinesine karşı en fazla mücadele veren kişi olduğunun da teslim edilmesi gerektiğine dikkat çekiyor.

İngiliz The Guardian gazetesi Stone’un bu cesur tavrı hakkında yorumu “Daha önce Wall Street’i yıkıcı olarak resmederek finans dünyasını; Fidel Castro, Hugo Chavez ve George W. Bush tasvirleriyle muhafazakârları, John F. Kennedy suikastıyla ilgili komplo teorileriyle de demokratları üzdü. Ama yeni belgesel yanında bunların hepsi hafif kalabilir” şeklinde...

‘Hitler kötüydü’ demek kolay

Tarihi kişileri sadece ‘iyi’ ya da ‘kötü’ diye tanımlamaktan uzak durduğunu anlatan Stone, “Tarih bize yanlış anlatıldı. ‘Hitler katliam yaptı ve kötü bir insandı’ demek çok kolay. Ben onun bir insan olarak iyi ve doğru yanları da olduğunu göstermek istiyorum. Hitler tabii ki iyilik timsali biri değildi. Onu melek gibi göstermeyeceğime emin olabilirsiniz. Ben sadece klişeleri yıkmak, tarihi yeniden, farklı bir gözle okumak istiyorum” diyor.

Stone’a bu yolculuğunda Amerika’nın tanınmış tarih profesörleri danışmanlık yapacak. Washington’daki Amerikan Üniversitesi’nde tarih profesörü olan Peter Kuznick, Oliver Stone’un baş danışmanı. Kuznick, tarihi doğru anlamak için günün şartlarını anlamanın elzem olduğunu söylüyor ve “Programı yaparken kendimizi Hitler’in ya da Stalin’in yerine koyduk ve öyle düşündük” diyor. Filmleriyle sansasyon yaratmak konusunda ünlü olan Stone’un bu programıyla da büyük tepki toplayacağına şimdiden kesin gözüyle bakılıyor.

10 Ocak 2010 Pazar

GERİ VİTES KEMAL



Milliyet Gazetesi yazarı Hasan Pulur 2009 yılının son günü köşesinde duayen gazeteci Hıfzı Topuz üzerine bir yazı kaleme aldı.

Hasan Pulur, Hıfzı Topuz’un hayatında eksik anlatılan kısmın sendikacılığı olduğunu anlattı. 1950’li yılların sonunda DP’nin gazetecilere bugünkü gibi baskın yaptığını anlatan Pulur, Topuz’un genç bir gazeteci olarak Gazeteciler Sendikası’nda sert muhalefet yaptığını anlattı.

Pulur, Hıfzı Topuz ile beraber iktidara karşı bir bildiriyi imzaya açtıklarını ve imza topladıklarını anlattı.
Hasan Pulur şöyle devam etti:

“Kongre açılır açılmaz, bildiri başkanlık divanına sunulacak, görüşülecek, sonra hükümete gönderilecek, istenen de çok büyük şey değil:
“Basın özgürlüğü!”
Birden kongre salonu karışıyor, bildiriyi dün imzalayanlardan biri bağıra çağıra imzasını geri alacağını söylüyor:
“Ben kömür kâğıdı sanmıştım!”
O yıllarda kömür sıkıntısı var, sanıyor ki elden ele dolaşan bildiriyi imzalarsa 500 kilo kömür verilecek...
Oysa, kongrede kömürün lafı bile edilmemiş, bizler şaşkın ve kızgın, o ise iri sesiyle inletiyor:
“Ben kömür kâğıdı sanmıştım, imzamı silin!”
Hani bir laf vardır, kırk kişi birbirini bilir derler, bu da öyle!
Anlaşılıyor, yazı işleri müdürü fırça çekmiş:
“Sana mı kaldı imzalamak, yarın imzanı geri çek!”
Tamam, imzasını geri alacak ama, bahanesi ne olacak?
Onu da buluyorlar:
“Ben kömür kâğıdı sanmıştım, dersin!”
Neticede onun imzasını geri almasına rağmen, bildiri yayımlanıyor ve sendika da kapatılıyor.
* * *
Ne dersin “Hıfzı Abi”, aradan altmış yıl geçti, ayrıntılarda hata olsa da, esasta bir yanlışlık var mı?
“Ben kömür kâğıdı sanıp, imzalamıştım!” diyeni biz hatırlıyoruz da, yanlış yapmayalım, size soralım, dedik.
Kalın sağlıcakla...”

Peki, Hasan Pulur’un bahsettiği, önce iktidar karşıttı bildiriyi imzalayan ancak daha sonra kömür kağıdı sandığını söyleyerek imzasını çeken isim kim?
O kişi usta edebiyatçı Yaşar Kemal idi.
Demokrat Parti’nin baskısı altında geri adım atmak zorunda kalmıştı.