t.dince®

9 Aralık 2009 Çarşamba

MUSTAFA KEMAL ATATÜRK'ÜN TBMM GİZLİ OTURUM KONUŞMALARI


MUSTAFA KEMAL ATATÜRK ‘ÜN

GİZLİ OTURUM KONUŞMALARI

 

İmkansızı başarıp yurdun nasıl kurtarıldığını bize ilk ağızdan öğretirken, anlattıkları insanı derinden etkileyen heyecanlı bir roman gibidir.

 

SUNUŞ

Büyük Millet Meclisi Gizli Oturum Tutanakları, açıklanması sakıncalı görüldüğü için, altmış yıl sonra yayımlandı. Gizli Oturumlarda usul gereği yazmanlar meclis salonundan çıkarılır ve yazmanlık görevi milletvekilleri tarafından yerine getirilirdi. Steno bilmeyen milletvekilleri bir kısım konuşmaların yazımını yetiştiremedikleri için boş bırakılan sözcük ve cümleler olmuş, tutanaklar daha sonra Osmanlıca yayınlanıp, bütün milletvekillerine gönderilmiştir. Okumaya başladığımda, yılların hukukçusu olarak birçok bölümünü anlamakta güçlük çektim. Görüştüğüm milletvekillerine, gizli tutanakları okuyup okumadıklarını sorduğumda anlayamadıkları için okumadıklarını ve kütüphanelerinde durduğunu söylediler.

Henüz Osmanlı padişahı ülkeden ayrılmadan ve dil devriminden önce yapılan bu konuşmalarda, Osmanlıca kullanılmıştı. Ne var ki, Arapça’dan çevirisi yapılan tutanaklarda, bu sözcükler aynen yayımlanmıştı. Dolayısıyla okunamaması da doğaldı. 

İlk olarak, Atatürk’ün konuşmalarıyla birlikte, milletvekili ve bakanların konuşmalarını da kapsayan dört cilt, 3271 sayfalık bu konuşmaları taradım. İki yılı aşkın uğraşı sonucu, gizli tutanaklardaki Atatürk’ün konuşmalarını günümüz Türkçesi ile sizlere sunuyorum. Bu konuşmalar yakın tarihimize ışık tutacaktır.

Ayrıca, Bağımsızlık (Kurtuluş) Savaşı’nın, sonucu olanaksız görünen koşullarda nasıl kazanıldığını daha iyi anlamak ve anlatmak için, Meclis gizli oturum tutanaklarının okullarda tüm öğretmen ve öğrencilerce okunması ve okutulması gerektiğine inanıyorum.
                                                               İÇİNDEKİLER

TARİH
KONU
SAHİFE
24 Nisan 1920
ÜLKENİN İÇİNDE BULUNDUĞU DURUM HAKKINDA  KONUŞMA
Cilt 1 Sayfa 2-10 Oturum:2
1  Mayıs  1920
BOLU YÖRESİNDE AYAKLANMA, İZMİR CEPHESİ, ANZAVUR HAREKETİ, ADANA CEPHESİ VE SİYASİ OLAYLAR İLE İLGİLİ OLARAK MUSTAFA KEMAL
 PAŞA’ NIN KONUŞMASI
Cilt 1 Sayfa 2-9 Oturum:8
9 Mayıs 1920
MUSTAFA KEMAL PAŞA’NIN  ASKERİ VE SİYASİ DURUM HAKKINDA  YAPTIĞI KONUŞMA
Cilt 1 Sayfa 20-26 Oturum:13
17 Mayıs 1920
MUSTAFA KEMAL PAŞA’NIN ÜLKENİN GENEL DURUMU İLE İLGİLİ YAPTIĞI KONUŞMA
Cilt 1 Sayfa 31-35 Oturum:18
29 Mayıs 1920
ASKERİ, SİYASİ, DIŞİŞLERİYLE İLGİLİ VERİLEN
 ÖNERGE ÜZERİNE MUSTAFA KEMAL PAŞA’NIN
 YAPTIĞI KONUŞMA
Cilt 1 Sayfa 38-48 Oturum:21
3 Temmuz 1920
ASKERİ, SİYASİ, İÇ İŞLERİNİN DURUMU İLE İLGİLİ
  OLARAK VERİLEN GENSORU ÖNERGESİ ÜZERİNE
 MUSTAFA KEMAL PAŞA’NIN YAPTIĞI KONUŞMA
Cilt 1 Sayfa 68-74 Oturum:26
18 Temmuz 1920
MUSTAFA KEMAL PAŞA’NIN,  MİLLETVEKİLLERİNE
ÖDENECEK, YOLLUK VE AYLIKLARLA İLGİLİ  YAPTIĞI KONUŞMA
Cilt 1 Sayfa 102-104 Oturum:37
9 Ağustos 1920
MUSTAFA KEMAL PAŞA’NIN CEPHELERDE YAPTIĞI
DENETİM SONUCU, SAVAŞIN KONUMU İLE İLGİLİ YAPTIĞI  KONUŞMA
Cilt 1 Sayfa118-122 Oturum:45
25 Eylül 1920
MUSTAFA KEMAL PAŞA’NIN, HALİFE İLE İLGİLİ KONUŞMASI
Cilt 1 Sayfa 135-139 Oturum:72
29-30 Aralık 1920
MUSTAFA KEMAL PAŞA’NIN,  ÇERKEZ  ETHEM  OLAYI  HAKKINDA YAPTIĞI KONUŞMA
Cilt 1 Sayfa273-305 Oturum:125-126
22 Ocak 1921
BİR KISIM MİLLETVEKİLLERİNİN KOMÜNİZM PROPAGADASI YAPTIKLARI İLE İLGİLİ KONUŞMALARI ÜZERİNE MUSTAFA  KEMAL PAŞA’NIN AÇIKLAMASI
Cilt 1 Sayfa 326-337 Oturum:131
4 Şubat 1921
MUSTAFA  KEMAL  PAŞA’NIN  LONDRA  KONFERANSI
İLE İLGİLİ  KONUŞMASI
Cilt 1 Sayfa 367-378 Oturum:144
8 Şubat 1921
SADRAZAM  TEVFİK  PAŞA’YA ÇEKİLEN TELGRAF KONUSUNDA MUSTAFA KEMAL PAŞA’NIN  KONUŞMASI
Cilt 1 Sayfa 414-416 Oturum:147
12 Mayıs 1921
DIŞİŞLERİ  BAKANI  BEKİR  SAMİ  BEY’İN  FRANSIZLARLA YAPTIĞI  ANLAŞMA  SONUCUNDA BAKANIN İSTİFASI İLE İLGİLİ  MUSTAFA KEMAL  PAŞA’NIN   KONUŞMASI
Cilt 2 Sayfa 72-78 Oturum:32
5 Ağustos 1921
BAŞKOMUTANLIK  KURULMASI  İLE  BU GÖREVİN  TÜRKİYE  BÜYÜK  MİLLET MECLİSİ  BAŞKANI  MUSTAFA KEMAL PAŞA’YA VERİLMESİ  İLE  İLGİLİ  KANUN ÖNERİSİ
Cilt 2 Sayfa 164-185 Oturum:62
8 Ağustos 1921
ASKERLERİN DURUMU  İLE  İLGİLİ  MUSTAFA  KEMAL PAŞA’NIN  YAPTIĞI  KONUŞMA
Cilt 2 Sayfa 194-197 Oturum:63
24 Aralık 1921
VELİAHT  ABDÜLMECİT  EFENDİNİN  MECLİS BAŞKANLIĞI’NA  GÖNDERDİĞİ MEKTUP  İLE  İLGİLİ  MUSTAFA KEMAL PAŞA’NIN  KONUŞMASI
Cilt 2 Sayfa 522-527 Oturum:133

26 Aralık 1921
ORDUDA YOLSUZLUK YAPILDIĞI İDDİASI İLE MİLLİ SAVUNMA BAKANI REFET PAŞAYI DÜŞÜRMEK İÇİN VERİLEN GENSORULAR İLE İLGİLİ BAŞKOMUTAN MUSTAFA KEMAL PAŞA’NIN YAPTIĞI  KONUŞMA
Cilt 2 Sayfa 541-544 Oturum:134
9 Ocak 1922
OLAĞANÜSTÜ  SAVAŞ  KOMİSYONU  KANUNU
İLE İLGİLİ  BAŞKOMUTAN  MUSTAFA  KEMAL  PAŞA’NIN YAPTIĞI  KONUŞMA
Cilt 2 Sayfa 606-610 Oturum:142

16-17 Ocak 1922
MECLİS TARAFINDAN GÖREVDEN ALINAN MERKEZ ORDU KOMUTANI NURETTİN PAŞA İLE İLGİLİ MUSTAFA KEMAL PAŞA’NIN YAPTIĞI KONUŞMA
Cilt 2 Sayfa 622-630 Oturum:145-146
6 Mart 1922
BAŞKOMUTAN MUSTAFA KEMAL PAŞA’NININ
ASKERİ  DURUM İLE İLGİLİ YAPTIĞI AÇIKLAMA
Cilt 3 Sayfa 2-14 Oturum:3
6 Mayıs 1922
BAŞKOMUTANLIK KANUNUNUN ÜÇÜNCÜ DEFA UZATILMASI SIRASINDAKİ TARTIŞMALAR VE MUSTAFA KEMAL PAŞA’NIN YANITLARI
Cilt 3 Sayfa 334-342 Oturum:40
9-10 Ekim 1922
GAZİ MUSTAFA KEMAL PAŞA’NIN MUDANYA KONFERANSI İLE İLGİLİ KONUŞMASI
Cilt 3 Sayfa 917-944 Oturum:115-116
18 Kasım 1922
PADİŞAH VAHDETTİN’İN KAÇMASI VE
 ABDÜLMECİT EFENDİ’NİN HALİFE SEÇİLMESİ İLE İLGİLİ MUSTAFA KEMAL PAŞA’NIN  KONUŞMASI
Cilt 3 Sayfa 1043-1058 Oturum:140
27 Şubat-6 Mart 1922
MUSTAFA KEMAL PAŞA’NIN LOZAN KONFERANSI HAKKINDA YAPTIĞI KONUŞMA
Cilt 3 Sayfa 1317-1321 Oturum:200
C

SONUÇ
Resimler ile Mustafa Kemal
Mustafa Kemal’in yaşamında önemli aşamalar
Olaylar Dizini
Kişiler ve yer dizini
Kaynakça
Yazar Hakkında









ÖNSÖZ
İstanbul Hükümeti Mustafa Kemal Paşayı, Samsun ve yöresinde çıkan olayları engellemesi amacıyla Anadolu’ya gönderir. Mustafa Kemal Paşa İstanbul’dan ayrılmadan önce Eski Deniz (Bahriye) Bakanı Rauf Bey (Orbay) yanına gelir. O’nu Samsun’a götürecek vapurun yolda batırılacağını söyler. Mustafa Kemal Paşa; “İstanbul’da kalıp tutuklanmaktansa, batıp boğulmayı yeğlerim.” der.

Samsun’a çıkar çıkmaz, ulusal  egemenliğe dayalı Türk Devleti’ni kurma kararındadır. Bu nedenle 21-22 Haziran 1919 gecesi  ulusun kendi kaderini kendisinin sağlaması için Amasya Bildirisi’ni yayınlar. Bu bildiride:
1- Vatanın bütünlüğü, milletin bağımsızlığı tehlikededir.
2- İstanbul Hükümeti, üzerine aldığı sorumluluğun gereklerini yerine getirmemektedir.
3-Milletin Bağımsızlığını kurtaracak yine milletin azim ve kararlılığıdır.
4- Milletin içinde bulunduğu durum ve şartlara göre harekete geçmek ve haklarını yüksek sesle dünyaya işittirmek için her türlü etki ve kontrolden uzak milli bir heyetin varlığı zorunludur.
5- Anadolu’nun her bakımdan en emniyetli yeri olan Sivas’ta milli bir kongrenin acele toplanması kararlaştırılmıştır.
 6- Bunun için illerin her sancağından milletin güvenini kazanmış üç temsilcinin en kısa sürede yola çıkarılması gerekmektedir.
7- Doğu illeri adına 10 Temmuz’da Erzurum’da bir kongre toplanacaktır. Erzurum Kongre üyeleri, diğer il temsilcileriyle birlikte Sivas genel kongresine katılacaklardır.
       
 Mustafa Kemal Paşa’nın amacı anlaşılınca, Erzurum’a geldiğinde Padişah Vahdettin; “Önce hava değişimi al, Anadolu’da bir yerde otur, bir işe karışma.” diye haber gönderir. Bunun üzerine Mustafa Kemal Paşa, Padişah ve Harbiye Bakanı’na resmi görevi ile birlikte askerlikten ayrıldığını bildiren telgrafı çeker. Bu telgraftan sonra Sadrazam Ferit Paşa’nın emriyle, Mustafa Kemal Paşa’nın hemen yakalanıp İstanbul’a gönderilmesi istenir.

Padişah Vahdettin’in Şeyhülislamı Dürrizade Abdullah, Mustafa Kemal ve arkadaşlarının öldürülmesi için 10 Nisan 1920 tarihinde fetva yayınlar.

4 Mayıs 1920 tarihinde İstanbul Birinci Sıkıyönetim Harp Divanı verdiği kararla Mustafa Kemal Paşa’nın resmi rütbe ve nişanlarının alınıp idamla cezalandırılmasını kararlaştırır. İdam kararı 24 Mayıs 1920 tarihinde padişah Vahdettin tarafından onaylanır.

Büyük Millet Meclisi’nin açılmasına çalışıldığı günlerde Düzce, Hendek, Gerede, Bolu, Nallıhan, Beypazarı üzerinden Ankara’ya doğru yayılan gericilik ve isyan dalgaları olur. Bağımsızlık Savaşı süresince iç ve dış etkilerle otuz dört yerde isyan çıkarılır.          Bastırmak için gönderilen erlere, Halife ve Şeyhülislamın fetvasında, padişahın askerliği affettiği, Ankara Hükümetinin yasal olmadığı anlatılır. Yunan ordusunun Halifenin ordusu olduğu söylenip, askerler kandırılır. Ayrıca asiler erleri zehirlemek için, bir at, 150 lira, bir tüfek sözü verip yanlarına çekmeye çalışırlar. Bu nedenle bir çok yerde askerler, asilerle çarpışacak yerde, silahlarını bırakıp memleketlerine kaçarlar. Kaçaklar yüzünden düzenli ordu oluşturmakta zorluk yaşanır. Ancak Milli ordu, devrimin amacını bildiği için asilerin aldatmacasına kapılmaz.

Bağımsızlık Savaşı sırasında ordu için 45-50 milyon liraya ihtiyaç varken, dört aydır maaş alamayan subay ve erler için 450 bin lira bulunamaz. Askerlerin çoğu yeterli giyecek olmadığından, evlerinden gelirken giydikleriyle savaşmak zorunda kalırlar.

Mustafa Kemal Paşa başlangıçta halife unvanı da taşıyan padişaha karşı çıkmaz, çünkü yakın çalışma arkadaşları ve milletvekilleri arasında padişaha bağlı olanlar vardır. Bunlardan biri Bakanlar Kurulu Başkanı olan Rauf (Orbay) Bey’dir. Refet Paşa’nın (Bele) Keçiören’deki evinde yapılan görüşmede Rauf Bey’e saltanat ve hilafet konusunda görüşü sorulduğunda: “Ben saltanat ve halifelik makamına vicdanım ve duygularımla bağlıyım.” der.  Refet Paşa’da, Rauf Bey’in görüşlerine aynen katıldığını söyler. 1 Kasım 1922 tarihinde saltanatın kaldırılmasına karar verildiğindeyse, bu konuşmayı Rauf Bey yapar.

Meclis gizli toplantılarında: “Mustafa Kemal Paşa bu milletin önünde kutsal bir bayrak olmuştur. O’nu Mecliste gördükçe cesaretimiz artıyor. Başkomutan olarak idareyi ele aldığında kesinlikle zafere ulaşılacaktır.” diyen milletvekilleri olduğu gibi, kıyasıya eleştirenler de olmuştur. Erzurum Milletvekili Hüseyin Avni Bey; “Paşa Hazretlerini emrimizi dinlediği zaman severiz, dinlemediği zaman parçalarız.” dediğinde Mecliste bravo sesleri yükselmiştir.

Mustafa Kemal Paşa eleştirilere karşı yaptığı bir konuşmasında: “Bizim meclisimiz dünyanın en demokrat meclisidir. Ben yüce meclisi oluşturan her bir üyenin görüşlerini söyleyip, eleştiriler yapmasını isterim.” demiştir. Ancak eleştiri ölçüsünün kaçtığı bir toplantıda; bu görevleri yapacak başka kimse varsa, Meclis Başkanlığından ve Başkomutanlıktan çekilmeye hazır olduğunu söyler.

Bir oturumda Hoca Şükrü Efendi şeriat ilanını ister; “İsviçre Kanunu’nun milletin gözünü kör ettiğini” söylediğinde sürekli alkışlanır. Selimiye Camiinde Venizelos’un sağlığı için dua okuyan müftünün duasına amin diyenler vardır. Yunan Ordusu Polatlı yöresine geldiğinde, padişaha bağlı bazı din adamları tarafından kurulan ve Milli Mücadeleyi engellemek için bölücü çalışmalar yapan cemiyetler vardır. Bu cemiyetlerin başında İngiltere’nin korumasında İngiliz Muharipler Cemiyeti yer alır. Kurucuları arasında; Rahip Frew, İngiliz Askeri Ateşesi W.Deeds, Şeyhülislam Mustafa Sabri, Sait Molla, Ali Kemal ve Refii Cevat Ulunay vardır.

Şeyhülislam Mustafa Sabri, başkanı olduğu İslamı Yükseltme Cemiyeti (Tealiyi İslam), İngiliz Muharipler Cemiyeti ile işbirliği içerisinde kurtuluş hareketini engellemek için büyük çaba göstermiştir.    

Padişah Vahdettin istediği fetvaları almak için Mustafa Sabri’yi 5 kez Şeyhülislamlığa getirmiştir. Ne gariptir ki bugün Tokat’ta ilinde
Şeyhülislam Mustafa Sabri adına kurulmuş vakıf vardır.

Bunlar gibi din adamları yüzünden Mustafa Kemal Paşa yaptığı bir konuşmada: “İnsanlık dünyasında, din konusundaki uzmanlık ve bilgi, her türlü hurafelerden (dine sonradan girmiş inançlardan) arınarak, gerçek bilim ve tekniğin ışıklarıyla tertemiz ve mükemmel oluncaya kadar, din oyunu aktörlerine her yerde rastlanacaktır.” demiştir.          

Bu koşullarda yurdu kurtarıp başarıya ulaşmak, ancak Atatürk gibi askeri ve siyasi dehası olan biri ile olanaklıydı ve öyle de oldu.
                             
                               MUSTAFA KEMAL PAŞA’NIN
GİZLİ OTURUM
KONUŞMALARI

TARİH: 24 NİSAN 1920
MUSTAFA KEMAL PAŞA’NIN, BÜYÜK MİLLET MECLİSİ’NİN AÇILIŞINDAN BİR GÜN SONRA GİZLİ OTURUMUNDA YAPTIĞI İLK KONUŞMA:


         ÜLKENİN İÇİNDE BULUNDUĞU İÇ DURUM:                                 
           
Mustafa Kemal Paşa: Efendiler; “23 Nisan 1920 tarihinde açılışta sunduğum geniş bilgi sırasında çalışma alanımızın sınırını belirtmiştim. O sınır ulusal sınırımızdır (Misak-ı Milli’dir). Başlangıçtan beri hem yabancılara hem ulusumuza yalnız bu sınır içerisinde çalışmakta olduğumuzu söyledim. Bütün amacımız bu ulusal sınır içerisinde ulusumuzun rahatını, gönencini ve bu sınırlarla belirlenmiş vatanımızın bütünlüğünü korumaktır. Bütün Türklerin tek vatan ve tek bayrak altında birleştirilmesini amaçlayan Turancılık siyasetini (akımı) bilinçli olarak izlemek istemedik. Çünkü maddî, manevî tüm güç ve varlığımızı vatanımız için kullanmayı tercih ettik, sınırların dışında dağınık biçimde zayıf düşürmekten kaçındık. Yabancıların en fazla korkup çekindikleri İslâmî siyaseti açıkça dile getirmekten olabildiğince sakınmayı zorunlu gördük. Ancak, maddî ve manevî güç karşısında, tüm dünya ve Hıristiyan politikalarının en katı haçlı savaşı yapılırken, sınır dışında bize yardımcı olacak ve dayanak noktası oluşturacak güçleri düşünmek zorunluluğu duymamız da doğaldı. Açıkça dillendirmemekle birlikte dayanak noktası aramayı sürdürdük. Doğal olarak esenlik ve kurtuluş için tek başvuru kaynağımız İslâm dünyası olmuştur. İlişkilerimiz ve dinî bağlarmız nedeniyle İslâm dünyasının ulusumuzun bağımsızlığına yakın ilgi gösterdiğini zaten biliyorduk. Bunun üzerine öncelikle sınırlarımızla bağlantılı bölgelerdeki dindaşlarımızla, ardından doğuda Kafkaslar’daki Müslüman uluslarla, batıda da Batı Trakya ile çeşitli şekillerde bağlantıya geçildi. Bilindiği gibi Suriye, Irak ve Arabistan’la 1914 yılından önce aynı sınırlar içindeydik. Osmanlı Devleti’nin parçası olmaktan fazlaca yakınıyor, bağımsız olmayı amaçlıyorlardı. Bu amaca ulaşmak için kendi güçlerinin yetmeyeceğini anlayınca, ne yazıkki hepimizi yok etmeye yeltenen düşmanlarla işbirliği yaptılar. Düşlerini gerçekleştirme umuduyla İngiliz ve Fransızların eteklerine sarıldılar. Fakat genel savaşın sonucunu ve Suriye’de İngilizlerle Fransızların izledikleri aşağılayıcı yönetim tarzını gördükten sonra, büyük bir hataya düştüklerini anladılar. Bu nedenle bir kısmı kendi içlerinde bağımsız olmak koşulu ile, Osmanlı topluluğu içinde yer almayı düşündüler. Tüm inananlar gibi, Halifelik makamına olan bağlılıkları bu düşünceye varmalarında temel oluşturuyordu. Bir bölümü ise bağımsızlıktan cayıp halife ve padişaha bağlı olarak Osmanlı toplumu içinde yer almak istediler. Suriye’de böyle farklı akımlar bulunuyordu.

Suriye’de İslami bağları hedef alanlarla ilişkilerimizin şekillenmeye başlaması, orada egemenlik kurmaya uğraşan Emir Faysal ve onu destekleyen Fransızların dikkatini çekti. Bunun üzerine Emir Faysal özel delegelerini bizimle görüşmeye gönderdi. Resmi olarak yapılan bu başvuyu kabul etmemizdeki ince noktayı açıklamak istiyorum. Sonuçta Suriyeliler herhangi bir yabancı devletle ilişkiye girmenin kendileri için tutsaklık olacağını anladıkları için bize yöneldiler. Biz ise karşılık olarak şunu söyledik: “Artık milli sınırlarımız içindeki insan (varlığımızı)/kaynaklarımızı ve genel çıkarlarımızı sınırlarımız dışında gereksiz yere harcamak istemeyiz. Ancak birlikte hareket etmek ciddi bir güç oluşturacağından, tüm İslam dünyasının manevi yönden olduğu gibi maddi anlamda da işbirliği yapmasından  büyük memnuniyet duyarız. Bu nedenle bizim (sınırlarımız içinde bağımsız olduğumuz) gibi, Suriyeliler de kendi sınırları içinde ulusal egemenlik ilkesine dayanarak özgür ve bağımsız olabilirler. Anlaşacağımız bir yöntemle, federatif veya konfederatif biçimde bağlantı oluşturabiliriz.” Emir Faysal, cevabımızı beklentilerinin ötesinde bulan Suriyelilerin tavrı karşısında, kendi amacını gerçekleştirmekte zorlanacağını anlamıştı. Ayrıca, Suriye içinde başlayan, bizim de kulağımıza gelen kimi hareketlenmeler de Emir Faysal’ın, egemenliği kolaylıkla ele geçiremeyeceğini, Fransızların da burayı bağımsız bir devlet olarak kullanamayacaklarını anlamalarını sağlamıştı. Bu nedenle bizimle ilişki kurarak, dış baskılara karşı koyacak para ve güçleri olmadığını, Türkiye destek verirse Fransızları ülkelerinden kovabileceklerini söylediler. İnandırıcı bulmadığımız bu öneri üzerine, siyasi başvurularına aynı şekilde yanıt verdik/(öneriyi geri çevirdik). Bu arada, ilişkimizi sürdürdüğümüz Suriye’deki halk hareketi bize gerçekten maddi ve manevi güç katmıştır. Ulusal sınırımızın güneyindeki bu hareketi dikkate alırsak bunun maddi karşılığını görebiliriz.

*********Irak’ta İngilizlerin yaptıkları İslam halkını fazlasıyla gücendirmiştir. Biz kendileriyle ilişki kurmadan önce onlar bizi aradılar ve eskiden olduğu gibi Osmanlı ülkesinin parçası olmayı kabul ettiler. Ancak biz Suriyelilere belirttiğimiz görüşümüzü onlara da söyledik. Kendi içinizde, kendi kuvvetinizle bağımsız bir devlet olunuz. Biz her şeyden önce bağımsızlığımızı sağlamaya çalışıyoruz. Eğer istekleri doğrultusunda hareket etseydik, Musul bölgesinde, Bağdat’ta ayrıca birçok yerlerde olaylar olurdu. Bugün bile bizi yok etmeye çalışan düşmanlar Suriye ve Irak’ta bize yönelttikleri kuvvetleri azaltmak zorunda kalmışlardır. Gerek Iraklıların, gerek Suriyelilerin bu iki yöredeki dindaşlarımızın kalpleri bizimledir. Eğer amaçlarına inanırlarsa bunlardan fazlasıyla yararlanmak olanaklıdır.

Kafkasya bilindiği gibi; Kuzey Kafkasya,  Çerkezistan, Gürcistan ve Ermenistan bölümlerinden oluşur. Çerkezler başlangıçta bu yana fazlasıyla duyarlı davrandılar. Eskiden bu yana Kuzey Kafkasya’da bağımsız yaşamak isteğini duyarak bunun için çalışmışlardır. O yörede hareket halindeki Danikin güçleri, Kuzey Kafkasya ve Dağıstan’ı ele geçirmek için baskı yapmışlardır. Bu saldırılara karşı milli duygularla hareket eden Çerkezler, yine amaçları için çalışmışlar ve bizimle de içten ilişki içine girmişlerdir. Kendi varlıklarını Türkiye’nin kurtuluşu ve bağımsızlığı ile bağlantılı görmüşlerdir. Kafkasya çalışmaları, dilekleri ve ulusal kaderleri, tümüyle vatanımızın bir parçası gibi kabul edilebilir. Bütün bu bölgedeki oluşumlardan doğrudan bilgi sahibiyiz.

Azerbaycan hepinizin bildiği gibi bağımsızlığını onaylatmış durumdadır. Millet olarak bize karşı içtenlik taşımaktadırlar. Ancak henüz bağımsızlığımıza kavuşmadığımız için onlarla ilişkilerimiz devlet bazında değildir. 

Ermeniler ise tüm dünyanın kendilerine sahip çıkmasına alışmışlar. Siyasi amaçlarının gerçekleşmesi için nasıl çalıştıkları bilinmektedir. Ermeniler, Erivan Ermeni Hükümeti bölgesi içindeki İslam halkını yok etmekle uğraşmaktadırlar. İngiliz ve Amerikalıları aleyhimize kışkırtmaktadırlar. Ancak oradaki İslam halkı her yerden korumasız kalınca, doğal olarak kendi yaşam ve namuslarını korumaktadır. Başlangıçtan bugüne kadar Erivan Ermeni Hükümeti Bölgesi içerisinde savaş devam etmektedir. Bütün bu çarpışma sonucu zarar görmekle birlikte, dindaşlarımız namus ve saygınlıklarını korumaktan geri kalmamıştır.

Gürcistan kabinesi bize karşı içten bir tutum göstermiştir. Özellikle Azerbaycan’la yararlı konularda birlikte hareket etmişlerdir. Ermeniler bu anlaşmanın dışındadır. Azerbaycanlılarla Ermeniler arasında çarpışma olduğu zaman Gürcüler, Azerbaycan tarafını tutmuşlardır. Bugün de aynı durum devam etmektedir. Bizim eski sınırımız ile Gürcistan’ın ilgisi, bilindiği gibi üç sancak (Osmanlı devletinde iller ile ilçeler arasında yer alan yönetim bölümü); Batum, Kars, Ardahan’dır. Biz bu yerleri ülkemizin parçası olarak görüyoruz. Oralarda bulunan İslam halkı da bu görüştedir. Meclisimize katılacak milletvekilleri de yola çıkmıştır.

Kafkasya üzerinde durduğumuz için Rusya’dan söz edebiliriz. Bolşeviklerin (Rusya’da 20.ci yüzyıl başlarında doğan ve Lenin tarafından geliştirilen devrimci hareketin temsilcileri) kendilerine has bir kısım görüşleri vardır. Bolşevikler sürekli olarak kendi görüşlerini kabul ettirme çabasındadırlar. Ulusumuzun gelenekleri, dini ve kabul edeceği şeyler vardır. Biz her ne yaparsak geleneklerimizi, dinimizi göz önünde bulundurmak zorundayız. İşte bu nedenle bizimle Bolşeviklik arasındaki ilişki incelemeye ve ayrıntılarıyla düşünmeye değer. Biz hiç kimsenin, hiç bir ulusun adet ve geleneklerine, ulusal görüşlerine karşı değiliz. Yalnız ülkeyi baskıyla yönetmeye (despotluğa) ve yayılmacılığa düşmanız. Avrupalılar Bolşevizmden korkmaktadır. Bizim Bolşeviklerle birlikte hareket edeceğimizden sürekli olarak kuşkulanmaktadırlar. Bağımsızlık şartlarımız sağlanırsa neden onlarla birlikte hareket edelim? Ulusal sınırımız içerisinde, gösterdiğim koşullarda varlığımızı koruduğumuzda, başka bir şey istemek doğru değildir. Ancak her olasılığa karşı hayatımızı korumak için dıştan destek aramak gerekebilir. Bu durumda kendi görüşlerimiz esas kalmak koşulu ile, her kaynaktan yararlanmayı uygun görürüz.

Gerektiğinde Bolşeviklerden ne derece yardım alabileceğimizi anlamak için girişimlerde bulundum. Burada milletimizi ilgilendiren tüm konular görüşüldü. Kesin sonuca varılmış değildir. Eğer kaçınılmaz şekilde ihtiyaç görülürse Yüce Meclisiniz bu konuda daha köklü kararlar alabilir.

Hıristiyan dünyasının varlığımıza son vermek istediğini bilmekle birlikte, onlara karşı bir tutum sergilemedik. Bu nedenle Fransız, İngiliz, İtalyanlarla tekrar tekrar görüştük. İngilizler ilk görüşmemizde milletimizin kendilerine karşı olduğunu söylediler. Bu durumun giderilmesine çalışmamızı öğütlediler. Buna verdiğimiz yanıtta: “Milletimiz İngilizlere karşı değildir, tersine milletimiz, İngiliz milletini dünyanın en büyük, en adaletli, en uygar milleti kabul eder. Ne var ki ateşkes sonrası İngiliz kuvvetleri başkentimize girdiler. Özellikle Aydın ilimizin, İngilizlerin gözetimindeki Yunanlılar tarafından ele geçirildiğini milletimiz anladıktan sonra, İngilizlerle ilgili olarak görüşleri değişti. Gerçekten milletimizin görüşünün yanlışlığı düşüncesinde iseniz, bunu düzeltmek yönünde bir tavır gösteriniz. Ulus yine size yönelir.” O zaman İngilizler; “Size yaşama hakkı verebiliriz, yalnız İstanbul’un durumu anlaşılmamıştır. Boğazlardan vazgeçmez misiniz? Ege denizi kıyısında Yunanlılara ve Fransızlara bir takım ayrıcalıklar vermek sizi sarsmaz sanırız. Birtakım denetimler yapılırsa bundan size bir zarar gelir mi?” dediler.

Efendiler; bu sözleri bana söyleyen Revlenson adında Erzurum ve tüm Kafkasya’da temsilci ve Londra’da yetkili olan bir şahıstır. Kendisi ile ilişkilerimiz devam etmiştir. Hem dost olmak istiyor, hem de bu dostluktan çıkar elde etmek istiyordu. Kendisine bu düşüncesinin yerine getirilmesinin olanaksızlığını söyledik. Damat Ferit Paşa Hükümeti’nin kendilerini aldatıp birtakım raporlar verdiğini, bu raporlara dayanarak yanlış kararlar alındığını anlattım. Londra’ya gittikten sonra bunları değiştireceğini söyledi. O tarihte İstanbul’da bulunan İngiliz siyasi görevliler yer değiştirmiş, yerlerine başkaları gelmişti. Revlenson İstanbul’a gelir gelmez bizimle görüşme istedi ancak, hainler tarafından etrafları çevrildi. Bizimle görüşme isteği bu nedenle sonuçsuz kaldı. Bir süre sonra yeniden Trabzon ve Erzurum’a geldi. Burada bilinen esaslar içerisinde kendi görüşümüzü yineledik. Bilindiği gibi amacımız, ulusun bağımsızlığı ve vatanımızın belirli sınır içerisinde bütünlüğünü sağlamaktır. Revlenson bunun kesin olduğunu anladıktan sonra işi karşılıklı konuşma ile geçiştirdi. Görülüyor ki, İngiliz’lerin bize karşı dostluğu yalnız kendi çıkarları içindir. Bizim çıkarlarımızı ilgilendiren hiçbir girişimleri olmamıştır.

Diğer yandan Fransızlarla da görüşmelerimiz olmuştur. Suriye olağanüstü temsilcisi Picot, Sivas’a kadar geldi. Kendisi Fransa Hükümetinin bize karşı tavrını egemenliğe aykırı buluyordu. Açıkça Kilikya (Adana, Mersin’in batısı, Antalya’nın doğusu, Konya’nın güneyini kapsayan bölge) dahil, Suriye’yi sömürge yapmak istiyorlardı. Suriye’de ekonomik çıkar sağlandığında Kilikya’yı boşaltacaklarını söyledi. Kendisine: “Bizim için bir Kilikya bir de Türkiye sorunu yoktur. Bir sorun vardır, o da Türkiye sorunudur. Yurdumuzun ve ulusumuzun bağımsızlığı konusunda anlaşmak gerekir.” Genelde her şekilde bize yardım sözü verdi. Bütün bu verdiği sözleri uygulatmak için Paris’te çalışmak zorunda olduğunu söyledi. Barış sözleşmesi sağlanana kadar Kilikya için hiç bir girişimde bulunulmamasını rica etti. Fransa temsilcisine şunu belirttik: “Halen Fransızların elinde bulunan bölgelere güç gönderip çatışmaya girilmeyecek. Yalnız elinizde bulunan ve güvenliğinden sorumlu olduğunuz Kilikya, Maraş, Urfa gibi bölgelerde Fransızlar tarafından silahlandırılan Ermeniler’in Müslüman halka saldırıp onları öldürmesi sonucu meydana gelecek direnmeden hiç bir sorumluluk kabul etmeyiz.  Bu tür olayların önlenmesi için gerekli önlemleri alınız. Valimizi yeniden atayıp, devlet görevlilerini yerinde bırakacaksınız. Müslüman halka saldıran Ermenileri oradan uzaklaştıracak ve bundan sonra kışkırtıp,  silahlandırmayacaksınız.” Bunlara kesin olarak söz verdi ve ayrıca Sivas’ta ilgililere gerekli bildirimde bulundu. Sonuçta valimiz oraya gitti, göreve başladı ve durum iyileşir gibi oldu.

Ancak Kilikya’daki kuvvetlere komuta eden Fransız albay Odeyremon Müslüman düşmanı  ve Ermenileri koruyan biridir. Baskıdan bir an bile vazgeçmedi. Bunun sonucu olarak Maraş’ta Müslüman halka saldırıda bulundular ve birçok görevliyi tutukladılar. Müslüman halk saldırılar karşısında kendisini savundu, karşılıklı çarpışma oldu ve Fransızlar geri çekildi. Bu çarpışma sırasında Fransız kılığında Müslüman halka saldıran bir kısım yabancılar, kendi hayatlarını koruyan Müslüman halk ile iki ateş arasında kalıp öldüler. Bu durum, bütün Avrupa ve Amerika’da fazlası ile büyütüldü. Oysa ki ulusumuz tarafından saldırı yapılmış değildir, sadece olan saldırıya karşılık verilmiştir. Ayrıca Fransızlar çekildikten sonra daha ileriye gidilmekten vazgeçilmiştir. Urfa’da aynı durum olmuştur. Yine Fransızların kışkırtması ve koruması ile Müslüman halka saldıran Ermeniler yüzünden çarpışma olmuştur. Sonuçta Fransızlar orayı da bırakmak zorunda kalmışlardır. Fransızlar Maraş’tan çekildikten sonra yeniden Maraş’a, Urfa’ya geldiler. Ancak yenilgiyi onur sorunu yapıp daha büyük bir saldırıya geçmediler.

Öte yandan Kilikya’da Müslüman halk saldırı karşısında devamlı karşılık verdi. Bu direniş Fransızların çekilmesiyle son buldu. Son zamanlarda yalnız Adana, Tarsus ve Mersin’de Fransız gücü bulunuyor. 

İtalyanlar genelde hoşgörü ile el koyma yolunu seçmişlerdir. Kendileriyle hiç bir olay olmadı. Onların tek istekleri ekonomik çıkar sağlamaktır.

Gerek İtalyanlar, gerek Fransızlar ülkemizden ekonomik çıkar sağlamak için, devletimizin bağımsız kalmasını istemişlerdir. Yabancı bir devletin tutsağı olmamızı kendi çıkarları için uygun görmemişlerdir. Bu iki devlet bunu görüşmelerimiz sırasında söylediler ve halen de söylemekteler.

Yunanlılar doğrudan doğruya İngilizler tarafından korunarak bulundukları yeri koruyorlar ve çıkmak amacında olmadıkları anlaşılıyor. Trakya son olaylar nedeniyle zor koşullar içinde bulunmakla birlikte devamlı bizimle ilişkiyi korumaktadır. Ancak Fransızlar, onları güçsüz gösterip, korumaları altına almaya çalışmaktadırlar. Trakyalı yurttaşlarımız ise, kurtuluş için direnmektedir.

Efendiler, geleceğimizi, bağımsızlığımızı kazanmak yolunda karşımıza çıkan düşmanların emellerini yakından biliyoruz. Bu amaçlarını elde etmek için kullanacakları kuvvetleri de biliyoruz. Ancak onlar sahip oldukları güçleri tam olarak kullanmıyorlar. Sona ulaşmak için buldukları en güçlü araç; bizi birbirimizle çarpıştırmak olmuştur. Yazık ki İstanbul’da düşmanlarımızdan daha çok çalışarak, onların hedef ve isteklerini kolaylaştıranlar var. Bunların yardımları, yurdumuzun bir kısım yörelerinde, ulusun birliğini, dayanışmasını, dışa karşı yetersiz göstermektedir. Bu durum ülkemiz içerisinde güvensizliğe yol açmaktadır. Örnek olarak Anzavur, uzun zamandan bu yana İngilizlerin parası, silahı, kışkırtması sonucu İstanbul’da nitelik ve görüşlerini sunduğum kimselerle birlikte çalışıyordu. Bazıları millet tarafından yola getirildi, ancak tümüyle yok edecek önlem alınamadı. Son olaylar sırasında Anzavur yine büyük düşmanların öncüsü olmak üzere Biga’da göründü. Toplayabildiği haydutlarla Gönen’i, Bandırma’yı ve Balıkesir’i ele geçirdi, Bursa’yı büyük zarara uğrattı. Düşman ve Yunan karşısında bulunan güçlerimizin arkasından Yunanlılarla birlikte hareket etti. Bütün bu yaptıkları halkımızı üzdü, düşmanlarımızı güldürdü. 16 Mayıs 1920 tarihinden bu yana devam eden bu acının daha çok yayılmasına izin vermenin kötü sonuçlanacağını anlayıp, önlem almak zorunda kaldık. Bunun üzerine, çeşitli yerlerden gönderilen güçler isyancılarla çarpıştı. Anzavur’un çevresindekiler yenilerek dağıldı. Yüce Meclisiniz gelişmeleri yakından izlemektedir.

Düzce, Pendik, Bolu, Adapazarı, İzmit yörelerine de önem vermemiz gerekmektedir. Oralarda yine ülke ve millet zararına görüşler meydanlarda söyleniyor. Bir ara Adapazarı’nda ayaklanma oldu. Bazı arkadaşları gönderdik, kandırılmış olanlar bilgilendirilip uyarıldı ve huzur sağlandı. Ancak İzmit’i ele geçiren İngilizler para ile aynı ateşi körüklemekte devam ediyorlar. Adapazarı olayından sonra Hendek’teki küçük bir askeri birliğimize saldırıp silahlarını almışlar. Bu durumu alınan önlemlerle ortadan kaldırdık. Düzce’de bir kısım insanlar toplanıp, valiliği, Telgrafhaneyi basmışlar. Bu işleri serkeşlikle yapıyorlar.  İngilizler ve Avrupalıların amacı şunu kanıtlamaktır: “Birbirleriyle çarpışıyorlar, bunlar kendi kendilerini idare edemezler. Bir müdür gerekli ki bunları yönetsin.”

Düzce,  içinde bulunduğumuz günün olayıdır. Bolu sancak yöneticisi Haydar, Düzce’de toplanan bu asilerin,  Bolu’ya saldırmayacaklarını bildirdi. Bolu’da az sayıda jandarma kuvvetimiz vardı. Zonguldak ve güneyinde üç taburla bir piyade alayının birini orada bıraktık, diğerlerini Bolu üzerinden batıya asilerin yayılmasına engel olmak için gönderdik. Haydar Bey’e gerekli önlemleri almasını bildirdik ancak, kendisine güvenimiz yoktu. Kendisinin asilerin tarafında hareket ettiğine dair kanıtlar bulundu. Aldığı önlemlerde bizi aldatmıştır. Asileri durdurmakla görevli güçleri oyalıyor, kandırıyor ve asıl amacını gizliyor. Haydar bey bir gün Bolu dan Düzce’ye asilerin yanına gidip, oradan emir vermeye başladı. O bölgeyle bağlantı ve ilişkimiz kalmadı. Merkezler ayrıldı, gönderdiğimiz güçlerden bilgi alamadık. Durumu görüp, anlamak için Trabzon Milletvekili Hüsrev Bey, Lazistan (Rize) Milletvekili Hüseyin Bey, Bolu Milletvekili Fuat Bey ve Şükrü Beyler Bolu’ya gönderildi. Onları korusun diye on sekiz, yirmi kişilik küçük bir askeri birlik verildi. Gerede’de bir alayımızın olduğunu biliyorlardı. Sonradan aldığımız bilgiye göre, inşallah doğru değildir, bu değerli arkadaşlarımız asiler tarafından tutuklanmıştır. Düzce’de ortaya çıkan bu durumu önlemek için, değerli komutanlarımızdan yirmi dördüncü tümen komutanı Mahmut Bey’i görevlendirdik. Mahmut Bey kuvvetleri ile Geyve’den Hendek’e doğru hareket etti. Oraya vardığını öğrendik. Ancak Bolu ve Adapazarı  üzerinde telgraf telleri kesildiği için, önceki gün saat ikiden bu yana Mahmut Bey kuvvetleri ve şahsı hakkında bir bilgi alamıyoruz.. En kötü durum düşünülüp yeniden önlem alınmıştır. Bir kısım aksi propagandalar sonucunda halk isteksiz hareket etmektedir. Örneğin, üç gün önce Beypazarı’nda, iki üç bozguncunun kışkırtması sonucu halk toplanıp telgrafhaneyi basmışlar. Askeri güç göndermek gerekti. Aynı duruma benzer bir olay daha kuzeyde, Nallıhan’da ortaya çıktı, buna karşı da önlem alınmıştır.
        
Özet olarak bugün istenilmeyen ve rahatsızlık veren bu durumları sunuyorum. Başka yerlerde de ufak tefek duyarlılıklar vardır. Düşmanlar kurnazlıklarının sonucu kendilerini olayın dışında gibi göstermektedirler. Halk İstanbul’un işgalinden dahi bilgi sahibi değildir.

İşte bu kadar dalgınlık içerisinde bulunan halkımıza olaylar nazikçe anlatılabilir. Bununla birlikte durum çok hassa olduğu için de her olay karşısında en kesin ve gerçek önlemleri uygulamak gerekir. Allah korusun bir kere dağılma meydana gelirse, yeniden bir araya getirmek ve dışa karşı bir güç ve iktidar halinde var oluşumuzu anlatma olanağı kaçırılmış olur.  

Durum bu şekilde açıklandıktan sonra hareket için iki şeyden birine karar vermek gerekir. Birincisi; Damat Ferit Paşa’nın kabul ettiği durumu kabullenirsek; onurumuzu, hayatımızı, her şeyimizi bırakıp, İngilizlere tutsak oluruz. O zaman yapılacak başka bir şey yoktur. Yok eğer millet olarak, insan olarak, namus ve onurumuzla yaşamak istiyorsak, bütün gücümüzü kullanıp, bizi yok etmeye çalışan düşmanların amaçlarını kırmalıyız. Bütün arkadaşlarımızın bu kutsal duygularla buraya geldiklerine inanıyorum. Yerine getirecekleri tarihi görevin büyüklüğünü, nezaketini ve önemini tüm açıklığı ile anlamışlardır.

İstanbul, padişahlık ve halifelik merkezi demektir. Ancak düşmanların resmi olarak işgali altındadır. Bugün İstanbul demekle Londra demek arasında hiç bir ayrım yoktur. İstanbul da, İslam aleminin sevgi ile bağlı olduğu halifemiz ve padişah bulunuyor. Onlarla bağlantımız ancak bu yüce makamın aracılığı ile olabilir. Bir heyet seçip gönderirsek iki şey akla gelebilir. Birincisi; bu heyet İstanbul’a İngilizlerin bilgisi, belgesi olmadan giremez ve çıkamaz. Heyet, padişaha ancak milleti, İngiliz istekleri doğrultusunda sevk ve idare edeceğini anlatırsa gidebilir. Eğer millet birliğini koruyor, bağımsızlığından kesinlikle vazgeçmez denirse; görevli heyetin yeri, padişah makamı değil, Malta olur.

Padişah namaz kılmak için camiye gittiklerinde kendisini koruyan askerler İslam askerleri değil, İngiliz askerleridir. Bu üzücü şartlara düşmüş olan padişahla özel görüşme olanaksızdır. Daha dün Halife tarafından yayınlanan düzmece açıklamalar tümünüzün bilgisi dahilindedir. Özgürlük serbesliğine sahip olan bir Halife, bu tür bir açıklama verdirir mi?

Hepinizin bildiği gibi İstanbul Hükümeti’nin emirleri yoruma ihtiyaç göstermektedir. Şimdiki bakanlar kurulundan önce İstanbul da Milli Savunma Bakanı olan Fevzi Paşa Hazretleri; dürüst, saygın ve onurlu bir komutandır. Kendisini yakından tanıyan arkadaşlarımızın onayladığı gibi, kuşku duyulmayacak seçkin niteliklere sahiptir. İstanbul da verdiği bir emirde: “İngilizlere saygı göstereceksiniz, İngilizlerin emirlerini dinleyeceksiniz, bu şekilde hareket etmediğiniz zaman yok oluruz. Bu davranışı hamiyetli milletten rica ederim.” diyor. Biz dikkatli davranıp bu konuşmanın düşman tarafından not edildiğine karar verdik. Fevzi Paşa’nın yaveri Salih Bey buraya gelip: “Paşaya bu konuşmayı süngü altında zorla imza ettirdiler. O emre önem verilmemesi için beni gönderdi.” dedi. Fevzi Paşa İstanbul’dan ayrılmış, Geyve’de bulunuyor. Bir saat önce kendisi ile görüşüldü.

İçişleri Bakanı Hazım Bey de aynı şekilde ülke yönetiminde bulunan görevlilere dilekte bulunuyor: “Aman İngilizlere bir şey yapmayınız.” diyor. Şimdi İstanbul Hükümeti’ne nasıl güveneceğiz?

İzin verirseniz bir olaydan daha bahsetmek istiyorum. Efendiler, içteki durumla ilgili detaylar hakkında yine birlikte çalışacağız. Meclis Başkanlığı söz konusu olduğunda güveniniz ve yakınlığınız karşısında kendimi borçlu görüyorum. Bütün arkadaşlarım şahsıma karşı büyük sevgi gösterip: “Seni başkan seçelim.” dediler. “Bu durumu şahsımın dışında bir olay olarak kabul etmek daha doğru olur. Benim maddi varlığımı bırakalım, bir ad üzerine konuşalım.” dedim.

Amacımıza ulaşmak için düşmanlarımıza karşı milletin güçlü olduğunu kanıtlamak gerekir. Yüce makamda bulunanlar kuşkusuz bu gerçeğin kanıtıdır. Sadece milletimizce değil, yabancılar tarafından da bilinmelidir.

Düşmanlarımız bu gerçeği devamlı saklamaktadırlar. Medeni dünyaya karşı milletimizi, birlik yapabilecek, kendi kendini idare edecek nitelikten yoksun göstermek istiyorlar. İngilizlerin İstanbul’u işgali sırasında hükümete verdikleri notada benim adım söylenmiş. “Bu insan tanınmaz ve lanetlenirse, milli mücadele temelinden yok olur.” denilmiş. Ayrıca ülke içerisinde millete karşı olumsuz propaganda yapılmaktadır. Bunlar gerçek olmamakla birlikte düşmanların elinde bir silahtır. Söylenenlerden anlaşılıyor ki olay yine kişisel olarak gösterilmektedir. Yüce amacımızı elde etmek için düşmanlara koz verecek eylemlerden sakınmamız gerekir. Yalnız ve yalnız bir şey düşünmek zorundayız, o da yurdun kurtuluşudur. Burada söz konusu olacak şahıs sorunu, hatır gönül olayı değildir (alkışlar). Tüm gerçekleri bilerek karar vermenizi, ülkenin yararına olacaktır. Millet bağımsızlığını elde edeceği güne kadar şahsen bütün varlığımla çalışmaya kutsal sayılan her türlü inançla söz veririm. Bu sözü burada tekrar etmekle onur duyarım. (Alkışlar)                                
                                              
                                                                                
TARİH : 1 MAYIS  1920  
BOLU YÖRESİNDE AYAKLANMA, İZMİR CEPHESİ, ANZAVUR HAREKETİ, ADANA CEPHESİ VE SİYASİ OLAYLAR İLE İLGİLİ OLARAK MUSTAFA KEMAL PAŞA’ NIN KONUŞMASI: 

Efendim, iç durumla ilgili olarak bilgi vermemi arzu etmişsiniz. Genel olarak bildiğiniz, içinde bulunduğumuz durumu anlatacağım. Önce Bolu ve çevresinden bahsedeceğim. Bildiğiniz gibi Nisan ayının on üçüncü günü Düzce’de bir ayaklanma meydana gelmiştir. Orada bulunan askeri birlik ve jandarmaya saldırıldı. Aslında az sayıda olan bu askerin silahları ellerinden alındı. Bir subay şehit edildi, birkaç kişi yaralandı.

Bu ayaklanmanın nedenlerini araştırdığımız sırada, aldığımız bilgiye göre bunun kışkırtıcıların; Düzceli Sefer, Vehap, Kamil ve Rifat Bey adındaki şahıslar olduğu anlaşıldı. Bunlar İstanbul’dan özel olarak, para ile görevlendirilmiş bir takım insanlardır.

Başsız kalan ve belirsiz bir takım cereyanlara sahne olan Bolu için, sadece kuvvet göndermek yetersiz olmuştu. Sevk ve idareye yeterli bir arkadaşın gönderilmesi zorunlu oldu. Bu amaçla saygıdeğer arkadaşlardan Hüsrev Bey’i (Gerede) görevlendirdik. Ayrıca önlem olarak Ankara’daki kuvvetlerimizi artırdık.

Geyve’deki kuvvetleri yola çıkardık, bu kuvvetler ayın 18’inde Adapazarı’na ulaştı.

Bir gün sonra, Beypazarı aşağı yukarı aynı nitelikte ayaklandı. Orada da halk kura çekip askere alınacak insanları aldatarak toplamışlar. İlk yaptıkları şey haberleşmeyi kesmek olmuş. Daha sonra orada bulunan silahları halka dağıtmışlar. Bu tarihte Mahmut Bey idaresindeki kuvvetler Adapazarı’na ulaştı. Beypazarı’nda ayrı bir kuvvet yoktu. Beypazarı’ndaki olayları bastırmak için az sayıda askeri birlik gönderildi.

Ayın 20’sinde Hüsrev Bey ve arkadaşları Gerede’ye varmak üzereydi. Hüsrev Bey’e uğradıkları yerlerle ilgili genel bilgi verilmişti. Ayrıca Gerede’ye önlem alınıp girilmesi gerektiği bildirilmişti. Aldığımız bilgiye göre, Gerede’de bu heyet coşkulu şekilde karşılanmış. Ancak içeri alındıktan sonra tümü tutuklanmış. Gerede, bu şekilde ayaklandı. 

Ayın 21’inde Mudurnu, ayın 22’sinde Nallıhan ayaklandı. Ayaş’ta ayaklanma belirtisi görüldü.

Aynı günlerde Ankara’nın kuzeyindeki Yabanabat (Kızılcahamam) ayaklandı. Oraya da Düzce beylerinden biri gizlice çalıştıktan sonra halkı çeşitli şekillerde kandırıp toplamış. Hükümet binasına saldırıp kaymakam ve jandarma komutanını almışlar, orası da ayaklandı.

Ayın 25. nci günü Mihalıççık’ta da dıştan gelen kuvvetlerin etkisiyle, ayaklanma belirtisi görülüyor. Aynı gün Geyve’nin batısında bulunan Taraklı’yı telgrafla ayaklanmaya kışkırtıyorlar. Safranbolu’da hassaslık görülüyor. Gerede’nin doğusunda Mecidiye ayaklanıyor.

Özet olarak, ayın 13’ünden bugüne kadar, 19 gün içerisinde, Düzce’de patlayan bir ateş doğuya ve güneye yayılıyor. Genel olarak belli yerlerden idare edildiği anlaşılıyor. Önlemlerimizi uygulamaya devam ediyoruz. Alınan önlemler sonucunda Kastamonu’dan Safranbolu yönüne bir kuvvet yola çıkardık. Safranbolu’ya egemen olan bu kuvvet, olayların doğuya geçmesini engelledi.

Kastamonu’dan getirttiğimiz kuvvet, Çankırı yöresinde bulunduğu sırada Gerede ve Mecidiye ayaklanması meydana gelmişti. Hemen Çankırı’dan bu kuvveti ayırdık, batıya Çerkeş yönüne gönderdik. Kuvvetlerimiz Çerkeş’in batısına geçti ve Mecidiye’de yaptığı çarpışmada asileri yendi ve dağıttı.

Sıra ile izliyorum. Bugün kuvvetlerimiz Çerkeş’in batısında ve Gerede yönünde gidiyor. İlk olarak Kızılcahamam’da önemli bir ayaklanma yoktu. Az sayıda kişinin karışıklık çıkarması söz konusuydu. Bunu ortadan kaldırmak için küçük bir askeri birlik gönderdik. Bu birliğin hareketi orada haber alınır alınmaz karışıklık çıkaranlar hemen Kızılcahamam’dan ayrıldılar. Ancak hayli yıkıntı yapmışlar; Hükümet konağını, telgrafhaneyi, telgraf direklerini bozmuşlar ve evleri yakıp, yıkmışlardı. Bu nedenle henüz telgraf haberleşmesini sağlayamadık.

Ayaş ve Beypazarı olayı üzerine, Ankara’dan yola çıkan ikinci kuvveti haber almışlar. Oraya vardıklarında, halk kendilerinin kandırıldığını söylemiş. Bu durum bizce de doğrulandı. Artık Ayaş’la fazlaca uğraşmadık. Beypazarı’na ilk gönderilen kuvvet şehrin dış kısmında yer almak zorunda kalmıştı. Onun arkasından giden güçlü süvari birliğimiz, makineli tüfekle buradaki asilerle çatışmışlar ve kaçmak zorunda bırakmışlardır. Bir yandan da idari önlem alıp, Beypazarı kaymakamını zayıf gördüğümüz için yerine başka kaymakam gönderdik. Asiler yola getirildikten sonra yerel önlemleri, sivil idare görevi devraldı ve asker o yerlerden geri çekildi.

Mihalıççık’ ta 25 Nisan günü dıştan gelen asilerin saldırısına uğrayan dürüst ve yurdunu koruma çabası içerisinde olan insanlar, silaha sarılarak bu serserileri tutuklamışlardır. (Bravo sesleri) Kuvvetlerimizden bir kısmını doğuda Sarıköy istasyonuna indirdik, Mihalıççık’a gönderdik. Değerli bir subayın komutasındaki askerler, biraz önce takdim ettiğim kahraman insanları güçlendirdi. Beypazarı’ndan ayrılan kuvvetlerimizle asiler arasında çarpışma oldu. Asiler dağınık bir şekilde kaçtı, ortada sadece yumuşak başlı halk kaldı. Asker şehri sakin şekilde ele geçirdi. Bu askeri birliğimiz gönderilen başka kuvvetlerle güçlendirildi. Mudurnu yönünde hareket emri alan birlik, ilk olarak Göynük ve Taraklı’ya vardı. Geyve’ de bulunan kuvvet Binbaşı İbrahim Bey’in komutası altında doğuya doğru hareket etti. Asilerle uzun süre çarpışan bu kuvveti, bir parça daha destekledik. Sonuçta asiler dağıldı ve kaçtılar.

           Genel durum gösteriyor ki; ayaklanma bir plan dahilinde yapılmaktadır. Nallıhan’da Arif Bey birliğinin elde ettiği belgelere göre Halife kuvveti adı altında kurulmuş gizli topluluklar var.  Mutsuz olan halkı: “Siz halifenin kuvveti oluyorsunuz, onun için çalışacaksınız.” diye aldatıyorlar.
           Aldığımız karşı önlemlerle bu akımları Çerkeş, Kızılcahamam, Mudurnu, Taraklı, Geyve sınırında durdurduk. Bu sınırın doğusuna ve güneyine yayılmasını önledik. Ancak bu durdurma, özünde hastalığı iyileştirmez, ocağı kökünden söndürmek gerekir. İzin verirseniz o önlemleri şu an ayrıntılarıyla açıklamak istemiyorum. Şimdiye kadar asilerin sonu ne oldu ise, bunların da sonu aynı olacaktır. Buna hepinizin güvenmesini rica ederim. (Allah muvaffak etsin sesleri).
           Şimdi izin verirseniz İzmir cephesini anlatayım: Ayvalık, Ödemiş, Aydın sınırı düşmanlar tarafından ele geçirilmiştir. Bizim milli kuvvetlerimiz bu sınırın kuzeyindedir. İstanbul’un ele geçirilmesinden bugüne kadar, tarafların ufak tefek çatışmaları ve ara sıra birbirlerine yaptıkları akınlar dışında bu sınırda kayda değer hiç bir olay olmamıştır.  Yunanlılar da hareketsiz duruyorlar.
          Yunan kuvvetleri ile ilgili olarak elde ettiğimiz bilgilere göre, yaklaşık 110 bin kişi oldukları bilinmektedir. Yakında yaptıkları tören sırasında kuvvetleri gören arkadaşlarımızın açıkladığına göre, kargaşa içindedirler. Bir kısmı ise Arnavutluk ve Yunanistan arasındaki anlaşmazlık üzerine Makedonya’ya gönderilmiştir. Buna karşılık bizim cephemiz (savaş bölgemiz) bildiğiniz gibi üçe ayrılmıştır. Buna kuzey cephesi, güney cephesi ve tüm cepheler diyoruz. Kuzey cephesi, Balıkesir cephesi demektir. Güney cephesi de Nazilli’dir. Başlangıçta tüm cepheler yalnız halk kuvvetlerinden oluşuyordu. Fakat önce güney, sonra kuzey cephesinde, ondan sonra tüm cephelerde kuvvetler askeri şekle dönüşmeye başladı. Komutanlar konusu da öyledir. Kuzey cephesi bölgesiyle birlikte bir komutana sahiptir. Salihli cephesinde ve Anzavur hareketi ile tüm millet ve memleketi kendisine gönülden bağlayan Etem Bey’dir. Nazilli cephesinde de Demir Efe ve diğer kahraman arkadaşlarımız bulunmaktadır. Burada genel komuta, yine değerli komutanlarımızdan Refet Bey yönetimindedir. Tüm kuvvetlerimiz, düşman kuvveti karşısında sarsılacak gibi değildir. Beklenmedik olaylar hesaplanmış değildir. Düşmanın hareketine kolayca izin verecek durumda değiliz
          Yalnız burada bir konuyu ilgisi nedeniyle söylemek zorundayım. Arkadaşların da ilgisini çekmiştir. Bildiğiniz gibi İstanbul’daki merkezi Hükümet düşmanların siyasi ve askeri kuşatması altındaydı. Bu tür bir çember içinde yurdu savunmak, milletin ve devletin bağımsızlığını korumak olanaksızdı. Verilen emirlerle, millet ve devlet asli görevini yerine getiremiyordu. Savunmanın birinci aracı olan ordu da, asıl görevini yerine getirmekten yoksundu. Millet orduya, düşman hücumu ile karşı karşıya gelen bölgelerin savunmasını ve saldırıya uğrayan kardeşlerimizin yaşamlarının korunması görevini vermişti. İşte buna  KUVAYİ MİLLİYE (milli kuvvet) diyoruz ve tüm dünya bunu böyle biliyor.
          Milletin gerçek birliğini oluşturan ve İstanbul’un içinde bulunduğu koşullara karşı bir amaç için oluşturulan bu kuruluş, sadece Kuvayi Milliye erlerinden oluşmuyor. Tüm yurtta ve yurdun en uçtaki yerlerinde kurulmuş yasal ve uygar bir kuruluş vardır ki ona, “MÜDAFAA-İ HUKUK DERNEĞİ” diyoruz. (“Hukuku Savunma Derneği” Atatürk tarafından kurulmuştur). Orada silah söz konusu değildir. Uygar, toplumsal ve genel görünüş olarak siyasi bir dernekti. Bu derneğin her il ve livada merkez kurulları, idari kurulları vardır. İstanbul hükümet merkezinde başvurulacak yer bulamayan ordu, devam etmek, sevk ve idare edilmek zorundadır. Bu nedenle Hukuku Savunma Derneği, silahlı güçleri içine aldı. Bu kuruluşa bağlı kuvvetin adı Milli Kuvvetti. Demek ki İstanbul’da bir Hükümet vardı ve onun görünüşte bir ordusu vardı, ancak hiçbir şey yapmıyordu. Milli ordu böyle oluştu. Başlarında bulunan en büyük komutanından, en son askerine kadar kutsal amaç çevresinde toplandı. Ancak çalışmasını resmi görüntü içinde yapamıyordu.

Ordu bir yandan teşkilatı elinde tutan insanlardan, diğer yandan İstanbul’daki Hükümet Merkezinden emir alıyordu. Bu nedenle açık ve kesin her emri tam olarak yerine getirmediği zamanlar da görülmüştür. Başka bir önemli olaydan bahsetmek gerekir: Orduya bakan, yedirip içiren ve giydiren merkezi hükümetti. Milli kuvvetleri yedirip içiren ise, doğrudan doğruya milletin kendisiydi. Ancak millet, sadece saldırıya uğramış olan yerdeki kısmı üzerine alıyordu. Tehlikeyle karşılaşan çevre halkı, kendi varlığını ve çıkarını korumak için gerekli olan kuvvetin gereksinimleri için harcanacak parayı topluyorlardı. Bu tür nazik sorunlarda gerekli kuruluş ve düzenleme olmazsa, birçok yanlışlıklar olur. Bunun önüne geçmek için girişilecek tek çözüm yolu, resmi olmayan yöntem ve biçimleri bir yana bırakmaktır.
Merkezi hükümet etkili ve egemen olmadıkça, ülke içinde yabancıların müdahalesi kaçınılmazdır. Oysa durum değişmiştir. Millet yazgısını kendisi üstlenmiştir. Milli kuvvetler, ordu her şey artık doğrudan doğruya milletin emri altındadır. Ancak iş yurdun savunması olduğuna ve ordunun da gerçek görevi bu olduğuna göre, bütün araçların aynı emir ve komutaya bağlı olması gereklidir. Bu komuta da şunun veya bunun elinde olmayacak, tümünün yönetimi Yüce Meclisin elinde bulunacaktır.

Tanrının yardımıyla yarın veya bir gün sonra Bakanlar Kurulu seçilecektir. Kurulacak Milli Savunma Bakanlığı, ordunun yiyecek, giyecek ve yönetim sorunlarını enine boyuna düşünecektir. Para sorunu da tüm ordu ve yönetim için çözümlenecektir, bu konularda içiniz rahat olsun.

Şu anda Anzavur olayının sonundan bahsedeyim: Olayın başlangıcını yeniden söylemek gerekirse, Anzavur başına topladığı bir kısım serserilerle Kirmasti’ye (Mustafakemalpaşa ilçesi) kadar ilerlemiş ve alınan karşı önlemler sonucu ilk çarpışma Susurluk’ta gerçekleşmiştir. Çarpışmada yenilmiş ve Biga’ya kadar takip edilip, orada da yenilmiştir. Yanındaki serseriler dağıldı, tek başına Gönen’e gittiği anlaşıldı. Gönen’de yaralanıp, İstanbul’a gittiğini öğrendik. Bugün artık Anzavur olayı kalmamıştır. Anzavur’u kuşkusuz ayak takımı izleyecek, onların da yapmak istedikleri eylemler kendileriyle birlikte yok olacaklar.

Her yandan umudunu kesen ve kendilerini ölüm cezasına hüküm giymiş gibi gören Kilikya ve diğer yöre halkı, varlıklarını korumak için ortaya atılmak zorunda kaldılar. Bu duruma komşu Müslüman halkın seyirci kalması doğru olamazdı. Yurt içinde özellikle Sivas’tan yurtseverler kalkıp, işgal edilmiş bölgelere koştular. Oradaki kardeşleriyle bir araya gelip namus ve kutsal sayılan inançları için aynı safta yer aldılar. Savaş devam etmektedir. İlk çarpışma Maraş’ta oldu ve sonuç bizden yana yönelmiştir. Bundan sonra Urfa ve Silifke yöresindeki çarpışmayı da kazandık. Düşman bugün Arap Pınarı yönünde izleniyor. 

Antep’te Ermenilerin saldırısı ve gösterileri sonucu çarpışmalar devam etmektedir. Düşman, güçlerini sağlamlaştırmak için çeşitli yönlerden askeri birlikler getirmiştir. Ancak bunlar milli kuvvetlerce etkisiz hale getirilmiştir. Adana ve İslahiye demiryolu çizgisine kadar olan bölge milli kuvvetlerce ele geçirilmiştir.

Daha batıya gidecek olursak Pozantı’nın batısında düşman kuvvetleri kuşatılmıştır. O bölge de milli kuvvetlerin egemenliği altındadır.

Silifke halkı Kilikya olayında çok büyük yiğitlik ve yurdunu koruma çabası göstermiştir. Kuvvetlerimiz Mersin merkezi dışındaki bölgeyi geri almışlardır. (Var olsunlar sesleri). Mersin merkezinde düşmana hakim bir yerde bulunuyorlar. Mersin’den gelen arkadaşlarımızın söylediklerine göre Fransız güçleri endişe içindedirler.

Yapılacaklarla ilgili olarak, meclis tarafından alınacak kararlara kadar beklemek uygun görüldü. Son yapılan bildirimde, daha ileri gidilmemesi emredildi. Bu nedenle Mersin ili işgal edilmemiştir. Ancak oraya hakimiz ve istediğimiz zaman zorla alabiliriz. Fransa tarafından bizimle görüşmek üzere Mösyö Alber Saro adındaki bir kişi bugün buraya geldi. O gelmeden önce bir kısım arkadaşlarımız Beyrut’a gitmişlerdi. Orada Suriye ve Irak’ın tümünü idare eden General Desperey ile görüşmüşler. Bu görüşmenin tamamını size sunmayı uygun buluyorum. Genel görüşme sonucu kararlar ortaya çıkacaktır. Bu kişiler bir anlaşma zemini hazırlamakla görevlidir. Asıl anlaşma için bir Fransız heyeti gelmeye hazırlanıyor. Mösyö Alber Saro, bütün Fransız diplomatları gibi; “İşgalde biz haklıyız, ancak sizinle de anlaşmak istiyoruz.” demektedir. Biz de; “Fransızlar buraya haksız olarak girmişlerdir.” diyoruz. Şu anda kendilerinin önerilerini okuyorum. (Fransız görevlisinin önerisi okunur, tutanağa geçirilmez.)

Bunlar çok ağır önerileridir. Ancak sonuçlar hakkında görüşümüzü saptamalıyız ve bu yönde bir program oluşturmalıyız. Gerçi şimdiye kadar belirlenmiş amaç ve esaslarımız vardır. Bir kez de Yüce Meclisin onaylaması gerekir. Bu temeller Erzurum ve Sivas Kongreleri’nde kararlaştırılmıştır. Bir de Felahı Vatan (vatanın kurtuluşu) grubunun programı vardır. Bunu mu izleyeceğiz? Yoksa daha geniş program mı yapacağız? Bakanlar Kurulu seçildikten sonra gereken program hazırlayacaktır.

Şimdiden söylüyorum ki; yurdumuzun hiç bir parçasını kimseye vermek niyetinde değiliz. (Alkışlar).
         

        

TARİH:9 MAYIS 1920
MUSTAFA KEMAL PAŞA’NIN ASKERİ VE SİYASİ DURUM HAKKINDA YAPTIĞI KONUŞMA:
 
Saygıdeğer arkadaşlarıma sizleri içinde bulunduğumuz olaylara ilişkin aydınlatmayı çok yararlı görüyorum.

Geçenlerde genel durumla ilgili bilgi verirken söylemiştim. 2 Nisan günü Arif Bey emrindeki az sayıdaki askeri birlik, Çarşamba yöresindeki asileri yola getirdikten sonra Mudurnu’ya gitme emrini almıştı. Bu konuda gerekli planlar önceden yapılıp kendisine bildirilmişti. Ancak bu sırada Düzce’de isyan çıktı. Arif Bey kuzeye doğru hareket etti. 2 Mayıs günü Bolu yöresine ulaştı ve yapılan çarpışmada başarılı oldu. Asilerin elinden bir dağ topu, iki makineli tüfeği aldı. Bolu’ya üç saat uzaklıkta arkasını dağlara verip durdu. İzmit yöresinde bulunan askeri birliğimiz ancak ayın beşinci günü hareket etti. Arif Bey’in Bolu’ya girmesiyle birlikte, bu birliğin bir an önce Gerede yönünde birleşmeleri gerekirdi. Bu sıra da Arif Bey’in birliğine saldırı oldu. Savaş 4 Mayıs günü sabahtan akşama kadar devam etti. Yerinin iyi seçilmiş olması nedeniyle asileri bulunduğu yere yanaştırmadı. Saldırılarını uzaklaştırdı. Arif Bey’e yardım edecek kuvvetlerin yürüyerek ulaşması ancak iki üç güne aldı. Bu nedenle 4-5 Mayıs akşamı güneş batması ile Arif Bey bulunduğu yerden doğuya Karadoğan’a çekildiği zaman, saldırı yeteneğini ve gücünü korur durumdaydı. Kızılcahamam ve Çerkeş’ten Gerede yönüne yürüyen Vasfi Bey’in komutasında bir birliğimiz vardı. Arif Bey bu birlik komutanından Gerede’de daha önce karışıklık çıktığı için önlem almasını istedi. Gerede’liler bu şekilde doğudan ve güneyden kuvvetlerin gelmekte olduğunu görünce; telgraf haberleşmesi ile kendilerinin kandırıldığını, asileri kurtarıcı sandıklarını söylediler. Vasfi Bey birliği Gerede’ye yüz metre yaklaşınca her yerden tüfekler atılmaya başlamış. Bu arada Memduh Efendi adında subay rolü yapan birinin, asilerin elinden kurtulup yirmi kadar asker ve iki makineli tüfekle geldiğini söylüyor ve orada beklemede olan askeri birlik (müfreze) olduğuna Vasfi Bey’i inandırıyor.

Kızılcahamam birliği Rüştü Bey komutasındaydı. Yedi Mayıs günü Gerede’ye yaklaştığı zaman sağından, solundan silahlar atarak onu da aldatmaya çalışırlar. Arif Bey durumu anlayınca Gerede’ye giriyor. Onu da kandırmak istemişlerse de aldanmamış. Arif Bey’in Gerede’ye varışı sırasında diğer birlikler zorunlu olarak geri çekilmiş bulunuyor. Bu durumda yalnız başına orada kalmayı uygun bulmuyor. Bugün Kızılcahamam’a gelmiştir. Gerede’yi isyana kışkırtanlar yine Düzce ve Bolu’dan gelip, halkı zehirliyorlar. Halk gerçeğin ne olduğunu anlamadan hemen silaha sarılıp ateş ediyor.

Bizim Mudurnu’da da bir kısım kuvvetlerimiz vardı. Mudurnu’nun kuzey doğusunda Abat serisinde asilerin yeniden toplanmakta olduğuna dair Mudurnu Birlik Komutanlığı’ndan telgraf geliyordu. Birliğimizin komutanı o yöne keşif kolları göndermiş. Şu ana kadar toplanan asilerin sayısı iki yüz kadar olmakla birlikte, durumunun savunmaya uygun olduğunu bildiriyor. Yine bildiğiniz gibi bizim Geyve’de de kuvvetlerimiz vardır. Yalnız Geyve Boğazı kuzeyinde ki Sapanca Boğazı açık kalıyordu. Keşif yapmak için o yöreye giden bir kısım askerler asilerle çarpışmış. Asiler sayıca fazla olduğu için Sapanca’yı elde bulundurmak imkanı olmadığından, orayı bırakmışlardır. Demek oluyor ki bizim kuvvetlerimiz Safranbolu, Çerkeş, Kızılcahamam, Mudurnu ve Geyve’de bulunuyor. Asilerin halkı zehirlemek için tek silahı, arz ettiğim gibi olumsuz propagandadır. Her asiye bir at, yüz elli lira aylık, bir tüfek söz veriyorlar. Ancak tüm bu sözlere karşın ortaya koydukları, büyük bir şey değildir. Kızılcahamam’da Arif Bey birliğine yeni ve yeterli kuvvetlerimiz gelmiştir.

Konya’da uzun zamandan beri ufak tefek duyarlıklar olduğu anlaşılıyordu. Bozguncu bir cemiyetin varlığı ortaya çıkarıldı. Bunun üzerine bu bozguncu cemiyetle ilişkisi olanlar tutuklanmaya başlandı. Ertesi gün 6 Mayıs 1920 tarihinde bu şahıslar kendilerini kurtarmak için, suçsuz olan halka karışıklık çıkarttılar ve Konya’da isyan oldu. O anda yörede bulunan kuvvetlerimizden yeteri kadarını, göz dağı vermek üzere Konya’ya yola çıkma emri verdik. Konya’daki komutanımız az bir kuvvetle, asileri silahla kovmuştur. Bunun üzerine orada ki isyan tümüyle yok edildi. Ön ayak olanlar izlenip tutuklanıyor. Bunlarla ilgili Yüce Meclisinizin çıkardığı yasalar uygulanacaktır. 

Kilikya cephesindeki durum da küçük bir değişme olabilir. Oldukça çok sayıda Fransız kuvveti Pozantı’yı kuşatmıştı. 3 Mayıs günü bu Fransız kuvvetleri buradan kovuldu. Oradaki kuvvetlerimizin saldırısı sonunda, Fransızlar kuşatmayı kaldırıp, üstelik Cerablus (Karkamış ilçemizin karşısında, Suriye sınırları içinde kalan ilçe) yönünde çekilmek zorunda kalmışlardır.

Bugün Antep’le doğrudan doğruya telgraf haberleşmesi yaptık. Biraz önce adı okunan Kılıç Ali Bey de oradaydı. Buradaki Fransızlar Cerablus’ta ki kuvvetlerinin yanlarına çekildiler. Oradan Urfa’ya doğru hareket etmişlerse de, Sürüç’te bulunan kuvvetlerimizin çarpışması ile karşılaşıp orada kalmışlar. Kilikya cephesinde başka önemli bir durum yoktur. Son durum bu şekildedir. Arkadaşlar, asilere karşı durumumuz çok güçlüdür. Önce uyarıda bulunuyoruz. Ancak bozguncuları köklü bir şekilde yola getirmek için de gerekli girişimleri yapıyoruz.
          HAMDULLAH SUPHİ BEY (Antalya Milletvekili) – Paşa Hazretleri Kafkasya’dan alınan son bilgilere ait açıklama yapar mısınız ?       
           MUSTAFA KEMAL PAŞA (Devamla)- Kafkasya’dan alınan son bilgiler ajanslarla bir dereceye kadar aynen yayınlanmaktadır. Son durumda bildiğiniz gibi Kızıl Ordu emrinde görev alan Müslüman bolşevik ordusu Bakü’ye girmiş, daha sonra Ermenistan sınırına kadar gelmiştir. Ermenistan’a saldırmak üzere Karabağ yöresinde ve Gence civarında yığınak yapmaktadır. Gürcistan’ın bir kısmı karşı görüşte olduğu halde,  Rus kuvvetlerine karşı ufak çapta saldırı yapmak için ayağa kalkmışlardır. Yine kuzey batıdan gelen kuvvetler yığınak yapmaktadır. En önemli ve son safha budur.
          TUNALI HİLMİ BEY (Bolu Milletvekili)- Trakya ile ilgili bilginiz var mı?
          MUSTAFA KEMAL PAŞA (Devamla)- Batı Trakya’da en son durum; orada bir merkezi heyet vardır: Trakya Paşaeli Merkezi Heyeti. Kongre sonucunda o merkezi heyete Trakya’nın yönetimini verdiler. Orada bulunan kolordu komutanı bu heyetin içinde ve Meclisimizde de yine bölgenin temsilcisi olarak seçilmiştir. İzledikleri program bütünüyle bizim izlediğimiz programdır. Aslında eskiden bu yana Fransızların Trakya’yı kazanmak için bir kısım girişimlerde bulundukları anlaşılıyor. Ayrıca yakın zamanda Cafer Tayyar Bey’i, Franchet d’ Esperey ile görüşmek üzere çağırdılar. Cafer Tayyar Bey de İstanbul’a gidiş ve dönüşünde ayrıntılı bilgi verdi. Bu görüşmüşler, büyük bir ihtimalle onların morallerini bozmuş olmalı. Oradaki merkezi heyet ve komutanın kararı, sonuna kadar karşı koymaktır. Bizim de kendisine vermiş olduğumuz talimat; “Size üstün güçlerle saldırılsa ve Trakya bütünüyle ele geçirilse de, yine onların aldığı kararları kabule yetkili değilsiniz.” şeklindedir. Büyük Millet Meclisi’nin vereceği kararlar ile birlikte bütün ülkenin yazgı ve talihinin çözüleceğini söyledik. Bu şekilde hareket ediyorlar.    
          Batı Trakya’da yine bir İslam Meclisi kongresi toplandı. Onlar yürütme heyeti oluşturup, dıştan bir idare altında yaşamak istediler. Batı Trakya’da bir İslam idaresi vardır. Fransızlar da devamlı olarak bunlara sahip çıkmaya çalışmaktadırlar. (Aydın ile ilgili bilgi sesleri).
          Rafet Bey, Aydın cephesi genel durumu ile ilgili bilgi verecektir. (Yeni bir olay var mı? sesleri). Yeni bir olay yoktur. Sadece İngilizler devamlı kötü haberler çıkarıyorlar. Duyduğunuz zaman rica ederim bize sorunuz. Bizim Biga yöresinde başarılı olduğumuz gün Yunanlılar hücum etti şeklinde acele bir haber çıkardılar. Bunu bize çok kısa sürede ulaştırdılar. O kadar kesin bilgi vermişlerdi ki, inanmak gerekti. Sonra bunun İngiliz planı olduğunu anlaşıldı. Bizim kuvvetlerimizi cepheye bağlı bırakmak için yapıldığı anlaşıldı. Yunanlıların bugün saldırıya geçmeleri gerekirdi. Ancak bu saldırı olmadı. İngilizler bizi birbirimize kırdırmak için bunu yapıyorlar. Biz gerçek düşmanların Yunanlılar ve İngilizler olduğunu anlıyoruz. Bu gerçeği milletin ve özellikle bilgisiz olanların gözünde canlandırmak gerekir. Bugün için başkaca bir şey yoktur.
          MÜFİT EFENDİ- (Kırşehir Milletvekili)-  Dıştan başka bilginiz var mı?
          MUSTAFA KEMAL PAŞA (Devamla)- Geçen gün sunmuştum. Fransızlar tarafından ileri sürülen iki madde ile ilgili kendileriyle görüştük. Doğrusu önerdikleri maddeleri çıkarımıza uygun görmedik. Ayrıntılarla ilgili şu anda görüşme gereği duymuyoruz. Biz bütün insanlarla anlaşmak istiyoruz. Kimse ile durup dururken savaş ve tartışmak istemiyoruz, barıştan yanayız. Bundan dolayı Fransızlarla yalnız Kilikya sorunu ile ilgili değil; tüm yazgımızla ilgili alınan kararları görüşmek üzere bir heyetin  buraya gelmesini istedik. Onlar da önerimizi kabul ettiklerini bir telgrafla bildirdiler. Doke adında yetkili bir kişi buraya gelmek üzeredir. Bu şekilde Fransızlarla kesin görüşme yapabiliriz ve ihtimal anlaşırız. (İnşallah, inşallah sesleri)
          FUAT BEY- (Çorum Milletvekili)- İstanbul bizimle anlaşmak istiyormuş, bu konuda bilgi verir misiniz?
          MUSTAFA KEMAL PAŞA - Bundan dört beş gün önce Leon adında biri Çanakkale üzerinden bizi arayıp: “Söyleyeceklerimiz çok önemlidir, o nedenle haberleşmeyi geceye erteleyelim.” dedi. O gece görüşmediler, ancak bir iki gece sonra bu kez İzmir eski valisi Nurettin Paşa imzası ile bir telgraf geldi. Bu telgrafta deniliyordu ki: “Ben iki arkadaşımla birlikte, İstanbul’un sizinle anlaşmasına aracılık etmeyi yurdun yararına sayıyorum. Buradaki hükümet ve İngilizler bunu uygun gördüler. Sizin de uygun cevabınızı bekleriz.”
          Telgrafı Temsilciler Kurulu Başkanı diye yazdıkları için Fevzi Paşa imzası ile verilen yanıtta: “Ülke içinde seçim yapıldı, Büyük Millet Meclisi kuruldu, Bakanlar Kurulu oluşturuldu, Vatan Hainliği Yasası çıkarıldı. Sözün kısası yaptıklarımız ile ilgili olarak ne söylemek gerekirse tamamı söylendi ve anlatıldı. Şu anda hangi makamla görüşmek isteniyorsa hazırız.” dedik. İkinci başvurularında Nurettin Paşa bu işe girişenlerin, Yakup Şevki ve Genelkurmay İkinci Başkanı Kazım Paşa olduğunu bildirdi: “Telgraf haberleşmesi ile anlaşmak olanağı olmadığından, tarafınızdan yetkili bir heyeti İstanbul’a gönderin görüşelim ve anlaşalım.” diyordu.
          Biz de yanıt olarak dedik ki: “Çok yerindedir, gerçekten telgrafla anlaşmak olanaklı değildir. Ancak Mudanya’ya geliniz ve ne zaman geleceğinizi bize bildiriniz. Bizden de yetkili kişiler orada hazır bulunur.” Bu nedenle Bursa’ ya da gerekli talimat verildi. Fakat ondan sonra bir daha başvuru da bulunmadılar.
          MÜFİT EFENDİ- (Kırşehir Milletvekili) – Acaba gerçekten Nurettin Paşa mı idi?                           
         MUSTAFA KEMAL Paşa (Devamla)- Evet gerçekten Nurettin Paşa idi. İstanbul’dan yeni gelen arkadaşlarımızdan biri Nurettin Paşa ile görüşmüş. Bu arkadaşların olduğu gerçektir. Ferit Paşa hemen anlaşmaya yanaşıyor, önerimizi memnunlukla kabul ediyor. Ancak bu durum, her an bizim güçlü olmamıza bağlıdır. Başvuru, Biga olayında kesin sonuç alındığında ve Arif Bey’in Bolu’ya girdiği gün olmuştur. (Evet sesleri) Biz ne kadar güçlü olursak ilişkiler sürecektir.
          Ayrıca İngilizlerin de başvurusu mevcuttur. İngilizler daha önce Balıkesir’e bir heyet göndermişler Milli Kuvvetler temsilcileri ile görüşmüşlerdir. Milli Kuvvetlerin amacını sorup, Ankara ile görüşmelerine aracılık edilmesini istemişlerdir. Verdiğimiz direktifte: ‘Bir daha geldiklerinde Hükümet Başkanı veya yetkili kişi olduğu zaman görüşüleceğini söyleyiniz. Temelde anlaşmak isterlerse bizimle görüşmeleri gerekir.’ dedik.
          MAZHAR MÜFİT BEY (Hakkari Milletvekili)- Süleyman Şefik Paşa ile ilgili bilgi verir misiniz?
          MUSTAFA KEMAL PAŞA (Devamla)-  Padişah yanlısı Süleyman Şefik Paşa‘nın birkaç gün önce iki batarya top, iki büyük makineli tüfek, üç bölük piyade kuvveti ile İzmit’e geldiği bilgisi verilmişti. İkinci bir bilgide; “Süleyman Şefik Paşa özel bir trenle karadan İzmit’e gelmiştir. Yanındaki yüksek dereceli subaylar da vardır.” denildi. Bu asılsız haberleri Bolu ve Düzce asileri yayıyorlar. Dün akşamüzeri aldığımız bilgiye göre gelen kuvvetler gerçekten topçu, makineli tüfek ve piyadeden oluşan birliklerdir. İzmit çevresinde yapılan tel örgü dışında orduya konaklama yeri kurulmuştur. Ayrıca bize verilen bilgiye göre askerler, ilk uygun zamanda bizden yana geçeceklerdir. Biz ölçülü hareket edip, önlem almakla yükümlüyüz. İngilizler bu kuvvetlerden kuşkulanmış, tüfek ve topların kamalarını almışlar. Sonra Bildiğiniz gibi Tıp Okulu öğrencileri, Harbiye öğrencileri öğretmenleriyle birlikte buraya geliyorlar. Tıp Okulu küçük birlikler halinde Kandıra’ya varmışlardır. Fakat sanıyorum ki, Harbiyeliler kötü durumdalar, Çamlıca’dan uzaklaşamadan jandarmalar tarafından yakalanıp tutuklanmış olabilir.
          Rüştü Bey adındaki kişi jandarma binbaşısıdır ve önceden Bursa’dan kaçmıştır. Ereğli’den Kastamonu’ya çekilen bir telgrafta, Rüştü Bey’in beş yüz kişilik bir kuvvetle Sakarya nehri civarında Melen’de, emir ve talimat beklediği bildiriliyordu. Ancak biz bu şahsa kuşkuyla baktığımızdan, hemen emir ve talimat vermedik. Daha fazla araştırma yapıyoruz.
          BİR MİLLETVEKİLİ- (Adı ve ili yazılmamış)- Paşa Hazretleri Araplarla ile ilgili bir şey söylenmedi.
          MUSTAFA KEMAL PAŞA (Devamla)- Suriyelilerin çeşitli merkezlerden bizimle anlaşmak istediklerini daha önceki konuşmamda söylemiştim. Emir Faysal, bizimle ilişki kurmadan önce Hükümet Merkezi ile de görüşmüştü. Suriye Sultanının gönderdikleri bir delegeye, Emir Faysal ve Hükümeti onayladıktan sonra yetkili kişilerle yeniden buraya gelmesini söyledik. Önceki gün Iraklı Sıtkı Bey adında bir kişi ile buraya gelmek üzere Mardin’den hareket ettiklerini öğrendik. (Çok iyi sesleri). Efendim; başka sorunuz var mı? (Teşekkür ederiz sesleri).                                  
                                            
         

TARİH :  17 MAYIS  1920
MUSTAFA KEMAL PAŞA’NIN ÜLKENİN GENEL DURUMU İLE İLGİLİ YAPTIĞI KONUŞMA

          Efendim, beş, altı günden bu yana içerde meydana gelen olayları sırası ile sunacağım. Son verdiğim bilgide Arif Bey komutasındaki bir müfrezemizin Kızılcahamam’a geldiğini ve oradaki diğer kuvvetlerle birleştiğini söylemiştim. Bundan dört, beş gün önce Arif Bey çadırında yatarken öldürülmüştür. Şu ana kadar yaptığımız araştırma sonucunda belli bir noktaya ulaşılamadı. Olayın içerden veya dışardan meydana geldiğine ait kesin bir ip ucu elde edemedik. Bununla birlikte derinliğine soruşturma sürüyor.   
          Arif Bey’in kaybı ile oradaki durumumuzda hiçbir değişme olmamıştır. Orada yine kuvvetler vardır. Yalnız Arif Bey’in doğrudan kendisine bağlı olarak şuradan buradan topladığı erlerin bazıları memleketlerine dönmek istemişlerdir. Üzüntüleri yüzünden artık orada kalamayacaklarını söylemişlerdir. Bunlardan kimini bıraktık (terhis ettik), kimini başka yerlere gönderdik.
          Genelde Bolu ve Düzce’ye karşı almakta olduğumuz daha geniş askeri önlemleri ayrıntılarıyla açıklamamıştım. Bu ayrıntılarda şunu sunacağım: Mudurnu’da sadece küçük bir birliğimiz vardı. 13 Mayıs öğleden sonra, kuzeyden gelen bir kısım asiler, yörede bulunan köylüleri korkutup yanlarına alarak Mudurnu Birliğimiz’e saldırdılar. O gün savaş akşama kadar ve gece de devam etti. Henüz güneyden gelmekte olan kuvvetler katılmamıştı. 14 Mayıs günü bu birlik kendini savunup çarpışmayı kazandı. Karşı saldırı sonucu asiler perişan bir şekilde dağıldılar. Kaçan asileri süvariler gece de izlemeye devam etti. Piyade birliklerimizle Abant’ın güneyinde yeniden şiddetli çarpışma başladı. Mudurnu’dan gelen güçlendirilmiş askeri birliklerin saldırısı sonunda asiler yeniden yenildiler. Bir kısmı kuzeye, bir kısmı batıya kaçtı. Savaş bu şekilde son bulmuştur.
          Aynı tarihte 13 Mayısta Geyve boğazı kuzeyinde bir olay meydana geldi. Son alınan bilgiye göre Anzavur: Adapazarı, Hamidiye, Kemaliye, Kumbaşı köylerine, yanında 400-500 kadar asi ve bir top ile gelmiş. Geyve boğazının kuzey doğusunda bulunan sırtlara, Boğazköy yöresine 10-16 Mayıs gecesi baskın yapmış ve oradaki sırtları ele geçirmiş.
Dün 16 Mayısta tarafımızdan yapılan karşı saldırıda, Anzavur’un kuvvetleri yenildi. Yeniden güneye eski yerlerine kaçtı. Bundan dolayı asilerin Geyve boğazında ve Mudurnu yönünde hareketi bu şekilde başarısız kaldı. Biz yine planımızı uygulamaya devam ediyoruz. 
          Bunlarla uğraştığımız sırada Yenihan’da bir olay oldu. Biliyorsunuz Yenihan Sivas’ın kuzeyindedir. Nazım adında ünlü bir eşkıya, Kara Mustafa ve bir de katil Saim adlı bir adam Yenihan ve Zile’de karışıklık çıkartmışlardır. Aynı tarihte Yenihan merkezinde 400-500 kişi toplanıp Sivas Valiliği’ne verdikleri ültimatomda diyorlar ki: “Siz padişahla savaşıyorsunuz, bundan vazgeçiniz. Ayrıca bizden çok vergi, asker alacaksınız.” şeklinde sözler söyleyip, gözdağı vermişler. Anlaşılan halkın bir kısmı anlamadan, bir kısmı zor ve baskı ile bu işe katılıyor. Askerlerin aldığı önlemler sonucu halk dağılmış. Nazım ve Kara Mustafa’nın yağmacılık yaptığını kendileri de görmüşler. Bu suretle Yenihan’da ortaya çıkan olay bugün için yok edilmiş bulunuyor. Ancak nedenlerini izlemekteyiz.
          Konya merkezinde ve civarında kışkırtma sonucu meydana gelen olay sonrası, vali ve komutan orada sıkı yönetim ilan etmek zorunda kalmıştır. 15 Mayıs tarihinden bu yana Konya’da sıkıyönetim ilan edilmiştir.
           Fransızlarla ilgisi olduğu için küçük bir olayı da anlatayım. İstanbul Hükümeti tarafından Zonguldak bağımsız liva (sancak) yapılmak istenmiş. Daha önce tarafımızca idari olarak liva yapılmış ve vekil kaymakam atanmıştı. Kendisine “İstanbul’dan bir liva yöneticisi gelirse engel olunuz.” diye emir verilmişti. Son aldığımız bilgiye göre İstanbul’dan Kadir Bey adında biri gelmiş ve doğrudan Fransız karargahına giderek orada liva yönetimini üslenmiş. Biz Zonguldak’ ın ele geçirilmesine (işgaline) engel olmak istiyoruz.
          Doğu Trakya’da Fransız mandası isteyelim, başarılı olur mu? diye düşünenler vardı. Fransız mandasına girmenin sonucu, Yunanlılara verilmek olacaktı. Edirne’de iki yüz kırk kişiden oluşan bir toplantı yapıldı. Bu toplantıda alınan en son kararda: Kesin olarak varlıklarını koruma ve Yunanlılara karşı savunma kabul edilmiştir. Gerek bu heyetten ve gerek kumandanlardan aldığımız en son telgrafta bu kararın çok kesin olduğu bildirildi.
          Barışı ile ilgili şartların İstanbul delegelerine bildirildiğini duymuşsunuzdur. Yanıt verilmek üzere de bir ay süre verilmiştir. Konu ile ilgili bizim de bilgimiz vardır ancak, alınan kararlar henüz yayınlanmadı. Bize özel olarak gelen bilgide; Trakya’nın Çatalca hattına kadar olan kısmı ve İzmir Yunanlılara verilecek, doğuda bir kısım toprak Ermenilere bırakılacaktır. Bir de İstanbul boğazları ile ilgili Londra kararlarının uygulanacağı bildiriliyordu.              
          NEBİL EFENDİ (Afyonkarahisar)- Barış konferansında Aydın hakkında bir şey var mı?
          MUSTAFA KEMAL PAŞA – İzmir Yunanlılara bırakılacak, demişler. Yunanlılar Birkaç gün önce 10 Mayıs 1920 tarihinde İzmir’in kuzey cephesinden bir saldırı yaptılar, bildiğiniz gibi başarılı olamadılar.
          Doğu ile ilgili yeni bir bilgi yoktur. Ancak Batum’da ki İslam Cemiyeti üyelerinden Mehmet Edip, Ahmet Akif, Mahmut Celal Efendiler Büyük Millet Meclisi ile temas kurmak üzere 13 Mayısta Samsun’a geldiler. Burada dikkat edilecek iki şey var. Gürcülerle, Ermenilerin çoğunluğu bolşeviklere anlaşmak istemektedir. Ancak İngilizlerden bir kısım çıkar elde etmek için şimdilik karşı görünüyorlar. Gerçi Bolşeviklere meyilli olan Gürcülerin onlarla anlaşma yaptıklarıyla ilgili bilgi vardır. Ancak bunu haber olarak sayıyoruz. Bu nedenle bu durumdan uzun boylu bahsetmek istemem.
          HAMDİ NAMIK BEY (İzmit Milletvekili) – Azerbaycan tarafından bize bir başvuru var mı?
          MUŞTAFA KEMAL PAŞA (Devamla) – Bizim başlangıçtan bu yana Kafkasya’da temsilcilerimiz vardır. Son aldığımız bilgiye göre, Azerbaycan-Türkiye anlaşmasının onaylanmış olduğu söylenmektedir. Ancak detayları olmadığı için sunmuyorum. Azerbeycan Hükümeti ile işbirliği sağlamak çıkarımızadır.
          HAŞİM BEY (Çorum Milletvekili) – Paşa Hazretleri, Ermenilerin Bolşeviklerle anlaşması bizim aleyhimize olur. Biz onlardan önce Bolşeviklerle anlaşma yapsak olmaz mı?
           MUSTAFA KEMAL PAŞA (Davamla) – Onlarla yapacağımız anlaşmanın kendi vicdanımıza ve aklımıza uygunluğunu görmeliyiz. Bunu gördükten sonra genel kurulunuza sunar ondan sonra bir karar veririz. Bundan önce milletimizin isteklerini gerçekleştirmek için her türlü girişimde bulunma yetkisini Bakanlar Kuruluna vermiştiniz. Biz bu yetkiye dayanarak her yerde girişimde bulunmaktayız. Ancak bu girişimin eyleme dönüşmesi için tarihe karşı, millete karşı çok duyarlı olmak zorundayız.          
          MUSTAFA EFENDİ (Antalya Milletvekili) – Gerede ve Çerkeş’te durum nasıldır? Halkın hareketi nasıldır?
          MUSTAFA KEMAL PAŞA (Devamla) – Bildiğiniz gibi Gerede’de bir kısım halk Düzce’den gelenlerle birlikte hareket etmiştir. Asıl yola getirilmesi gerekli olanın Düzce olduğuna inanmış bulunuyoruz. Bu nedenle oraya karşı harekette bulunacağız. Ondan sonra Gerede’liler biz isyana devam etmek istiyoruz derlerse, onun da gereğini yaparız.
          DR. MAZHAR BEY (Aydın Milletvekili) – Arif Bey’in öldürüldüğü haberinden sonra birçok öldürme ve yağma girişimi olduğu söyleniyor. Bu durum gerçek midir? Konu hakkında yüce heyetiniz önlem almış mıdır?
          MUSTAFA KEMAL PAŞA - Arif Bey öldükten sonra asilerin bazı köyleri yaktığı, bazı yerleri cezalandırdığına ait bilgi vardır. Ancak halk tarafından bize yapılmış bir şikayet yoktur. Bu bilgileri kendi insanlarımız aracılığı ile alıyoruz. Aldığımız önlemlerde, askerlerin baskı yapmalarını yasakladık. Yalnız buna neden olanlar bulunup, yasal işlem yapılması doğru olacaktır. Halka zarar vermemek, varsa bu tür olayların tekrarına engel olmak gerekir.
          MUSTAFA BEY (Şebinkarahisar Milletvekili) – Memleketten gelirken birçok ilçe ve sancaklara uğradım. Görüştüğüm bir kısım şahıslar, İstanbul ile anlaşmadıktan sonra, bu çatal kazık yere batmaz. İstanbul’ ile uzlaşmanın çaresine bakmak lazımdır diyorlar. Anlaşma konusunda bir girişim var mıdır?
          MUSTAFA KEMAL PAŞA (Devamla) – Bizim İstanbul’da tanıyacağımız bir hükümet yoktur. İstanbul’da bulunan hükümet, düşmanların silahlı saldırısına uğramıştır. Bundan dolayı İstanbul ile anlaşmak demek, İstanbul’dan düşmanları kovmak demektir.  
         

         
        

 TARİH :  29 MAYIS 1920
ASKERİ, SİYASİ, DIŞİŞLERİYLE İLGİLİ VERİLEN ÖNERGE ÜZERİNE MUSTAFA KEMAL PAŞA’NIN YAPTIĞI KONUŞMA:

Gizli oturum açıldığında ilk konuşmayı yapan Genelkurmay Başkan Vekili ve Edirne Milletvekili İsmet Bey (İnönü) şunları söyler: “Efendiler, siyasi durumumuzun en açık kanıtı, İstanbul Hükümetinin kabul ettiği barış tasarısıdır. Bu tasarı, yirminci yüzyılda bir milletin siyasi ve ekonomik yönden bütün varlığı ile nasıl yok edilebileceğini gösterir belgedir. Bu belgede düşmanlarımız önce yurdun sınırlarını her yandan, bütün İslam ülkeleri ile ayırmıştır. Doğudan ilerleyen Ermenistan, batıdan Yunanistan, güneyden İngiltere ve Fransa, Araplarla ve Kafkas ve Rumeli’de kalan milletlerle tüm temasımızı kesmek istemişlerdir. Ayrıca İzmir, Urfa, Antep, İstanbul, Adana, Maraş’ ı işgal etmişlerdir. İtalyanlara Antalya sahilinden Konya’ya kadar bölge, Fransızlara beş ilimiz, İngilizlere başka bölgeler verilecektir. Maraş, Antep ile bütün köylerimizi yakmış olan canavarlar, bu kez Sivas, Diyarbekir ve başka yerlere geleceklerdir. Bu proje ile yurdumuz doğrudan doğruya siyasi olarak paylaşılmak istenmiştir. Kapitülasyonlardan Ermeniler ile Rumlar da yararlandırılacaktır. Maliye ve Adliyelerimiz denetim altında bulunacaktır. Azınlıkları şikayet doğrudan temsilcilere yapılacaktır. İslam olanlar içte ve dışta doğrudan esir tanınacaktır. Bir süre sonra okullarımızda ne okunacağını, adliyelerimizde İslam hukukunun nasıl sağlanacağını Ermeni, Rum tercümanları, İngiliz, Fransız, İtalyan subayları kararlaştıracaklardır. İlerde gerek ordu, gerekse halkın elinden tüm silahların alınması ve yurda silah ve cephane girmemesi için esaslı önlemler düşünmüşlerdir. Bu tehlikeyi en uzak köylere, okula yeni başlayan çocuklara ayrı, ayrı öğretmeliyiz.
          Allah bizim dağlarımızı, tepelerimizi, bütün dünyaya karşı çıkalım, bağımsız ve hür nefes alalım diye yaratmıştır. Bu milleti esir etmek için milyonlarca kuvvet, yıllarca zaman, milyarlarca para gereklidir. Düşmanlar tüm yurdu silah zoruyla ele geçirdikten sonra bir tek dağ başı kalacak olsa, oraya kuvvet göndermek zorunda olduklarına onları inandırmalıyız.
Düşmanlar bizi Afrikalılar gibi cahil ve ürkek bir millet zannediyorlar.” (İsmet Bey henüz albaydır ve İnönü Savaşlarındaki başarısından dolayı soyadını almamıştır) İsmet Bey’den sonra Mustafa Kemal Paşa söz alır).          
          MUSTAFA KEMAL PAŞA  (Ankara)- İsmet Bey’in yapmış olduğu açıklamalarda, Fransızlarla yapılan anlaşma hakkında kuşku oluştuğu için, bu konuyu açıklamak isterim. “Biz bu anlaşmada karşılık olarak ne tür özveride bulunduk? Anlaşma ile biz ne kazandık?” sorusunu yanıtlamak istiyorum. Fransız cephesinden gelen milletvekili arkadaşlarımıza göre; orada bulunan kuvvetlerimizi bugünkü düşüncemize göre örgütlemek, kuvvetlendirip düzeltmek için zamana gereksinim vardır.
           Bilindiği gibi savaş sırasında hareket halinde bulunan kuvvetlere, teorik olarak eğitme olanağı yoktur. İstenilen şekilde uygulama yapabilmek için zamana gereksinim vardır. Bu zamanı kazanmak için anlaşma emri verdik, yirmi gün zaman kazandık. Acele eksiklerini, hazırlıklarını tamamlamalarını ve bu sırada hiç bir yönden saldırı olmayacağını kendilerine yazdık. İşte askeri görüş olarak kazancımız budur. Bununla birlikte akla gelebilecek sakınca ise: Yirmi günlük bu arada orada bulunanlar halk kuvveti (milis) olduğu için, bir kere dağılıp giderse, yeniden toplamak zordur. Ayrıca gizli haberleşme ile sunulan bildiride gerekli önlemleri aldık.
          Şimdi siyasi anlamda sağlanan yararları sunmak istiyorum: Kuşkusuz gerek Yüce Heyetiniz ve gerçekten Türkiye’nin yazgısını idare eden bakanlar kurulunuz, henüz anlaşma devletlerince tanınmamıştır. Yurdumuzun ve milletimizin yazgısını belirlemek için düşmanlarımız Ferit Paşa’ya başvuruyordu. Avrupalıların doğrudan milletimizin temsilcilerine başvuruda bulunmalarını sağlamak, başarıların en parlağıdır. Gerçi buraya gelmiş olan heyet, bütün Avrupa’ya duyurulmuş bir heyet değildir, ancak onları gönderenler tarafından tamamen yetkili kılınmıştır. Sözlü anlatımlarında ve çektikleri telgraflarda, her zaman Türkiye Büyük Millet Meclisi sözünü kullanmış ve Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlığı’na başlıklı imzalı yazı vermiştir.  Bunun maddi ve siyasi yararı da vardır.
Bildiğiniz gibi barış koşulları içerisinde Kilikya ile ilgili konular incelendiğinde görülür ki, Suriye’yi Kilikya’dan ayıran bir sınır vardır. Bu sınır Ceyhan’dan geçer, Kilis, Antep, Urfa ve Mardin’i içine alır. Bu adlarını saydığımız yerler Suriye’den sayıldığı halde, yapılan anlaşmada bu tür bir anlatım yoktur.
        Efendiler bizimle bir araya gelen Fransızlar son olarak tüm Kilikya’nın boşaltılmasının sözünü etmişlerdir. Ancak Antep ve yöresinin boşaltılması konusundan devamlı kaçınmışlardır. Onlara bizim için sadece bir Kilikya olayı değil, bir güney sınırı bulunduğunu anlattık. Bu milli sınırın kuzeyinde kalan en küçük toprak parçasının dahi düşmanların eline bırakmayacağımızı kanıtlamak için, Antep ilinin boşaltılmasını asıl koşul olarak ileri sürdük ve bunu sağladık.
          Bundan dolayı Fransız delegeleri, aldıkları yetkiyi de aşarak bizimle yapmış oldukları anlaşmada yalnız Kilikya değil, bizim istediğimiz yerleri boşaltmayı kabul etmişlerdir. Amaç yalnız Sisin, Pozantı ve Antep’in boşaltılması değildir. Kendileriyle yapılan görüşmelerde topraklarımızın tümünü boşaltmalarını açık olarak söyledik. Bizimle anlaşma yolunun ancak bu noktadan geçtiğine inandıkları için kabul etmişlerdir. Efendiler Fransızlara göre bizimle savaşmak çıkarlarına aykırıdır. Buna karşılık en çok Suriye’den fayda elde etmek isterler. İşte onları bizimle anlaşmaya yaklaştıran neden budur.
          Silahlarla ilgili bir soru soruldu. Hem savunma, hem saldırı silahımız vardır. Onun ötesinde ihtiyaç duyduğumuz silahları da düşmanların elinden alacağız.
          SIRRI BEY (İzmit Milletvekili) – Sorum Bolşeviklerle ilgilidir. Görüyorum ki tartışmamızda ne zaman bu konuya değinilse, halk deyişi ile yan çiziyoruz.
          MUSTAFA KEMAL PAŞA (Ankara) – Sırrı Bey’in biraz önce söylediklerinde, Bolşevikliğe verilmesi gerekli önem ve Bakanlar Kurulu’nun ne tür girişimde bulunduğu konusudur. Kuşkusuz Bolşevikliğin yayılması ve başarısı herkes tarafından bilinmektedir. Bolşevikliğe yeteri kadar önemi herkes gibi, Bakanlar Kurulu da, biz de vermişizdir. Bolşeviklerle görüşmek ve anlaşmak için Bakanlar Kurulu girişimde bulunmuştur. Bakanlar Kurulu bu konudaki girişiminde çok tedbirli olmak gereğini duymuştur. Ancak burada iki konuyu birbirinden ayırmak gerekir. Biri bolşevik olmak, diğeri Bolşevik Rusya ile anlaşmak. Biz Bakanlar Kurulu olarak Bolşevik Rusya ile anlaşmaktan bahsediyoruz, yoksa Bolşevik olmaktan bahsetmiyoruz. Bolşevik olmak apayrı bir olaydır. Bu konunun açık görüşmesini, batıya karşı savaş ilan edeceğimiz güne ertelemek istiyoruz. O günü görünceye kadar ve doğudan gelen maddi yardımı almaktan, batı ile her türlü siyasi ilişkiye germekten geri durmayız. Batılılarla, Amerikalılarla siyasi ilişkiye girmek, diğer bir devletle siyasi ilişkiye girmemize engel değildir. Onun için bu konuda iyi düşülmesini dilerim.(Alkışlar) Bolşevikler yayılmacılığı (emperyalizmi) engellemek için de İslam dünyası ile anlaşma yapmanın gerekliliğine inanmışlardır. Bu yüzden milletin dini ve milli esaslarına uymaya karar vermişlerdir. Şimdiye kadar yaşananlar sonucunda bu gerçekler ortaya çıkmıştır. İşte örnek olarak Azerbaycan, Türkmenistan, Kuzey Kafkasya’yı tam anlamıyla bolşevik olmuş sanmayınız. Bundan dolayı Bolşeviklik ilkelerini kabul etmek, toplumsal bir olaydır ve bugünün işi değildir.

         

TARİH: 3 TEMMUZ 1920
          ASKERİ, SİYASİ, İÇ İŞLERİNİN DURUMU İLE İLGİLİ OLARAK VERİLEN GENSORU ÖNERGESİ ÜZERİNE MUSTAFA KEMAL PAŞA’NIN YAPTIĞI KONUŞMA:      

          (Önce Genelkurmay Başkan Vekili İsmet Bey, Yunanlıların İzmir çıkarması ile, yurdun içinde bulunduğu durum hakkında geniş bilgi verir. Verilen bilgileri yeterli görmeyen bir kısım milletvekillerinin yaptıkları eleştiriler üzerine Mustafa Kemal Paşa söz alır).
          MUSTAFA KEMAL PAŞA (Ankara) - Saygıdeğer efendiler; Yunan ordusunun saldırısı sonucu ortaya çıkan durumun, bütün arkadaşlarımı fazlasıyla üzdüğünü biliyorum. Ancak bir şey anımsatmak isterim. Başımıza büyük felaketler geldikten sonra nedenlerini savunmak uygun olmaz. Bunlar olay meydana gelmeden önce düşünülür. Yunanlıların bu tür bir saldırı yapma olasılığı vardı. Kuşkusuz arkadaşlarım konuyu değerlendirmişlerdir. Şayet alınmakta olan önlemlerde eksiklik varsa, bunu daha önce söylemek uygun olurdu. Ben Bakanlar Kurulu veya arkadaşları savunmak için söz almadım. Gerçek durumu olduğu gibi görmeniz için söz almış bulunuyorum.
Yunan ordusunun saldırısı karşısında neden karşı durulmadı sorusuna yanıt vermek istiyorum. Eksiklik nerede? Bu konuda sanırım İsmet Bey’in vermiş olduğu geniş açıklamalarda yeterli temeller bulabiliriz. Yunanlıların ele geçirdikleri yerde bulunan kuvvetleri, yaklaşık olarak beş altı tümen (fırka) biliniyordu. Bizim eskiden bu yana Yunan cephesinde bulunan kuvvetlerimiz üç tümenden fazla olmamıştır.
          Bunlar doğrudan doğruya bir cepheyi tutan ve cepheye yakın yörelerden gönderilen evlatlardan oluşan bir kısım askerdir. Büyük Millet Meclisi’nin kurulması ile yapılan çalışmalarda, doğuda bulunan 23.ncü tümen cepheye gönderilmek suretiyle milli kuvvetlere katılmıştır. Nazilli yöresinde bulunan tümen de tamamen milli kuvvetlerin içine girmiştir. Bunu önceden yapma olanağı bulunmadığını bilirsiniz. Şöyle ki; daha önce bu yetki burada hiç kimsenin elinde değildi.
Cephede var olan kuvvetlerden bir kısmı da ayrılmamış olsalar, şu andaki saldırıyı durdurmaya yeterli olacak mıydı? Buna da evet veya hayır şeklinde kesin yanıt verilemez. Örneğin, Akhisar cephesinde düşman üç tümenle saldırmıştır. Oysa ki bizim Akhisar cephesinde bin beş yüz erimiz vardı. Burası yüz kilometrelik bir cephedir. Az sayıda kuvvetle bu kadar geniş bir cephe savunulabilir mi? Dünyanın hiç bir yerinde bu kadar büyük bir cephe, bu kadar bir kuvvetle savunulamaz karşı konulamaz. Tarihte yarılmayan cephe yoktur. Yarılmayan cepheler kuvvetli ve kuvveti tümüyle uyum içinde olan dar cephelerdir. Bundan dolayı kabul gerekir ki; on tümeni olan bir orduya karşı bizim sizlere sunduğum kuvvetten başka kuvvetimiz yoktur. Oysa ki Batı Anadolu, İzmir ve Ankara yöresi de içinde olmak üzere milletimizin var olan askeri kuvveti, hepinizin bildiği gibi iki, üç kolordudan meydana gelmektedir. Bursa’da bulunan tümenin; İngilizleri ve İngilizlerle birlikte çalışan düşmanları bırakıp oradan ayrılmaları olanaksızdı. Şayet o tümen güneye gitseydi; ola ki cephede bulunan milli kuvvetler tümden yok olacaktı.
          Adapazarı yöresinde dördüncü tümen vardı. Eksiksiz bir durumda ve yurdun önemli bir merkezindeydi. Ancak yine hepinizin bildiği gibi bu tümen, başında komutanı olduğu halde, cephanesi ile Adapazarı ve Hendek arasında yok olmuştur. Bakanlar Kurulu, Genelkurmay ve Milli Savunma bu tümeni yeniden canlandırdı, Adapazarı’nı ikinci ve üçüncü kez geri alma başarısını gösterdi. Ancak İstanbul’da bulunan hainler ve İngilizler, düşmanı güçlendirip Adapazarı yönünde saldırıya başlamışlardır. Bu kuvvet son zamana kadar Hendek’ten ayrılamamıştır. Efendiler doğudaki on birinci tümenimizi Yunan cephesi için hazırlamıştık. Ancak bu tümen Bolu ayaklanmasını bastırmak için gönderildi. Bolu ayaklanması bastırıldıktan sonra Fransızlar Zonguldak’ı ele geçirince oraya sevk edildi.
          Bundan dolayı Zonguldak’ta bir, Adapazarı’ında iki, Hendek’te bir olmak üzere dört tümenimiz mevcuttur. Yunanlılara karşı hazırlanan bu dört tümenimiz yazık ki cepheye gönderilememiştir. Bunlar kara kuvvetleridir. Bunlardan başka değerli arkadaşlarımızın oluşturduğu beş tümen batı cephesi için kullanılacak kuvvetlerdi. Ancak yazık ki, Etem Bey’in emrindeki bir kuvvet ve beşinci fırka komutanının emrinde bir kuvvet Zile, Tokat, Boğazlıyan, Yozgat yöresindeki asilerle uğraşmaktadır. Bu kuvvetler Yunan cephesi karşısında bulunsa, düşman bu şekilde ilerleyemezdi. Düşman saldırısının başarı göstermesi, bundan ileri gelmektedir. İnsanlar her zaman yanlış yapabilir. Bunun aksini savunmak hiç bir zaman doğru değildir. Bununla birlikte milli kuvvetler komutanı, cephedeki komutanlara; görevinde ihmal gösterenler ile ilgili araştırma yapınız ve sonucunu bildiriniz şeklinde emir vermiştir.

Bundan sonra her şeyden önce ve her nerede olursa olsun düşmanı durdurmak gereklidir. Fuat Paşayı komutan atadık. Yetkisini genişletip tümen komutanı iken, kolordu komutanlığı yetkisi verdik. Fuat Paşa doğrudan Uşak cephesine gitti. Hiç vakit geçirmeden burada düşmanı durdurdu. Düşman üç günden bu yana Alaşehir cephesinde nereye gelmiş ise, orada kalmıştır. Komutanın kendisi o cephenin başında uğraş vermektedir. Düşmana karşı genel savaş (seferberlik) yapmayı hiç biriniz ileri sürüp savunamazsınız. Bunun olanaksızlığını herkes anlar. Genel savaş yapacak ordular ancak silah, cephane ve parayla kurulur. Aksi halde birbirimizi aldatmış oluruz. Şayet bugün Bakanlar Kurulu genel savaş ilan etmiyorsa, bunun en güçlü nedeni budur. Doğrudan doğruya benim adıma komutanlardan sürekli telgraflar gelmektedir: “Düzenli ve büyük kuvvetler gönderiniz, cephane gönderiniz, bunlar olmadığı zaman yeniliriz.” diyorlar. Kardeşlerimiz olayın ve ateşin içinde bizi uyarmakta ve acı bir dille durumlarını iletmektedirler.

Eskiden bu yana halkın eline geçmiş, yurdun her yanında fazla sayıda silah vardır. Ancak halkın elinden silah almak çok zordur. O durumda elinde silah bulunan halkı iyi kullanmak, daha uygun olur. Halkı ordu halinde toplayıp cepheye göndermek de olanaklı değildir. Ancak halktan küçük kuvvetler oluşturmak olasıdır. Bir kısım arkadaşlar halkı uyarma, onlara gerçeği açıklamaktan söz ettiler. Bu görüşe karşı çıkan kimse olamaz. Üstelik bayram nedeniyle yirmi beş, otuz gün yapılan tatilin birinci nedeni, arkadaşlarımızın seçim bölgelerine gidip halkı aydınlatmaları içindir. Bugüne kadar mecliste çoğunluğun sağlanmaması, bir kısım arkadaşımızın seçim bölgelerinde bulunmalarından kaynaklanmıştır. Ancak, ne nedenle olursa olsun Mecliste çoğunluk kesinlikle bulunmalıdır. Milletin yöneldiği yer olan Yüce heyetiniz, olgun ve gururla yerinde durmalıdır. Bir arkadaşımız diyor ki: “Düşmanı Ankara’ya kadar yürümeye özendiren şey, Meclisin dağılmış olduğu söylentileridir.” Eskiden olduğu gibi yurdun bütün yazgısını beş on kişiye bırakmak, düşmanlarımızın eline kuvvetli bir silah vermek demektir. Bu nedenle Meclisin dağılmasından yana değilim. Her şeyi siz düşüneceksiniz. Bakanların hareket ve düşünceleri size ters gelirse, onların yerine değişik öneriler getiriniz. Size egemen olan hiç bir kuvvet yoktur, size egemen olan hiç bir kimse de olamaz (alkışlar).
          Büyük Millet Meclisinin kurulduğu günden bu yana, İstanbul hükümeti ve bu hükümete bağlı Ali Kemaller, yaptıkları planlarla düzenli kuvvetleri dağıtmak için uğraşmaktadırlar. Bu nedenle düzenli kadrolar oluşturamadığımız yerler oldu ve erlerin birçoğu kaçtı. Kaçanları getirip o kuvvetleri güçlendirme görevi için Milli Savunma Bakanlığınca gezici (seyyar) jandarma adı altında özenli bir kuvvet toplanmak istenildi. Yine yüce heyetinizde bu konu birçok tartışmaya neden oldu. Kurulmasına karar verdiğimiz günden bu yana henüz yirmi gün olmuştur. Cephede daha yararlı olacak kuvvetleri içte kullanmak zorunda kalmamızın nedeni budur.
          Propaganda sorunu sırasında gazete söz konusu edildi. Elde bulunan “Hakimiyeti Milliye” gazetesi için dahi kağıdımız yoktur. İstiyoruz ki sadece Hakimiyeti Milliye gazetesi değil, beş on adet gazete çıkarılabilsin. Ayrıca yabancı gazeteler çıkarılsın, bunlar istenilen şeylerdir.
          Sovyet Cumhuriyeti ile gelinen son durumu açıklayacağım. Rusya’nın 11.nci ordusu Bakü’ye gelmişti. Azerbaycan’lılar bunları iyi karşıladı. Biz de bir an önce Bolşevik Rusya ile ilişki kurma gereğini duyduk. Daha önce Erzurum’da bulunduğumuz sırada bir kısım arkadaşlarımızı görevli olarak göndermiştik. Ancak aylar geçtiği halde gönderdiğimiz heyetten bir yanıt alamadık. İkinci kez bir heyet gönderdik. İlk heyet Moskova’ya gitmiş bulunuyor. İkinci giden heyet de oradan aldığı yanıtlarla Trabzon’a geri geldi. Mektubumuzu almışlar, memnun olmuşlar. Hakkımızdaki düşüncelerini de çok açık ve kesin şekilde bildirmişler. İzin verirseniz kısa bir analiz yapalım: Bir kere Türkiye’nin bağımsızlığını doğal buluyorlar. Türk topraklarının bizde kalmasını uygun görüyorlar. Arabistan ve Suriye’nin milli sınırlar dışında bağımsız bir devlet olmasını kabul ve ilan etmiştik. Ancak anlaşmada milli sınırlarımız içerisinde bulunan çeşitli ırklara ait İslam halkının, oyuna başvurulmak istenmektedir. Örnek olarak Ermenistan’daki insanların bağımsız olmalarını kabul ettik. Ancak bu durum Kürdistan ve Lazistan ile ilgili değildir.
           Bizce kesin ve belli olan bir durum varsa  o da, milli sınırlar içerisinde Kürt, Türk, Laz, Çerkez ve benzerlerinin çıkarları ortaktır. Kendi istekleri ile kardeşçe ve dinden gelen bir birlik vardır, aksine bir görüş yoktur. Bundan dolayı hiç kuşkulanmayın. Kürt, Laz ve benzerlerinin oyu sorulduğunda bu oyu vereceklerdir. Trakya kendi geleceğini kendisi belirleyecektir. Bu konudaki görüşümüz bilinmektedir. Bizim için çekinecek bir durum yoktur. Azınlıklar ile ilgili tüm medeni dünyanın kabullendiği koşulları biz de kıvançla kabulleniyoruz.
          Boğazlar sorunu için ileri sürdükleri koşul; “Karadeniz kıyısında bulunan devletler, boğazların yazgısını çözümlemelidir.” şeklindedir.
          Azerbaycan’da Bolşeviklere karşı olanlar vardı. İngilizler; “Türkiye bizimle anlaştı, Bolşeviklerle savaşınız.” dediğinde, oradaki arkadaşlarımız ellerindeki kuvvetle çarpıştılar ve yenildiler. Biz söylenenlerin asılsız olduğunu kendilerine bildirdik. Bolşevikler, bu savaş başlayınca, Ermenilerle birlikte sınırda bulunan müslüman halka Olti yönünde saldırıya geçtiler. Yanlışlığı ortadan kaldırmak ve bu ilişkide gerçekten içtenlikli olduğumuzu anlatmak için girişimde bulunduk. Oradaki delegemiz, bir Rus Sovyet heyetinin, Erzurum’da bizimle görüşmek üzere yola çıktığını bilirdi. Söz verdikleri paradan bir kısmını kendi delegelerine vermişler. Şimdiye kadar ulaşamamalarının nedenini Azerbaycan saldırısı olarak düşünüyoruz. İki üç gün önce aldığımız haberde, Tiflis üzerinden gelmekte oldukları anlaşıldı. Sovyet Rusya ile olan ilişkimizin son noktası budur. 
          BİR MİLLETVEKİLİ: Gürcistan Bolşevik olmuş mudur?
          MUSTAFA KEMAL PAŞA (devamla): Gürcistan’da çoğunluğun Bolşeviklerle birleşmeyi istediği anlaşılıyor.            Gürcistan bizimle siyasi temas kurmuştur. Batum civarında Gürcü müslüman halkın egemen olduğu anlaşılıyor. Sovyet Rus Cumhuriyeti’nin bize söz verdiği yardımları ödemesini bekliyoruz. Maddi ve manevi yardımlarını sağlamak için çalışacağız. Ancak daha önce de sunmuştum: Biz kendi varlığımızı, kendimiz koruyacak şekilde hareket etmeliyiz ki umutsuz olmayalım.
          Batı cephesindeki acıklı görüntü hiç birimize üzüntü vermesin. İnşallah el birliği ile yurdun tüm kaynaklarından yararlanıp sonuçta düşmanlarımızı yeneceğimize inanalım. (Alkışlar) 
          Musul ve Cizre arasında İngilizlerle devamlı savaşmaktayız. En son aldığım bilgiye göre İngilizler yenilmişler. Bu yenilgiden sonra Musul yöresinde savunma hattı kurmaya başlamışlardır. Oradaki arkadaşlarımız büyük başarı elde etmiş, asilere de  çok büyük darbe indirmişlerdir.
          BİR MİLLETVEKİLİ: İçteki Rumlar için ne düşünüyorsunuz?
          MUSTAFA KEMAL PAŞA (Devamla) – Bildiğiniz gibi Rumlar bu saldırıdan önce, İstanbul ve diğer yörelerde göçe kalkışmışlardı. Biz bu göçe izin vermedik. Olaylar üzerinde bir parça akılcı düşünmeliyiz. Eskişehir’ deki imalathanelerde Ermeniler olduğu söylendi. Burada Rum ve Ermenileri çıkardığımızda tüm makineler duruyor, bu zorunluluk nedeni ile onlar değiştirilemez.
          Bilindiği gibi Kazım Karabekir Paşa’ nın kuvveti, savaşa hazır bir ordudur. Bu tümenlerden biri Trabzon’dadır. Trabzon’a bir çıkarma olursa diye yedektedir. Ermenilerin saldırıp Erzurum’u ele geçirmelerinden endişe ediyoruz. Doğu sınırımızı tümüyle güvene aldıktan sonra, orada bulunan kuvvetlere inşallah hiç gerek kalmaz. Ancak gerek olduğunda istenilen yere gönderilir.
Anlaşma Devletleri başta İngilizler olmak üzere, hazırladıkları barış koşullarını bize kabul ettirmek için, Yunan ordusunu kullanıyorlar. Ancak asıl saldırıyı İstanbul’daki Damat Ferit Paşa ve bakanlar kurulu yapmaktadır. Son aldığımız telgrafta Ferit Paşa ve bakanlar kurulu delegesi üç gün önce barış anlaşmasını imzalamışlardır. Bildiğiniz gibi Ferit Paşa, barış anlaşmasını imzalamak için iktidara getirilmiştir. Ancak yalnızca imza yeterli değildir, onun uygulanması gereklidir. Ferit Paşa’nın içte yaptırdığı ve yaptırmak istediği bütün isyan girişimleri sonuçsuz kaldı. Anlaşmış devletler Ferit Paşa’ya; “Barış koşullarını yerine getirmen için istediğin kuvveti sana veriyoruz. İşte Yunan ordusu.”dediler. Bundan dolayı gerçek düşman İngilizlerden önce Ferit Paşa ve arkadaşları ile onları koruyanlardır. (Kahrolsun sesleri).    
         

        

TARİH : 18 TEMMUZ 1920
 MUSTAFA KEMAL PAŞA’NIN,  MİLLETVEKİLLERİNE ÖDENECEK, YOLLUK VE AYLIKLARLA İLGİLİ  YAPTIĞI KONUŞMA :
        
          (Çeşitli milletvekilleri verdikleri önergelerde ve yaptıkları konuşmalarda, kendilerine ödenecek yolluk (harcırah) ve aylıklarla (ödeneklerle) ilgili değişik görüşler ortaya atarlar. Bu konuda birlik sağlanamaması üzerine Mustafa Kemal Paşa söz alır.
          MUSTAFA KEMAL PAŞA (Ankara) – Efendiler, yolluk ve aylıklar ile ilgili olarak Anayasanın (Kanunu Esasi) 76.ncı maddesi ileri sürülmektedir. Büyük Millet Meclisi’ni oluşturan milletvekillerinin, ulus tarafından seçimine karar verildiği zaman, Anayasa yürürlükten kaldırılmıştı. Yüce Meclisiniz, eldeki Kanunu Esasiye göre oluşturulmamıştır. Bu nedenle uygulama alanı bulunmayan bir yasayı esas almak doğru değildir. O zaman seçilen milletvekillerinin hızlı bir şekilde toplanmasını sağlamak için milletvekillerinin bulundukları yerden buraya (Ankara’ya) kadar gelirken harcadıkları para ne kadarsa, bu parayı kendilerini seçen heyetler belirleyecek ve yerel hükümetler sağlayacaktır. Yalnız bazı yerlerde belirlenen paranın tümünü vermek olanağı bulunmamış olabilir. Ayrıca değerlendirmede de yanlışlık olabilir. Bu durumda olan arkadaşlar, Meclis Başkanlığına yeniden değer biçtirip bu noksanlığı giderebilir.
Yüce Meclisiniz verdiği kararla milletvekillerinin yılda 1250 lira aylık (tahsisat) alması kararlaştırıldı. Yolluk konusu da bu tür alınacak bir kararla çözümlenebilir. Kuşkusuz buraya kadar gelen arkadaşların, zarara uğramaları istenemez. Ancak bu yolluk kararnamesine uygun olarak tüm yolluklar hesaplanırsa, sanıyorum ki altmış bin lirayı bulacaktır. Oysa ki efendiler, Batı Cephesi Komutanlığından aldığım telgrafta, üç günden bu yana makine başında bizden para istiyorlar. Altmış veya seksen bin lira bulup verirsek, bir gün sonra saldırıya geçecektir. Bundan dolayı para konusunda bu gibi hayati istekleri göz önünde tutmak gereklidir. Aylıklar İstanbul’da Milletvekili olarak görev yapmış olan arkadaşlarımızın aldıkları para kadar olmalıdır.
Meclisimizin bugün ki niteliğine göre, alınmakta olan para yetersiz gelebilir. Meclisimiz geçici, üç beş aylık bir meclis değildir. Yasama ve yürütme yetkisi olan sürekli bir Meclistir. Yalnız bir seçim dönemi belirlemek gereklidir, iki yıllık süre uygun olabilir. Görev, yılın sonuna kadar devam etmelidir. Bir kısım arkadaşlara bilgim içinde fazla para verilmiştir. Ancak bu fazla para, üstlendikleri görevin özelliği nedeniyle verilmiştir. Yoksa burada aynı koşullar içerisinde çalışan arkadaşlardan bir kısmına fazla para verilmesi söz konusu değildir. Bilindiği gibi meclisimiz, İstanbul’da milletvekili olan otuz kadar arkadaşın katılımı ile görevlerini devam ettirmektedirler.
          BİR MİLLETVEKİLİ – İstanbul’dan buraya geldikleri için ayrıca yolluk verilecek mi?
          MUSTAFA KEMAL PAŞA (Devamla) – Bu arkadaşlar buraya gelebilmek için üç, üç buçuk ayı yolda geçirmişlerdir. Ayrıcalık yapma gereği yoktur. Şimdiye kadar gelen arkadaşlara iki yüz lira verilmiştir. Gerçi uzaklık Bitlis’ten buraya kadar eşit değildir, çok kısadır. Ancak Bitlis’ten buraya gelenler rahat yolculuk ettiler. İstanbul’dan gelenler ise, İngilizlerin arasından birçok tehlikeli yerlerden geçerek geldiler. Yolluk (harcırah) Yasasına göre bir çözüm bulup gereği yapılmalıdır. Görüşüm bu yöndedir.


         

TARİH : 9 AGUSTOS 1920
MUSTAFA KEMAL PAŞA’NIN CEPHELERDE YAPTIĞI DENETİM SONUCU, SAVAŞIN KONUMU İLE İLGİLİ YAPTIĞI KONUŞMA:
         
          MUSTAFA KEMAL PAŞA (Ankara) – Saygıdeğer arkadaşlarım, on bir gün yolculuktan sonra yüce heyetinize kavuşmaktan onur duyuyorum. (Hoş geldiniz, sefa geldiniz sesleri)  Arkadaşlarımla birlikte yaptığım yolculukla ilgili düşüncelerimi bildirmek için söz almış bulunuyorum.
          27 Temmuz 1920 akşamı Ankara’dan ayrılmıştık. Ertesi gün Eskişehir’e vardık. Eskişehir’de Batı Ordusu Komutanı Ali Fuat Paşa ile genel durumla ilgili düşüncelerimizi birbirimize ilettikten sonra, kuzeye hareket ettik. Bursa’yı işgal etmiş olan düşman karşısında bulunan kuvvetlerimiz büyük bir grup oluşturuyor. Adına Ertuğrul grubu denilmiş. Daha kuzeydeki Adapazarı ve civarından İzmit’e kadar yolculuğumuzu uzattık. Bundan dolayı önce Ertuğrul grubundan başladık. Bilecik’e varışımızda halka Yüce Meclisinizin selamlarını ve Meclisin kendilerinden beklediği çalışma ve özveriyi bildirdik.
          Bilecik Kolordu Komutanı Albay Kazım Bey tarafından karşılandık. Buraya vardığımızda henüz istasyonda iken, bir kısım askeri birlikleri denetledik. Denetim sonucu bizde iyi etki bıraktı. Ertesi gün Bilecik’ten arkadaşlarımızla birlikte Eskişehir yönünde hareket ettik. Yenişehir doğusundaki asıl mevzi üzerinde oradaki yetkili komutanlarla incelemelerde bulunduk. Yaptığımız inceleme sonucu, Yenişehir üzerinden gelecek düşmanı karşılamaya uygun bir mevzi olduğunu gördük. Bu kuvvetlerin, kendilerine verilecek savaş görevini yerine getirebilecek yetenek ve güçte olduklarını anladık. Subaylar ve başta bulunan komutanları, görevlerinin bilinci içerisinde olduklarını göstermişlerdir. Askeri yönden denetim ve inceleme ile uğraşırken, bir yandan da arkadaşlarımız çeşitli gruplara ayrıldı. Bir kısmı askerleri, bir kısmı sivil halkı uyarıp aydınlatan konuşmalar yaptı. Daha sonra aynı gün geri döndük. Bilecik’ten trenle Karaköy istasyonuna çıktık, oradan arabalarla Pazarcık’a gittik.
Pazarcık halkının heyetteki milletvekillerine gösterdikleri içten karşılama, hepimizi mutlu etti. Askerlerin görünümü iyi ve eğitimli idi. Ertesi gün sabah arabalarla iki saat yol aldıktan sonra büyük bir askeri birliğe ulaştık. Bunlar Ertuğrul grubunun bulunduğu cephe gerisindeki yedeklerdi. Eğitimi, subayları ve komutanları bizi son derece mutlu etti. Arkadaşlarımız bir baba gibi askerlerle görüşüp öğüt verdiler. Daha sonra İnegöl’e bakan mevzilerdeki askeri birliğe ulaştık. Buradaki birlikler de iyi seçilmiş ve güvenilir durumdaydı. Daha sonra Pazarcık’a döndük, oradan da Karaköy istasyonundan trenle Ertuğrul’a gittik. Bu bölgenin iki önemli yönü vardır; biri İnegöl, Eskişehir, öteki Bursa ve Bilecik üzerindedir. En önemli yön İnegöl’dür ve yetenek olarak güvenli bir askeri birliktir. Yine aynı yönde Yenişehir üzerinde Kazım kuvvetleri bulunmaktadır. Adapazarı yöresinde Arif askeri birliği vardı. Buradan Eskişehir’e döndük. Eskişehir’de birkaç saat ordu komutanı ile çeşitli konuları görüştük. Ordu komutanı, gördüğümüz eksiklikleri tamamlatmak üzere gerekli yerlere emirleri verdi. Daha sonra Karahisar (Afyon) üzerinden Uşak’a hareket ettik. Bu yönde rastladığımız ilk askeri güç topçudan, makineli tüfekten ve piyadeden oluşan bir birlikti. Kendilerinden istediğimiz görevlerin yerine getirilmesinde yeterli görünmedi. Bu durumu oradaki komutanların tümüne açıklama gereğini duyduk. Anında bu birliklerin iyileştirilmesi için gerekli emirler verildi. Yolculuğumuza devam ettik.
          Uşak’ta gerek halk tarafından oluşturulmuş gönüllü askeri birlikleri ve gerek düzenli birlikleri önce basit bir denetimden geçirdik. Arkadaşlarımız halka yapılanları anlattılar. Bu kuvvetlerden bir kısmı henüz görevlerini iyi şekilde yerine getirecek konumda değildi. Kendilerine gerekli uyarılar yapıldı. Bundan sonra düşman karşısında bulunan esas mevziye gittik. Esas mevzi ile düşman arasında ileri sürülmüş askeri birlikle ilgilendik. Esas mevzideki kuvvetlerin giyim kuşamı yeterli değildi, ancak yetenek, kuvvet ve güven bakımından bizi çok memnun etti. Eski, yırtık elbiselerine karşın asker olarak görevlerini eksiksiz yerine getirecek durumda idiler. Daha sonra Karahisar’a geçtik. Burada ve Uşak’ta ayrı birer kuvvet vardı. Biz tüm kuvvetlerin bir arada olmasını istedik. Bu nedenle oradaki komutanlara emrimiz şu oldu: “Bütün kuvvetleri bir araya toplayın. Düşman göründüğünde, onları izleyin ve sonra saldırıp savaşa zorlayın.” Ancak görüşlerimizi uygulayacak komutan, bize güven vermedi. Düşüncesine güven duyduğumuz ve asker olarak tanıdığımız birini derhal komutan atadık. Yine kendisini en ileri sınıra gönderip, bu ilke doğrultusunda görev verdik. Afyon’da halk tarafından çok iyi karşılandık. Büyük Millet Meclisi’ne saygıda bulundular. Bundan sonra güneye devam ettik. Yolculuğumuz sırasında Uşak, Nazilli, Afyon, Konya Müdafayı Hukuk cemiyetleri üyeleri ile toplantılar yapıldı. Toplantılarda kendilerinden isteğimiz şu oldu: “Müdafayı Hukuk Heyeti, son bakanlar kurulu kararı ile sivil memurların başkanlığında ve emrinde görev yapacaklardır. Ayrıca ülkenin savunmasında görevli komutanların, kendilerinden rica edeceği konularda kolaylık sağlayacaklardır.”
          Kütahya’daki kuvvetler, on gün içinde oluşturulan bir askeri birlikti. Üç taburu, bin yedi yüz eri olan piyade alayı idi. Bu kuvvetler giydirilmiş, donatılmıştı. Bütün bu kuvvetleri meydana getiren Kütahya halkıdır. Bu durumdan milletimizin talimli asker olduğu anlaşılmıştır.                 
          Kütahya’nın ilerisinde Timurcu’da, önceden de duyulduğu gibi Ethem Bey çok büyük başarı kazandı. Düşmanın büyük kısmına zarar verip, perişan etti. Düşman cephesini güçlendirmek zorunda kaldı. Daha sonra Konya’ya giderken Akşehir’de, Ilgın’da yığınak olarak bulunan askeri birlikleri görüp, denetledik. Bu askeri birliğin oluşturulmasında ve giydirilmesinde halkın görülmedik şekilde katkısı olmuştur. Konya halkı bizi içten, sıcak ve büyük bir gösteri ile karşıladı. Valiliğe gittik ve ertesi gün halkla görüştükten sonra güneye hareket ettik.
          Adana cephesinde bulunan arkadaşların karargahı olan Pozantı’ya gittik. Yörede bulunan çeşitli müdafaayı hukuk heyetlerini de oraya çağırdık. Onlara askerin ve sivillerin durumu ile ilgili düşüncelerimizi söyledik. Düşman Adana, Tarsus, Mersin’de bulunuyor. Buna karşı bizim Adana ve Mersin’deki kuvvetlerimiz hareket halindedir. Bizim kuvvetlerimizle düşman kuvvetlerini kıyaslamak mümkün olmadı. Bu kuvvetlerin elindeki silahları orada bulunan halk vermiştir. 
Üzülerek söylüyorum ki, Adana ilinde sivil idare oluşmamıştı. Valisi, sancak yöneticisi, kaymakamı, adliyesi, polisi, jandarması, hiç bir şeyi yoktu. Doğrusu ben halka karşı utandım. İnsanların kanlar dökerek düşmanların elinden aldıkları bu yerleri idare etmeyi unutmuşuz. Bu nedenle vali ve kaymakamları anında atamak gereğini duyduk. Orada bulunan Milletvekillerinden İsmail Safa Bey, Bakanlar Kurulu kararı ile yüce heyetinize sunulup kesin karar alınıncaya kadar, vekaleten vali olarak atanmıştır. Karaisalı ilçesinde halk kendi kendini idareye başlamıştır. Mersin ve Tarsus’ta bulunan Milli Savunma heyetlerinden ikişer delegeyi Pozantı’ya çağırdık. Bunların Adana’da valiye yardımcı olmasını Yüce Meclisinizden rica etmiştim. Kabul edildiği için teşekkür ederim. Bundan sonra geriye döndük, yol boyunca oradan geçmekte olduğumuzu duyan halk gece gündüz toplanıp yanımıza geldi, görüştük. Gördüğümüz kuvvetler, alınan önlemlerle kısa süre içerisinde daha çok artırılacaktır.
           Efendim tüm yolculuğumuzla ilgili özetle sunabileceklerim budur.

         

TARİH : 25 EYLÜL 1920
MUSTAFA KEMAL PAŞA’NIN, HALİFE İLE İLGİLİ KONUŞMASI:

          (Bir kısım milletvekillerinin Halife ve padişah ile ilgili verdikleri önerge üzerine, halifeden yana konuşmalar yapılır. Bunun üzerine Mustafa Kemal Paşa söz alır).
          MUSTAFA KEMAL PAŞA (Ankara) – Efendiler söz konusu ettiğiniz kanun İçişlerine ilişkin bir kısım konuları kapsar. Bu kanun maddeleri bugün için bütünüyle gerekli konuları kapsamıyor. Nazik bir konu olan halifelik ve padişahlık sorunu ile uğraşmayı bugün için uygun görmüyorum. Bütün kanunlarımız eksiksiz olmuyor. Bundan sonra gereksinme bizi zorladıkça koşullara uygun bir çok kanun çıkarılacaktır.  Düşündüğümüz gerçek kurtuluşa kavuşuncaya kadar, o makamın korunması amacındayız. İslam dünyası ile gerçek bağı kurmaya birinci derecede yardımcı olan bu makama ilgi göstermemek elbette ki düşünülemez. Ancak, Yüce Meclisin iki de birde halife ve sultan olayı ile ilgilenmesinin zararlarını şimdiye kadar uygulamada gördük. Yüce Meclisin bu olay üzerinde tartışma açması uygun değildir. Bugün bu makamı ele geçirmiş olan kimse, millet ve vatan için hain bir adamdır. (Alkışlar) Hain bir adamdır.(Alkışlar, bravo sesleri) Görüyorum ki halife ve sultan ile ilgili sözleri abartıp yaymak isteyen görüşler vardır. Halife ve padişahlık görevini üstlenen kimsenin, bu milleti aldatıp, karışıklık çıkaran örgütleri vardır. Bizi reddetmek akıllı bir eylem değildir. Bu millet kendi yazgısını korumak için her şeyi yapar. Onun doğru bulduğu hukuk, bu milleti çökertip yok etmek olamaz.
          Bu milletin yazgısına tam anlamıyla el koyduğunuzu kanıtladınız. Bu nedenle tüm dünya, tüm düşmanlarımız bize önem vermektedir. Dünya da devrim yapan ve büyük kuvveti olan devletlerle, önemli ilişki ve bağlantılar kurulmuştur. Önce Ruslarla anlaşma imzalandı. Düşmanlarımız bile bizimle siyasi ve askeri anlaşma öneriyorlar. (Alkışlar). Yüce heyetinizin ve temsil ettiğimiz milletin maddi kuvveti ortaya çıkmıştır. Bunun sonucu olarak Azerbaycan Dış İşleri Bakanı bize anlaşma öneriyor. (Alkışlar) Bütün bunlar millet varlığının anlaşılmasından doğmaktadır.
Ayrıca bizi ortadan kaldırmaya çalışan İngilizler, Fransızlar, İtalyanlar da anlaşma ister hale gelmişlerdir.
İstanbul’dan buraya İzzet Paşa, Salih Paşa, elçi Hüseyin Kazım, Fatin Beylerden oluşan bir heyet geldi. Efendim bu gelen kişiler, kendi evlerinde gözetim altında, korku içerisinde küçük düşürülmüşlerdi. Ellerine İngiliz veya Fransızların verdikleri kağıtta, her şeyin bittiği yazılıydı. Biz de burada birbirimizin başını kırıyormuşuz, dağılmak üzere imişiz. İstanbul halkı yok olup, Anadolu halkı da bittiği için bunlara yol gösterelim görüşü ortaya atılmış. Ayrıca İngilizlerin kılavuzluğunda, bizi öldürülmekten korumak için buraya gelmişler. Ancak bizim sınırlarımıza girer girmez bu düşüncelerinin çok saçma olduğunu büyük bir minnettarlıkla anlamışlar. Meclisin İstanbul’da toplanmasını istediklerinde, “Meclis İstanbul’da toplanırsa saldırıya uğrar.” dedim.
          Salih Paşa bana verdiği raporda, bunun kesinlikle olmayacağını bildirdi. Ona göre hiç bir milletin temsilcilerine saldıracak namusuz bir devlet olamazdı. “Size karşı yanlışlıklarımız oldu, çok kuvvetli durumdasınız, üzülerek söylüyoruz ki biz gerçek durumu bilmiyorduk.” diye açıkladı. Kendilerine, “Biz Sevr Anlaşması’nın parçalanması için olağanüstü çaba gösteriyoruz. Günden güne güvenliğimiz artmaktadır.” dedik. Özet olarak; doğuda anlaşma vardır, batıda kara ve korkunç durum devam etmektedir. Gelen heyet, çabalarımızı gördükten ve yüce heyetinizle görüştükten sonra millete sığınmışlardır. Bundan sonra, milleti içinden vurmak için çalışan hain bir padişahın hatırı için, geri dönemezler. Bunu açık bir şekilde anladıkları için, gelip bize katıldılar.(Alkışlar).
          VEHBİ BEY (Balıkesir Milletvekili) - Rusya’nın İstanbul’dan gelen heyetten kuşkulanarak bize karşı tavır almaları nedendir?
          MUSTAFA KEMAL PAŞA– İngiliz ve Fransızlar padişahla anlaşarak, Ferit Paşa hükümetini düşürmüştür. Yerine Anadolu’yu avucuna alacağına söz vermiş birileri getirilmiştir. Yine İngilizlerin aracılığıyla, Anadolu ile anlaşmak üzere bir heyet görevlendirilmişlerdir. Anadolu hükümeti de bu anlaşma zemini üzerine görüşmeyi kabul etmiştir. Bununla birlikte Rusya izlediğimiz siyaseti anlamak istemişlerdir. “Para, cephane, silah veriyoruz; hiç olmazsa siyasetiniz ile ilgili bize bilgi veriniz.” dediler. Arkadaşlıkta ve kardeşlikte bile kuvvet dengesini göz önüne almak gereklidir. Zayıf olan, güçlü olana kesinlikle mahkumdur. Savaş sırasında insanlık, adalet, tüm prensipler, kurallar ikinci derecede kalır. Ancak kurtuluşumuz için bize yapılacak yardımlar amacımıza zarar vermemelidir. Bize yardım etmek için gelecek kuvvetler çok kuvvetli olursa bizi yutar. Gerçek kuvvet olan insan kaynağımız vardır. Daha çok silah, cephane, paramız olursa, kuvvetimizi iki üç kat daha iyi duruma gelebilir.
        SALİH EFENDİ (Erzurum Milletvekili.) – Halife olayı uzayıp gitmektedir. Ben zannediyorum ki bu bir aile sorunudur.
         MUSTAFA KEMAL PAŞA (Devamla) – Zannediyorum ki böyle bir şey yoktur. (Öyle bir şey yok sesleri).   









        

TARİH : 29- 30 ARALIK 1920
MUSTAFA KEMAL PAŞA’NIN,  ÇERKEZ  ETHEM  OLAYI  HAKKINDA YAPTIĞI KONUŞMA:

Saygıdeğer arkadaşlar, şu anda bahsedeceklerim olasılıkla hepinizin üzecektir. Ancak gerçekleri olduğu gibi Yüce Meclisin bilgisine sunmak istiyorum. Bildiğiniz gibi İstanbul düşmanlarımızca saldırıya uğradıktan sonra, büyük heyetiniz Ankara’da toplanmaya başlamıştı. O günler, bizim en zayıf bulunduğumuz kritik günlerdi. Dıştaki düşmanlarımızdan ayrı içte de birçok yörede isyanlar çıkarılmıştı. İşte böyle acı günlerde bizimle iş birliği yapmış olan ve yardımımıza yetişen çok değerli arkadaşlarımız vardı. Bunlar arasında Büyük Millet Meclisi üyelerinden Reşit Bey’in kardeşi Ethem Bey ve Tevfik Bey vardır. Bunlar Anzavur olayında, o zamanlar kuzey bölgesi komutanı olan Yusuf İzzet Paşa ve Kazım Paşa’nın emirleri altında Biga’da başarılı hizmetlerde bulunmuşlardır. Daha sonra Düzce isyanı olduğunda yine Fuat Paşa’nın emrinde yararlı işler yaptılar. Yozgat’ta yaşanan ateşli isyanı yatıştırdılar. Bu yaptıkları nedeniyle hepimiz kendilerine yeteri kadar takdir ve saygıda bulunduk. Ancak bütün amacımız, vatan ve milletin esenlik, mutluluk ve gerçek kurtuluşunu elde etmektir. Aksi halde buradan değişik bir kısım çıkarlar sağlamak, sonu gelmeyen isteklerde bulunmak, değişik bir kısım görüşler izlemek cinayet olur, hainlik olur. Yüce Meclisiniz, ben de dahil olmak üzere, kim olursa olsun, bu kutsal amacın aksine hareket edenler ile ilgili gerekli önlemleri almakta kararsız davranamaz. 
          Söz konusu olayı aydınlatmak için önceki gelişmelere bir parça değineceğim. Ankara’da Büyük Millet Meclisi ve Hükümeti kurulmadan önce hepinizin bildiği gibi Anadolu ve Rumeli Müdafayi Hukuk Cemiyetleri’nin anlaşıp birleşmesinden oluşan bir kuruluş vardı. Bu kuruluş “Temsil Heyeti” adı altında bir kurulca idare edilmekte idi. Orduların başında bulunan kumandanlar, İstanbul Hükümetine bağlı gibi görünüyorlarsa da, gerçekte bu kuruluşun içinde birlikte çalışmakta idiler. Cephelerden en fazla duyarlı ve çalışkan olan, Batı Cephesi idi. Yunanlılar İzmir’e çıktıktan sonra, oradaki yurdunu, ulusunu, ailesini koruma çabasındaki namuslu vatansever insanlar, kısa sürede düşmana karşı bir cephe oluşturdular. Bu cephenin Salihli yöresinde Ethem Bey, Tevfik Bey ve çalışma arkadaşları bulunuyordu. O sırada cephe üç parça halinde idi. Cephe komutanlarına görüşlerini sorduğuma; cephenin iki parça olmasını ve doğrudan bana bağlanması istendi. Bir süre bu durumda devam edildi. Ancak Yunanlıların cepheye saldırısı dağılma meydana getirdi. Bunun üzerine Batı (garp) cephemize tek komutan atamak gerekli oldu. Bu olay Bakanlar Kurulu’nda konuşulurken, atanması düşünülmüş olan Fuat Paşa da orada idi. Fuat Paşa bütün cephenin kendi emrinde bulunmasını, ayrıca Samsun’dan Sivas’a kadar kendisine bağlanmasını istiyordu. Görüldüğü gibi ülkenin yarısına komuta etmeyi üstlenmek demektir. Ben bunun bir insan tarafından idaresinin olanaksız olacağı görüşündeydim. Birincisi büyük bir cephedir ve savaş cephesidir. Savaş cephesi ile uğraşanın geri ile uğraşmasının olanaksızlığını bilirim. Kesinlikle onu ikinci, üçüncü kişilere bırakır. Ayrıca bu denli büyük bir cephe üzerinde komuta etmek güç bir sorundur. Büyük komutanlar askeri birliklerini yakından görmezlerse, yakından komuta etmezlerse, çoğu kez yanlışlıklar olur. Deneyimlerime göre genel savaşlarda yenilginin nedeni bu noktadadır. Bu nedenle cephenin iki bölüme ayrılmasını uygun gördüm. Batı cephesi, geniş bir bölge olarak isteği yönünde Fuat Paşa emrine verildi. Ancak bir süre sonra, Fuat Paşa’nın isteği doğrultusunda geri bölgelere ordu komutan vekili atandı. Batı cephesi ikiye ayrıldı.
        Hedefe ulaşabilmek için, güvenle dayanılacak bir orduya ihtiyaç vardır. Bu işe giriştiğimizde, o gün için niteliğine bakmadan, her kuvvetten yararlanmak amacındaydık. Ancak bu şekilde milletin bağımsızlığının güvenli olamayacağını biliyorduk. Kuvvet, kesinlikle her türlü emre boyun eğen, noksansız sıkı düzene sahip orduda bulunmalıdır. Ülkenin her yanında bu koşulları taşıyan ordu kurmaya uğraştık. Allah’a şükür bugünden başarının izlerini görmekteyiz. Bildiğiniz gibi ordumuz milli ordudur. Şunun bunun kişisel girişimi ile, şuradan buradan toplanmış, cezaevinden çıkarılmış bir kısım insanlardan oluşan çeteler amacımıza zarar vermiştir. Yozgat’ta isyan edenleri yola getirmek için gitmiş olan kuvvetin, suçsuz halka zarar verdikleri anlaşıldı. Oysaki amacımız bu değildir. Bunu görmekle birlikte, o sırada engel olmak elimizde değildi.
Batı cephesinde Hükümetin, Büyük Millet Meclisi’nin emirlerini koşulsuz yerine getiren ve düzenli kuvvet oluşturmak ilkesine gereken özen gösterilmemiştir. Ordu komutanlarıyla durum tartışıldı, kesinlikle düzeltilmesinin gerektiği birkaç kez söylendi.
          Bildiğiniz gibi Batı cephesinde Gediz saldırısı olmuştur. Bu saldırının yapılmasına cephe komutanı Fuat Paşa karar vermişti. Ancak Genelkurmay Başkanı İsmet Bey buna karşı idi. Cephe komutanının şöyle diyordu; “Düşman, kuvvetlerini uzun bir cephe üzerine yaymıştır. Gediz’de az bir kuvveti vardır.” Genelkurmay Başkanlığı’nın karşı görüşü ise; “Düşman duruyorsa, bu kuvvetinin az olmasından ve cesaretsizliğinden değildir. Sayı olarak bizden üstündür. Kuvvetimiz düşmandan azdır. Durma nedeni siyasidir. Harekete geçerse onu durduracak gücümüz yoktur. Batı Cephesi bizim için ölüm kalım meselesidir.” Bu nedenlerle Genelkurmay Başkanı saldırının yapılmasını istemiyordu. Haberleşme ile anlaşamayınca, Eskişehir’e gitti ve Ordu komutanı ile görüştü. Tarafların görüşünde değişiklik olmayınca Genelkurmay Başkanı sonuçta bana başvurdu, görüşlerini anlattı. Genelkurmay Başkanlığı’nın görüşü yerindeydi. Ben tarafsız kalacağımı belirttim. Hepinizin bildiği gibi Gediz saldırısı yapıldı. Batı Ordusu Komutanı yeni bilgi vermemiştir, ancak bilinen düşman kuvvetleri sayı olarak fazla olduğundan ilk anda yenildik ve geri çekilme emri verildi.
Birinci Gezici Kuvvet (Kuvvai Seyyare) dediğimiz Ethem Bey Kuvvetleri de bu savaşa katıldı. Kardeşi Teyfik Bey’in komutasındaki gezici kuvvet, Ordu Komutanından aldığı emirlerin hiçbirini yerine getirmediği gibi, geri çekilme emrine uyma gereği dahi duymamıştır.
          Bursa cephesinden saldıran düşman Yenişehir’i ele geçirmiş, Uşak’ta saldırıya geçmiştir. Düşman cephenin her yanında bizi yenmiştir. Ancak düşmanın sis yüzünden, yanlış bir kararla geri çekilmesi yerinde olmuştur. Hava açık olsa idi düşman karşı saldırıya geçer, büyük bir olasılıkla tek kuvvetimizi de orada yok ederdi. İşte Gediz saldırısında son durum budur. Ordu Komutanı yanılgı nedeninin Gezici Kuvvet Komutanı Ethem ve kardeşlerinin olduğunu söylüyor. Ethem ve kardeşleri ise tersini iddia ediyor. Fuat Paşa görüşmek üzere buraya geldi. Ben kendisinin bu orduya komuta edemeyeceği kanısındaydım. Durumu ile ilgili hiç bir tartışma yapmaksızın Moskova’ya büyükelçi olarak gitmesini uygun bulduk. Batı cephesini, batı ve güney cephesi olmak üzere ikiye ayırdık. Ağırlığı Batı cephesine vermek gereğini duyduk. Batı Cephesi Komutanlığına Genelkurmay Başkanı İsmet Bey’i uygun gördük.
          Güney Cephesine ise, İçişleri Bakanı Refet Bey’in gitmesini kararlaştırdık. Refet Bey bu göreve getirildiğine içerleyip: “Ben İçişleri Bakanlığı’nı çok önemli bir bakanlık biliyordum. Ancak şu an gördüm ki, ordu komutanlığı bölgesinde bir ayaklanma çıkınca buradaki önemsediğim görevi bırakıp gitmemde bir engel yok. Bu sözlerinizi emir kabul ediyorum.” dedi. “Amacımız seni İçişleri Bakanlığı’ndan ayırmak değildir. Bu görevi yerine getir ve gel.” dedik. Gerek İsmet Bey, gerek Refet Bey ilk dakikadan başlayarak ciddi şekilde uğraş verip, kendilerinden istediğimiz düzenli orduyu kurmaktadırlar.
           Bazı küçük parçalar ekleyeceğim: Diyarbakır Milletvekili Hacı Şükrü Bey o sırada Eskişehir’de bulunuyordu. Beni gördüğünde; “Ethem Bey’in selamı var, bir olay söz konusudur ve bundan dolayı çok üzüntülüdür. Bu olayı siz çözebilirsiniz.” dedi. Refet Bey, Ethem Bey’in adını taşıyan belgeyi alıp yırtmış. Ayrıca Ethem Bey’in birliğine katılmak üzere Ankara’ya gelen 150- 200 kadar askeri geri göndermiş. Hacı Şükrü Bey’in dediğine göre, Ethem Bey o birliğin geri gönderilmesini istiyor ve bu durumu kendisi için onur kırıcı olarak görüyormuş.
Ankara’ya 150- 200 kişilik bir askeri birlik gelse, hepimiz görürdük. Ayrıca Refet Bey bu tür bir şey yapmış olsa, bundan bilgim olması gerekirdi. Anında Refet Bey’e haber gönderdim ve kendisi ile görüştüm. Refet Bey, henüz İçişleri Bakanı olmadan Ankara’ya gelirken, Alaca’dan geçiyormuş. O yöre halkı kendisine baş vurup; “Aman efendim, bir kısım insanlar gelip zorla asker topluyorlar. Köylerimizden asker gitmediğinde evimizi yakıyorlar, hayvanlarımızı alıyorlar, bizi göçe zorluyorlar. Bu insanların elinden kurtar.” diyorlar. Refet Bey Alaca’da kalıyor. Gerçekten köylerden bir kısım insanlar ellerinde belgelerle geliyor. Bu belgelerde; asker toplamakla görevli oldukları, asker vermediklerinde yakmaya, yıkmaya yetkili oldukları yazılıdır. Refet Bey bu çapulcuların elinden belgeleri alır ve yırtar. Ethem Bey müfrezesinden kaçanları da toplatıp geri gönderir.
Hacı Şükrü Bey’i gördüğümde bunu anlattım ve Ethem Bey’e bunu yazmasını söyledim. Ayrıca ikinci kez Hacı Şükrü Bey’in yanında Refet Bey aynı açıklamayı yaptı. Önem verdiğim için bu konuyu araştırdım, gerçek olmadığını anladım. Ancak birkaç gün sonra doğrudan doğruya Ethem Bey’den bana gelen telgrafta deniliyor ki; “Müfrezemden şu kadar kişi kaçtı. Refet Bey benim adamlarımı Ankara’dan gönderdiği ve belgelerini yırttığı için bundan güç aldılar. Bu nedenle kaçmalarının asıl nedeni Refet Beydir.”
Bu kez kendisine özel olarak yazdım: “Bana daha önce Hacı Şükrü Bey aracılığı ile gönderdiğiniz haber üzerine kendim araştırdım. Gerçek durumu size ilettim. Aynı sorun üzerinde durmanızı doğru bulmuyorum.” dedim. Daha sonra Eskişehir İstiklal Mahkemesi’nden gelen mektupta; Ethem Bey’in, İçişleri Bakanı Refet Bey’i Eskişehir İstiklal Mahkemesi’ne verdiği yazıyordu. Bu olay uygunsuz, kanunsuz, düşüncesiz bir hareketti. İstiklal Mahkemesine; Ethem Bey’in aynı olayı bana yazdığını, kendisine gerekli yanıtı verdiğimi bildirdim. Bu olayın kovuşturulmasının gerekmediğini belirttim.
          Aynı günlerde arkadaşlardan biri; “Ethem Bey gönderdiği bir telgrafla Refet Bey’i aşağılamış.” dedi. Telgrafın Hacı Şükrü Bey’de olduğunu ve önüne gelene gösterdiğini söyledi. Refet Bey’e sorduğumda önemli olmadığını, yırtıp attığını söyledi. “Küçük düşürücü bir şeymiş, derecesi nedir?” dediğimde ise: “Dünyada en aşağılık bir insanın, ne kadar aşağılanması olanaklı ise ve ne kadar kötü sözcük kullanmak gerekli ise o kadar.” dedi. Kendisine: “Sen ne hak ve yetki ile bu telgrafı gizliyorsun? Bu telgraf Refet Bey’e değil, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin İçişleri Bakanı’nadır.” dedim. Bana zamanında göstermiş olsaydı, onun kadar hareketsiz kalmazdım.
          Bildiğiniz gibi Ethem Bey Yozgat ve yöresinde bulunduğu sırada, Refet Bey de Düzce ve Bolu’da tek başına bulunuyordu. Refet Bey’e Zile’ye hareket emri verdim. İsyanı bastırmak üzere hareket etti. Hareket sırasında önce on, sonra elli kişilik kuvvet oluşturdu. Sanırım Çorum’da vardığında yanında yüz elli kişi vardı. Bir an önce Üçüncü Kolordu Komutanı Selahaddin Bey’in yanına gitmek üzere, en kısa ve doğru yolu izliyordu.
          Ethem Bey’in üstü kapalı ve sataşmalı uzun telgrafları vardır. Sizin komutanlarınız her zaman böyle yapıyorlar şeklinde eleştirir. Sataştığı komutan yalnızca Refet Bey değildir. Ona göre yörede ne kadar komutan varsa tümü güçsüz, ağır, aklı ermez insanlardır, yalnızca kendilerinin aklı çalışır. Bir kısım komutanları da telgraf başına çağırıp, yüzlerine karşı aşağılamışlardır. Biz bunları biliyorduk, ancak ortamın sakinleşmesini sağlamaya çalışırken, bir yandan da daha çok kargaşaya neden olmayı istemedik.
          Refet ve İsmet Bey komutayı aldıktan sonra gidip işe başladılar. Bu sırada Ethem Bey rahatsızdı, son zamanlarda dinlenmek için Ankara’ya gelmişti. Kendisinden özel bir pusula aldım. Bu pusula da diyordu ki; “Benim Ankara’ya gelişim, şahsınıza karşı sadece dostluğumuzu sağlamlaştırma ve içten bağlılık içindir. Ancak gizli görüşüp, cepheden aldığım raporları size sunmak istiyorum.” Görüştüğümüzde o raporları kendisine okuttum, pek bir anlamı yoktu.
Ethem Bey: “Efendim, biz batı cephesinin ikiye ayrılmasını biz uygun görmüyoruz. Tümünün bir komutanın emrinde olması daha iyidir.” dedi. Bunun üzerine kendisini; “Bu durum bana bağlı değil, Genelkurmay Başkanlığına ait bir olaydır. Ancak asker olduğum için bu işlerden anlarım. Bildiğime göre en uygun görüşe dayanarak bu bölünme yapılmıştır.” diye yanıtladım. “Yeniden bir komuta altında olsa daha iyi olurdu Refet Bey’e bizim güvenimiz yoktur.” dedi. “Bizce Refet Bey çok zeki, akıllı ve güçlü bir askerdir. Büyük kuvvetlere komuta etmiş, denenmiş bir komutandır. Kendisine güvensizlik nasıl olur?” dedim.
Ethem Bey: “Yok haklısınız, tüm saydığınız askeri özeliklere sahiptir. Bizim güvensizliğimiz, şahsidir.” dedi. Anında telgraf olayı aklıma geldi. “Sizin kaçakları geri gönderme ve belge olayından dolayı güvensizliğiniz doğmuşsa bu doğru değildir.” dedim. Kaygısının “kuvvet dengesi” olduğunu söyledi. Bunun üzerine “Refet Bey kuvvetini sizin şahsınıza karşı kullanamaz. Aksi halde Büyük Millet Meclisi onu idam eder. Size söz veriyorum. Sonuçta benim hayatım ne kadar güvende ise, sizin ve arkadaşlarınızın hayatı da o kadar güvendedir. Hasta olduğunuzu duydum, gidip dinleniniz.” dedim. Bir iki gün sonra kardeşi Tevfik Bey imzalı bir kısım savaş raporları geldi. Raporların son kısmında, nereye verilmişse yazılır. Orada Batı Cephesi Komutanlığına rapor verildiğine dair yazının olmayışı dikkatimi çekti. Tevfik Bey’e gönderdiğim yazıda; “Bu durum yanlışlıktan mı kaynaklanmıştır? Aksi halde bir nedeni mi vardır?” dediğim halde henüz bir yanıt alamadım.
          Efendim, gelen yazıları okuduğumda bazı bilgiler edindim. İsmet Bey komutayı aldıktan sonra bakmış ki, Batı Ordusunda bir kısım komutanlar, örnek olarak Birinci Gezici Kuvvet bir çok insanı asıyor, kesiyor. Bunları bir kısmına casus, bir kısmına kaçak diye yapıyor. Birçok aileyi göçe zorluyor ve evlerini yıkıyor. Tevfik Bey bir kısım aileleri zorla Kütahya’ya göndermiş, Tevfik Bey eşleri kaçak olduğu için bunları cezalandırın ve evlerini yıkın şeklinde emir vermiş. Oradaki sancak vekili olan yargıç (kadı) bakmış çoluk, çocuk insanlar perişan. Görevi yeni aldığı için durumu araştırır. Kanunu incelediğinde, bu yetkinin İstiklal Mahkemesi’ne ait olduğunu anlar. İnsanları köylerine göndermeyi kararlaştırır. Bunu duyan Tevfik Bey emir verir ve evine silahla girip sancak vekilini alırlar. On beş saat uzaklıktaki cepheye götürürler. İdamdan vazgeçip, geri göndermiş. Bu tür olaylar üzerine Batı Ordusu Komutanı İsmet Bey yayınladığı genelgede; “Casuslar genelkurmay heyetince araştırılır, hemen idam edilmezler, kararı istiklal mahkemeleri verir.” denilmektedir. Tevfik Bey itiraz eder, “Burada yaparsak daha etkili olur.” der. İsmet Bey de gerçekte daha etkili olacağını düşünür. “Ancak karar vermek benim yetkim dışındadır.” der. Tevfik Bey buna uymaz.
            Başka bir olayda; Düşmanın kendiliğinden boşalttığı yerlerde idari, adli hiç bir görevli yok. Gezici Kuvvete ait olan çeteler bu tür boş yerlere girip soyuyorlar. Daha sonra; “Siz zamanında düşmanla birlikte hareket ettiniz.” diye onları öldürüyorlar. İnsanlar, ya düşmanla birlikte kaçıyor, ya da “Aman burada kalıp bizi koruyunuz.” diyor. Ayrıca bize karşı cephe oluşturuyorlar. İsmet Bey, durumun halkın hainliğinden değil, bu olaylardan kaynaklandığını söylüyor. İçişleri Bakanlığı’ndan görevli istiyor. Ancak destek gelinceye kadar İsmet Bey Eskişehir’den jandarma birliği ile birlikte, Simav ve Yöresi Komutanı adıyla birini gönderiyor. Halka korkmamalarını, her dertlerini bu komutana anlatmalarını belirten bildirge yayınlıyor. Tevfik Bey bu durumu onuruna saldırı kabul edip, bu komutanlığa gerek olmadığını, geri göndereceğini söyler. Komutan ve jandarmasını Kütahya’ya gönderir ve cephe komutanına karşı isyan eder. Durumu öğrenir öğrenmez anında verdiğim karar şu oldu: “Ethem Bey’le, yanıma birkaç arkadaş alıp, ertesi gün Eskişehir’de İsmet Bey’le görüşürüz.” dedim. Olay Genelkurmay Başkanlığı ve Bakanlar Kuruluna aksetti. Ancak kendilerine: “Bu olay resmiyete geçerse, hükümet gibi hareket etmek gerekir. Oysa yakışıksız bir olaydır.” diye uyarıda bulundum. Arkadaşlar da uygun gördü. Ertesi gün Ethem Bey’e, Reşit Bey’e, Eyüp Sabri Bey’e, Hakkı Behiç Bey’e, Celal Bey’e haber gönderdim. Reşit Bey’e; “Senin kardeşin düşman karşısında silahlı olarak isyan etmiştir, bunun cezasının da ne olduğu bilinmektedir.” dedim. Ethem Bey gerçekten hasta idi. “Dr. Adnan Bey vagon korumalı ve sobalı olursa gidebilir.” dedi. Kendi kompartımanımı Ethem Bey’e verdim. İsmet Bey’in karargahı olan Bilecik’e gitmek gerekiyordu. Gece hareket ettik. Ertesi gün Ethem Bey yolculuğa devam edemeyecek durumda olduğu için İsmet Bey’den Eskişehir’e gelmesini rica ettim. İsmet Bey; “Düşman cephesinde bir sorun görüyorum, geçici de olsa cepheden ayrılmayı sakıncalı görüyorum.” dedi. Düşman çekilmeye başlayınca, ben kendisini Bilecik’ten alıp getirdim.
          İsmet Bey’e; “Sizin cephenizde bir şeyler olmuş, onu anlamaya çalışacağız.” dedim. “Bir şey olduğunu şimdi anlıyorum.” diye yanıtladı. Daha sonra olaylarla ilgili düşündüklerini birer, birer anlattı. Kaçak olayını, casus olayını, Simav ve civarı kumandanlığı olayını anlattıktan sonra buna bir iki şey daha ekledi. Düzce’de hükümetin mührünü bozup tütünleri alıp gitmişler. Sonra durum maliye tarafından İstiklal Mahkemesi’ne verilmiş.
          Bir şey daha anlattı. İsmet Bey komutayı aldıktan sonra Ethem Beyle ilk görüşmelerinde: “Amaçta başarılı olmak için tek çözüm, düzenli bir ordu oluşturmak görüşünde misin?” diye sorduğunda, Ethem Bey: “Evet.” demiş. O zaman el ele verip bu amaçla çalışmayı teklif etmiş.
İsmet Bey; “Ben kimseyi şikayet etmedim. Benim cephemde bir kıta komutanı bana karşı isyan etti. Verilen emre uymadığında henüz önlemlerimi kullanmadım. Eğer önlemlerimi kullanır da başarılı olmazsam, o zaman şikayet ederim. Komutanlık böyle danışmayla, konuşmayla olmaz. Hasta olan Ethem Bey’in yanına giderim. Durumunu sorduktan sonra, senin bu budala kardeşin ne yaptı? Haydi git komutayı al derim.” Kendisine, “Biz buraya senin yetkine karışmak için değil, arkadaşça çözümlemek için geldik, rica ederim konuşalım.” dedim.
          Reşit bey ise İsmet Bey’e ve bizlere karşı saldırgan bir şekilde konuştu. Kendisine bir öneride bulundum. “Tevfik Bey isyan etmiştir, aslında o komutan değildi. Reşit Bey komutayı sen al. Geri gönderilen Simav komutanı yerine gitsin. Verilen emirler yerine getirilsin, bir daha olay olmasın.” Reşit Bey; “Ben oraya gidersem yenilirim, Tevfik giderse yenilmez.” dedi. İsmet Bey düşünüp; “Eğer kazanmak ve kaybetmek Tevfik Beyin şahsına bağlı ise kabul ediyorum, kalsın.” dedi. Ancak bu olay konuşulurken Reşit Bey yine tartışma çıkardı. Bunun üzerine: “Buraya Büyük Millet Meclisi Hükümeti’nin kararını iletmek için gelmedim. Eski bir arkadaşınız Mustafa Kemal olarak ve anlaşacağınızı düşünerek geldim. Benim durumum zorlaşıyor. Ben Büyük Millet Meclisi Başkanıyım. İsmet Bey, ben kimseyi şikayet etmedim diyor. Şikayet ettiğinde konu bize gelince, uzun konuşuruz.” dedim. Yeniden oturup konuştuk. Reşit Bey, Kazım Beyle Kütahya’ya gidip orada sorunu çözeceklerini söyledi. Geldikten sonra Ethem Bey Batı ordusuna rapor vermeye başladı. Reşit Bey de bu olayın sona erdiğini yazdı.
          Olay çözümlendi diye mutlu olmuştum ki, acele etmişim. Kütahya’ya gitmiş olan Reşit ve Kazım Bey Ankara’ya döndüler. Bakanlar Kurulu toplantısı devam ettiği sırada İzzet Paşa beni aradı. Kırk, elli milletvekilinin cephe ile ilgili bir kısım olaylar hakkında görüşmek istediğini iletti. Kendisine böyle bir usul yoktur. Siz de ben de milletvekiliyiz, herhangi bir konuda benimle görüşebilirsiniz dedim. Bir gün sonra geldi, soruları ve istekleri özetle şöyle idi: “Batı cephesinde komutan anlaşmazlığı varmış, durum nedir? Bu anlaşmazlıklar nasıl ortadan kaldırılır? Milli kuvvetlerin kaldırılmasına Bakanlar Kurulu karar verdi mi? Birinci Gezici Kuvvetlerin kaldırılmasına Meclis karar vermelidir.”
          Reşit Bey Eskişehir’de görüşürken; “Gezici Kuvvetler kesin olarak genişleyip, varlığını koruyacaktır.” diye söylemiş. Bu tür bir istek kabul edilemez. Bakanlar Kurulu genel olarak milli kuvvetlerin kaldırılmasına karar vermiş değildir. Antep, Adana, Mersin cephelerinde savaşanlar milli kuvvetlerdir. Ancak, çapulcuların kaldırılmasına karar verilmiştir. Ordu kadrosu içindeki Birinci Gezici Kuvvetlerin kanuna uygun olmayan ve hükümete saldırgan davranışlarına izin verilemez.
Reşit Bey’le görüşmeye giderken, Celal Bey’le Adnan Bey geldiler. Celal Bey birçok telgraf gösterip; “Biraz önce Reşit Bey’le karşılaştık. Bunları Paşa’ya gönder, ne yaparsa yapsın, halletsin. Kendim gidemem hayatımdan korkarım dedi.” diye açıkladı. Birlikte okuduğumuz telgraf haberleşmesi, Kütahya’dan Ethem Bey’le Reşit Bey arasında oluyor.
Ethem Bey: “Sorunu Meclis’te çözümletiniz.”
Reşit Bey: “Meclis’e götürmüyorlar.”
Ethem Bey: “Aşırı istekleri yüzünden dünyayı gözden çıkarmaya hazır olan Refet Bey henüz iş başındadır. Eğer onun Meclis aracılığı ile iş başından uzaklaştırılması olanaklı değilse, hemen iş başından çekiniz. Düzce’de Sarı Efe’ye haber gönderin kuvvetlerini toplasın, Gökbayrak taburuna haber gönderin.”
Reşit Bey: “Ben buradan haber gönderemem, sen emir ver. Eğer seni görüştürmezlerse isyan et.”
O sıralar Kazım Bey, Reşit Bey’le karşılaşmış ve alıp getirmiş. Baktım Reşit Bey hasta, mecnun gibi olmuş. “Bu şekilde heyecanla bir şey çıkmaz, otur ne istiyorsan söyle. Dünyada çözümlenmeyecek olay yoktur.” dedim. “Hayatımdan endişe ediyorum.” diye yanıtladı. “Bu heyecanınız nedir? Ne oluyor?” diye sordum. “Komutanları değiştirip, Refet Bey’in yerine beni yapın.” dedi. “Bunlardan bahsetmeyiniz, olmaz.” diye yanıtladım. Görüşmelerden bir sonuç çıkmayınca: “Siz gidiniz, ben akşama kadar düşüneyim.” dedim.
Cephe ile görüştüğümde İsmet Bey; “Eğer bunlar benim elimdeki kuvvetlerin toplu bulunmasından korkuyorlarsa, Kazım Bey’e bizim ve onların güveni vardır. Kazım Bey onların kuvvetlerini de alsın Kütahya’da kalsın. Elimdeki birliklerden bir kısmına da Kazım Bey’in emrine verelim. O zaman onun kuvveti benim kuvvetimden çok olacaktır ve aramızda Kazım Bey bulunacaktır.” Kazım Beyle bir gün sonra buluştuk, prensip olarak kabul etti.
Bizim tüm iyi niyetli, içtenlikle, kardeşlikle girişimlerimiz olurken; Ethem Bey’in, Tevfik Bey’in, Reşit Bey’in, Hacı Şükrü Bey’in ve Gezici Kuvvetlerin, gizli bir takım girişimleri vardır. Kuvvet toplamak için işaret verilmiştir. Ayrıca Yörük Ali Efe, Demirci Efe, Gök bayrak Taburuna şifreli telgraflar, adamlara özel mektuplar gönderilmiştir. Bunlar Hükümetimiz aleyhine özendirilmişlerdir. Elimizde “Türkiye Komünist Partisi” adına teşkilat yapmak üzere Ethem Bey’in verdiği belge vardır. Subaylara ve özellikle erlere yaptıkları propagandalarda; “Ethem Bey’le silahlı çatışma olduğunda askerler Ethem Bey’den yana geçsinler.” deniliyor. Bu adamlardan bazıları bana gelerek durumu anlattılar, adları bende saklıdır. (Mücahit, muhterem kardeşim Yörük Efeye ... diye başlayan Kütahya’dan Ethem Bey tarafından yazılan mektubu okur.)
Demirci Mehmet Efe’ye önce adam gönderiliyor, sonra Ethem Bey tarafından telgraf başına çağrılıyor. Demirci Efe telgraf başında Ethem Bey’e diyor ki; “Refet ortadan kalkmadıkça hiçbir olay çözümlenemez. Sen Refet’in önerilerine göz yum, ancak kuvvetini topla ve konumunu al.”
Diğer yandan Ethem Bey bana telgraflar gönderiyor ve devamlı olarak yaranmaya çalışıyor. Ancak bugün aldığım raporlar vardır. Ethem Bey, arkadaşları ve kardeşleri yeni bir hükümet kurmaya kesin olarak karar vermişler. Ethem Bey bu durumu kendisi ile görüşen çok güvendiğimiz bir arkadaşımıza söylemiştir.   
          Bu olayı kesin şekilde çözmek için Reşit Bey’i ve konunun iyi niyetle çözülmesini isteyenleri çağırdım. O heyette Reşit Bey, Celal Bey, Emir Paşa, Yunus Nadi Bey, Kılıç Ali Bey, İhsan Bey, Vehbi Bey’le birlikte on beş kişi vardı. Bu şahısların yanında olayı detaylı şekilde anlattım. Reşit Bey söylediklerimi kabullendi. Bunun üzerine dedim ki; “Hükümet ve ordu kuvvetlidir, kararını verdiğinde, yerine getirir. Biz burada olayı sevgi bağı ile çözmek istedik, ancak bundan sonra aynı şekilde devam edemeyiz. Olayı kabullendiğinize göre yapılacak şey; Hükümetin ve Büyük Millet Meclisi kanunlarına, emirlerine uymaktır. Bu gerçeği kardeşlerinize anlatın.” Artık kişisel görevimin sona erdiğini söylediğim için durumu Bakanlar Kurulu’na sundum.
Bakanlar kurulu kararı şöyleydi: “Birinci Gezici Kuvvetlerin kayıtsız şartsız Büyük Millet Meclisi Kanunları’na ve Hükümetin emir ve düzenine uymakla yükümlüdür. Bu konuda yetkili Genelkurmay Başkanlığı’dır. Bu askeri bir olaydır, gereğini o yapar.”
  Oysaki diğer yandan Gezici Kuvvet Komutanı Ethem Bey imzası ile Batı Ordu Komutanlığı’na ve Genelkurmay Başkanlığı’na açık telgraf yazılmıştır. (Okunan telgraf ve yazılar zapta geçmemiş). Efendiler; elhamdülillah hükümetimiz kuvvetlidir. Ordumuz güvene layıktır. Büyük Millet Meclisi’ne saldırıp, hücum edenlere bu Meclisin kanunları uygulanır. Hükümetimizin bu kanunları uygulamaya gücü yeterlidir. Bu açık telgraf üzerine Genelkurmay Başkanlığı anında, “Ethem Bey’i komutanlıktan alınız ve onunla ilgili olarak kanuni işlem yapınız.” emrini vermiştir. (Mustafa Kemal Paşa’nın bu konuşmasından sonra başkan oturumu kapatır).
(Ertesi gün Çerkez Ethem olayı ile ilgili birçok milletvekili söz alır. Saruhan Milletvekili Mahmut Celal Bey (Bayar) Mustafa Kemal Paşa’nın yaptığı konuşmaları yineler ve tanık olduğu olayları anlatır. Milletvekillerinden bazıları yaptıkları konuşmalarda, hükümetin silah patlatmadan olayı çözmesini, bazıları Çerkez Ethem’ in affedilmesini, bazıları, çok ağır cezalandırılmasını isterler. Bir milletvekili, bu olay bir buçuk aydır devam ettiğine göre, olaya başlangıçta neden el atılmadığını sorar. Bu konuşmalar üzerine Mustafa Kemal Paşa yeniden söz alır.)
          MUSTAFA KEMAL PAŞA  (Ankara): Olay tüm detayları ile yüce heyetinize sunulmuştur. Son durumda ordu, Birinci Gezici Kuvvetlerin gerçekten zararlı hale gelmemesi için, gereken önlemleri almaya başlamıştır. Önerileriniz verilen emirlerin ertelenmesine neden olacaksa, Bakanlar Kurulu sonucuna ait sorumluluğu yüklenmiş olacağı için, kabul edilmeyecektir. Ancak gerçekte bu olay daha hızlı, daha kolay çözümlenecekse uygulansın.
           Silah patlamadan çözümlemek için, bir buçuk aydan bu yana geceli gündüzlü çalışmaktayız. Hatta ordunun bir kısmı bu olayın çözümlenmesi için hazır bulunduğu için, düşmanla uğraşmadı. Bu nedenle olayın daha çok uzamasına olanak yoktur. Batı Ordu Komutanı İsmet Bey bu tür bir olasılığı ortadan kaldırmak için Ethem Bey’e haber verip Kütahya’yı ele geçireceğini bildirdi. Gezici Kuvvetleri oradan çekmesini istedi.
           Efendiler çok acıklı bir durum karşısındayız. Şayet bir Hükümet varsa yaptırımını göstermelidir. Ancak Hükümetin dayandığı kuvvet yoksa, Birinci Gezici Kuvvetler Komutan’ının diktatörlüğünü kabul etmek gerekir. Demirci Efe, Yörük Ali Efe, Gök Demir arasında taşkınlık eden Ethem Bey ve kardeşleridir. Oraya gönderdiğimiz iki güçlü komutanın aldığı önlemler sonucu; “Artık ben yoruldum, göstereceğiniz yerde dinleneceğim.” dedi. Korkuya gerek yoktur. Kütahya sakin şekilde ele geçirilmiştir ve bir olay olmamıştır. Ethem Bey Gediz’e çekilmiştir. “Ethem Bey iyi adamdır diyorsunuz.” Gerçekte öyle değildir. Ethem Bey eşkıyadır. İdare edilerek kullanılıyordu. Eşkıya, daima eşkıyadır.
           Bir milletvekilinin Mustafa Kemal Paşa hakkında öven sözler söyledikten sonra Çerkez Ethem ve kardeşlerinin af edilmesini istemesi üzerine Mustafa Kemal Paşa yeniden söz alır.
            MUSTAFA KEMAL PAŞA (Ankara) – Arkadaşlar Batı Ordusu’nun tamamının Kütahya’ya girdiğini bildiren telgraf aldık. Güney Ordusu’nun önemli kuvvetleri Altuntaş’ta bulunuyor. Demek ki Birinci Gezici Kuvvetler dar alanda kalmıştır. Şu ana kadar karşılıklı çatışma olmadı. Bundan sonra da karşılıklı çatışmamaya çaba gösteririz. Ethem Bey, Reşit Bey, Tevfik Bey ile ilgili yasal hükümler çok ağırdır. Ancak bu kararları vermek ve bunları affetmek yüksek heyetinizin yetkileri içindedir. Bu gece Genelkurmay Başkanından rica edeceğim. Ordu komutanları ile durumu görüştükten sonra, kendilerine iyi niyetle bazı önerilerde bulunabilirler. Kuşkusuz komutanlıktan çekilmeleri zorunludur. Komutanlığı bıraktıktan sonra hayatlarının korunacağına kefil oluruz. Kendileri sakin, olgunlukla teslim olmalıdır. Kuvvetlerini dağıtmayı düşünmüyoruz. Arkadaşlarında söyledikleri gibi onlar suçsuzdur. Başlarına biri geçip komuta eder.
Demirci Efe koşulsuz olarak teslim olmuştur. Demirci Efe olayı, bu olaya göre daha hafiftir. Bir kısım cinayetleri, cahilliği ve aymazlığı vardır. Ancak son durumda esas cinayet işleyen Ethem Beydir. Ordu kuvvetleri Demirci Efe’nin etrafını kuşattığında, silahla karşılık vermedi. Ordu bunların silahlarını aldı, içlerinde asker olanları birliklerine gönderdi. Demirci Efe birkaç kişi ile kaçtı, ancak daha sonra teslim oldu. Bu insan Büyük Millet Meclisi’ne saldırmamıştır. Cinayetlerin İstiklal Mahkemesi tarafından görülmesi gerekir.
Ethem ve kardeşleri, yandaşlarıyla Yunan birliklerine katılır. Bir gün sonra da Yunan ordusu saldırıya geçer.    
          



         

TARİH :  22 OCAK 1921                         
BİR KISIM MİLLETVEKİLLERİNİN KOMÜNİZM PROPAGADASI YAPTIKLARI İLE İLGİLİ KONUŞMALARI ÜZERİNE MUSTAFA KEMAL PAŞA’NIN AÇIKLAMASI:
                                                
           (Bursa Milletvekili ile Diyarbakır İstiklal Mahkemesi Üyesi Şeyh Servet Efendi hakkında komünizm propagandası yaptığı ile ilgili olarak, şifre telgraflar okunur.)
Tokat Milletvekili Mustafa Bey konu ile ilgili söz alarak şunları söyler: “Geçenlerde Ankara at pazarında güçlü kuvvetli üç dört genç köylüyle karşılaştım. Konuşmalarına kulak misafiri oldum. Bu gençlerin söylediğine göre burada bir dernek kurulmuş, bol para veriyorlarmış. Hem oradan para alacağız, hem de zenginleri soyacağız, bütün gün çift ile uğraşmadan para kazanacağız dediler. Bunları dinledikten sonra araştırdım. Üç milletvekilinin yabancılardan para alıp köylüleri komünizme özendirdiğini öğrendim. Bu gibilerin Meclisten çıkarılmasını gerekir.”
(Daha sonra milletvekillerinden bir kısmı komünizmin müslümanlıkla bağdaşmayacağını söylerken, Kazım Paşa’nın onlara yardım ettiğini söyleyenler de çıkar. Bu konuşmaları yanıtlamak üzere Mustafa Kemal Paşa söz alır.) 
           MUSTAFA KEMAL PAŞA  (Ankara) – Efendiler; Komünist partisine bağlı Mustafa Suphi başkanlığında bir heyetin yurdumuza gelmek istediği zamanında bize bildirildi. Mustafa Suphi’nin ahlakı ile ilgili birçok arkadaşımız bilgi sahibidir. Erzurum halkı bunu çok yakından tanımaktadır. Kars üzerinden gelmek istiyordu. Durumu öğrenen Erzurumlular: “Bu adam yurda girdiğinde parçalarız.” diye devlete başvuruda bulunmuşlar. Halkın bu gösterisi karşısında yurda gelmelerinin olanaklı olmadığını bildirdim.
          Efendiler, sanıyorum ki çok önemli ve ciddi bir olay üzerindeyiz. Değerli arkadaşlar bu konuda görüşlerini ortaya koydular. Ben de bu nedenle gerek Bakanlar Kurulu ve gerek şahsım adına birkaç noktayı kısaca sunacağım.
          Gerçekten ulusumuzun durumu ve ciddi istekleri, sanıyorum hepinizce açık ve kesin olarak bellidir. İşte bu milli istekleri gerçekleştirmek amacıyla burada toplanan Meclisimiz, bu konudaki görüşlerinde, izleyeceği esaslarda, milletin arzu ve istekleri doğrultusundan ayrılamaz. Kuşku duymuyorum ki, Büyük Millet Meclisi ve onun Bakanlar Kurulu’nun bugüne kadar izlediği politika, tamamen milli amaçlara uygundur. Bu politikanın ne olduğunu yinelemeye gerek görmüyorum. Bugüne kadar bu amaçtan ayrıldığımıza işaret edecek en küçük bir belirti göstermek dahi olanaklı değildir.                       
          Efendiler, bu temeller üzerinde yürüyen insanlar, düşünen beyinler, komünizmin temelleri ile uyum içinde bulunamaz. Bunun için Yüce Heyetinizin izlediği politika hiç bir zaman Komünistlik temeline dayanamaz. Bunu bir kez daha yineliyorum, bu böyledir. Ancak yine bildiğiniz gibi ve dünyanın bildiği gibi, bu milli temellere derin bağlarla bağlı olan Meclisimiz ve Bakanlar Kurulumuz, bağımsız bir devlet olarak Rusya Bolşevik Cumhuriyeti ile politik ilişkilerimizde, hiç bir zaman Komünistlik ile Bolşeviklik temellerini söz konusu etmemiştir. Sanıyorum ki, Dışişleri Bakanımız çeşitli nedenlerle konuyu bu yönüyle anlatmışlardır. Yüce Heyetimizin Ruslarla olan ilişkisinin, iki bağımsız devletin kendi amaçlarını koruma şartıyla devam edeceğinden kuşku duymayınız.  Rusya’daki bir takım insanlarımız, iş yapma hayaline kapılarak, görünüşte yurdumuza ve milletimize yararlı olmak için Türkiye Komünist Partisi diye bir parti kurmuşlardır. Bu partiyi kuranların başında da Mustafa Suphi ve arkadaşları bulunmaktadır. Doğrudan doğruya yurt sevgisiyle değil, kanımca kendilerine para veren, bunları önemseyen Moskova’daki koruyucularına yaranmak için bir kısım girişimde bulunmuşlardır. Bunların yaptıkları girişim, Rus komünizmini çeşitli kanallardan yurda sokmak olmuştur. Yurdumuza, dıştan komünizm akımı girmeye başlamıştır.
            Diğer yandan, yurt içerisinde komünizmin ne olduğunu bilmeyen, komünizmin bizim için kurtarıcı olabileceğini kabul eden bir kısım insanlar vardı. Yine dışarıdan gelen komünizm akımı ile ilişki kurmaksızın kendiliğinden Komünizm oluşumunu gerçekleştirmek için bir araya gelenler vardı. Bir zamanlar Ankara’da, Eskişehir’de ülkenin birçok yerinde, birçok insan birbirlerinden bağımsız olarak Komünizmi yaymak için çalışmalar yaptı. Ülkede dolaşıp propaganda yapmaya başladılar. Bakanlar Kurulumuz en yararlı sonucu düşünmek zorunluluğunu duydu. Ulusumuz bu ülkede komünizmin uygulanamayacağına inanmıştı ve inanmaktadır.
          Efendiler, bu konuda iki tür önlem alınabilir. Birincisi; doğrudan doğruya “Komünistim” diyenin kafasını kırmak. İkincisi; Rusya’dan gelen her insanı denizden gelmişse gemiden çıkarmamak, karadan gelmişse sınır dışına çıkarmak gibi zorlayıcı önlem almak. Ancak Rusya Cumhuriyeti tümüyle komünisttir. Politik olarak iyi ilişkilerde bulunmayı gerekli sayarız. Eğer bu şekilde zorlayıcı önlemler uygularsak, o durumda kayıtsız şartsız Ruslarla ilişkiyi kesmek gerekir. Oysaki biz birçok sebeplerden ve borçlardan dolayı Ruslarla anlaşma yapmak istedik, istiyoruz. O halde uygulayacağımız önlemlerle, dostluğunu istediğimiz bir ulusun ilkelerini aşağılamamak zorundayız. İşte bu nedenle zora dayalı önlem almak istemedik.
İkinci bir neden; bildiğiniz gibi düşünce akımlarına karşı düşünceye dayanmayan bir karşılık vermek, o akımı ortadan kaldırmaz. Bir insanla konuşulduğunda onun düşüncesini kaba kuvvet kullanıp bastırırsanız, o da direnir. Direndikçe kendi kendini aldatmakta daha ileri gidebilir. Bundan dolayı düşünce akımları zor ve kaba kuvvetle önlenemez. Buna karşı aklıma gelen en etkili çözüm, düşünceye, düşünceyle karşılık vermektir. Komünizmin yurdumuz için, ulusumuz için, dini gereklerimiz için kabulünün olanaksızlığını anlatmak, yani ulusu aydınlatmak en yararlı çözüm görülmüştür. Bakanlar kurulu halkı aydınlatarak bu akımın önünü almayı düşündüğü sırada, her bakımdan güvenilir arkadaşlar bana başvuruda bulundular. Bu görüşle ülke ve ulusa yararlı olacaklarını düşünüyorlardı. İşte bu düşünce ürünü olarak, Ankara’da ‘Komünist Partisi’ adı adında bir parti kuruldu. Bu partiyi kuran insanların görüşlerini yakından biliyordum. Kötü düşünceye kapılmamanız için görüş ve düşüncelerini kısaca anlatmak istiyorum. Ulusal sınırlar içerisinde halkın bağımsızlığını korumayı sağlamak ve elde etmek için hizmet etmek istiyorlar. Yine onlar da hepimiz gibi ulusun gönenç ve gerçek mutluluğunu düşünen insanlardır. Bunun için bu partiyi kuranlar, komünizmin ne olduğunu doğru şekilde halka anlatacaklar. Yurtta uygulanması olanaklı olduğu görüldüğünde çalışmalarını devam ettireceklerdir. Bu işi iyi amaçla yapmak isteyen arkadaşların girişimleri, Bakanlar Kurulunca uygun görülmüş ve kendilerinin başvuruları üzerine izin verilmiştir. Bakanlar Kurulu’nun aldığı kararda; “Komünistim diyenler, Bakanlar Kurulunca programı görülmüş ve onaylanmış derneğe girebilir.” Kurulan partinin Bakanlar Kurulu’na verdiği bir güvence vardır; “Her önüne gelen bu kuruluşa giremez. Aklı başında, ulus ve devletine bağlı insanlar bu konuda bilgi verebilir, açıklama yapabilirler.”
Ben bu arkadaşların Rus komünizminin yapmış olduğu yıkıntıları birçoklarımızdan daha iyi bildiklerine güvenirim. Varlık nedenleri kalmadığına inandıkları dakikada, tüm ulusa komünizmin bu ülkede uygulanamayacağını kendileri söyler ve dağılırlar. Komünist Partisi yurtta kurulduğu sırada Bakü’de Türkiye Komünist Partisi vardı. Merkezi dışta bulunan ve girişimleri için emirleri dışardan alan bu partinin yurtta kurulması kabul edilmedi.
           Türkiye Komünist Partisi kurulduktan sonra, Halk İştirakiyyun Fırkası (Halk Sosyalistler Partisi) adı altında bir parti Bakanlar Kurulu’na başvuruda bulundu. Benim anladığım, Türkiye Komünist Partisi kuruluş niteliği ile Halk Sosyalistler Partisi’nin kuruluş niteliğinde ayrılık vardır. Türkiye Komünist Partisi, amacı belli olan ve yurt içerisinde Türkiye için çalışan bir partidir. Halk Sosyalistler Partisi doğrudan Komünizm özelliği gösterir.  Belgelere dayanan bilgiye göre, burada bulunan Rus Büyükelçiliği ile ilişki içerisindedir..                       
          Ben başkanınız olarak politik ilişkilerde yüce heyetinizi temsil etmekteyim. Bakanlar Kurulu üyeleri ve milletvekillerinin bu olaydan bahsederken iki konuda dikkatli olmaları gerekir. Genel olarak komüniste karşı söz söylemeyi, doğu politikamıza karşı söz söylemeyle benzer görüyorum. Hüseyin Avni Bey (Eski Erzurum Valisi), Kazım Paşa’nın bu konuda zararlı davranışlarda bulunduğunu söyledi. Kazım Paşa’yı içinizde tanıyanlar ve tanımayanlar vardır. Kendisi çok zeki, akıllı, iyi ahlaklı, namuslu, tedbirli bir insandır. İlk kez bir araya geldikleri için Hüseyin Avni Bey bu özelliklerini anlayamaz. Bu nedenle Kazım Paşa ile ilgili konuşmalarında yanlışlık yapmıştır.
         Ancak az da olsa kuşkusu olanlar, Kazım Paşa’nın bir buçuk yıldan bu yana doğunun durumu ile ilgili her gün verdikleri raporların tümünü okumalıdır. Daha sonra bir karara varması ve ona göre söz söylemesi gerekir. Bir defa Mustafa Suphi’yi herkesten önce meydana çıkaran Kazım Paşadır. Bu insanın yurda girmesinin zararlı olacağını anlayan yine odur. Sınır dışına gönderilmesini söyleyip, planını yapan da Kazım Paşadır. Yoksa onları engelleyen Erzurum’da yaptığınız valilik değildir. Kazım Paşa yok komünistliğe eğilimliymiş, İslamiyet ile Komünizmin eşit olduğunu söylemiş, Mustafa Suphi’nin bilmem neyi imiş. Bu konuda her insandan önce güçlü önlem alan Kazım Paşa’dır. Bunun belgelerini getirip okuyabilirim. Ancak Kazım Paşa’nın, komünistlerle ilişki içerisindeymiş gibi görünmesi konusunda, aceleci olmamak gerekir. O yurt ve ulus için politik bir amacı yararlı hale getirme gayretindedir, gerçekte komünist olduğu için değildir.
           Yine dediler ki; “Gümrü’de Kazım Paşa kendi eliyle Ermenileri komünist yaptı.” Bu konu ile ilgili Kazım Paşa ile aramızda, bir hafta görüşmeler oldu. O tartışmalarda bulunmuş olsaydınız bunun,  komünist olmayan Ermenileri, Taşnak varlığını bir an önce yıkmak için yaptırıldığını anlardınız. Onun yaptığı işler tarihe geçecek.
          Kazım Paşa, Mustafa Suphi ile bağlantı kurduğunda benimle haberleşti. Ayrıca Eskişehir’de bulunduğum sırada bana özel olarak birini gönderdi. Bu şahsın ilettiği Mustafa Suphi imzasını taşıyan mektupta; “Bizim dışta kuruluş amacımız, içteki ulusal davayı desteklemektir. Bunun için size nasıl yardımda bulunabiliriz?” deniliyor. Mektubu getiren adam bana gizli olarak dedi ki; “Ben merkez heyeti içinde görevliyim. Mustafa Suphi Lenin’in tek adamıdır. Lenin Türkiye ile ilgili bir iş yapmadan önce kesinlikle onunla görüşür. Ancak bana göre bu sözler gerçek değildir, kendisi ulusal duygulardan yoksun bir adamdır.”
Mektubuna; “Bu ulusun ve milletvekillerinin oluşturduğu Meclisin amacı ve politikası kesinlikle bellidir. Hiç bir zaman merkezi dışarıda bulunan bir kuruluşla işbirliği yapamayız. Gerçekten bu ülke için çalışmak isteyenler, ülke içinde bulunurlar.” diye yanıt verdim. 
         
          

TARİH: 4 ŞUBAT 1921
           MUSTAFA KEMAL PAŞA’NIN LONDRA KONFERANSI İLE İLGİLİ KONUŞMASI:
        
          (Sevr Anlaşması’nın değiştirilmesi ile ilgili 21 Şubat’ta Londra’da yapılacak barış görüşmeleri için Mecliste gizli oturum yapılır. Bu konferansa Ankara’dan katılması istenilen delegeler için yapılan çağrı, İngiltere’den değil, İstanbul Hükümet Başkanı Tevfik Paşa tarafından gelir.)
Bakanlar Kurulu adına ilk söz alan Milli Savunma Bakanı Fevzi Paşa yaptığı konuşmada özetle şunları söyler: “Bu konferansa Türkiye Büyük Millet Meclisi delegeleri olarak çağrıldık. İstanbul delegelerinin bize katılıp, birlikte gitmelerini önerdik. Ancak gelen yanıtta tersi isteniyordu. Tutsak duruma gelmiş olan İstanbul hükümetine bağımlı olamazdık. Öneriyi kabul etmedik. Bu nedenle Bakanlar Kurulunun saptadığı delegeleri Antalya yolu ile göndermeyi kararlaştırdık.”
          (Fevzi Paşa’nın konuşmasından sonra söz alan birçok milletvekili, önce Bakanlar Kurulunca isimleri saptanan delegelerden kimine itiraz eder. Daha sonra konferansa delege gönderilsin, gönderilmesin şeklinde itirazlar olur. Yine konferansa ayrı gidilsin, İstanbul delegeleri ile birlikte gidilsin şeklinde karşı görüşler ortaya atılır. Görüşmeler günlerce devam eder. Konuşmalar uzayınca Mustafa Kemal Paşa söz alır).
          MUSTAFA KEMAL PAŞA (Ankara)- Söz konusu olan olay çok önemlidir. İstenilen odur ki, bütün arkadaşlar duygularını ortaya koysun ve Bakanlar Kurulu görevini devam ettirsin. Bunun için yarın gece de çalışabiliriz.   
          Şu anda uygun olacak bir iki karar alınmasını arzu ediyorum. Önce birçok arkadaşın dediği gibi, İstanbul’a Yüce Heyetinizin kararı alınıp gönderilmesi çok yerinde olur. Meclis Başkanlığı bu kararı uygun şekilde yazdıktan sonra, yarın devam edecek oturumda okunur. (Uygun olur sesleri). İkincisi; delege heyeti için Meclis Başkanlığına başvuruda bulunmak. Ben daha iyi yaparım diyenler varsa, kendileri de başvuruda bulunabilir.
(Bu konuşmadan sonra Meclis Başkanı oturumu kapatır. Bir gün sonra aynı konu ile ilgili olarak Mustafa Kemal Paşa yeniden söz alır).
          MUSTAFA KEMAL PAŞA (Ankara)- Efendiler, Yüce Meclisi aydınlatmak için sunuş yapmak istiyorum. Dün dinlediğim tartışmalar sonucu inancım şudur: Delege heyetini bu ad altında değil, politik heyet adı altında gitmesini isteyen arkadaşlar var. Bu arkadaşlara göre bu ad altında gidilirse Sevr anlaşması kabul edilmiş gibi olunur. Düşünüldüğünde bu olasılıktan ancak kuşku duyulabilir. Oraya gidecek delege heyeti; “Biz Sevr Anlaşması’nı kabullendik.” demeyecektir. Yüce Heyetinizin vereceği yönerge (talimat) doğrultusundaki esasları kabul ettirmek için çaba gösterecektir.
          Arkadaşlarımız sorunun tartışılması sırasında görüşlerini ortaya koyabilirler. Ancak bir defa çoğunluk oluştuktan sonra artık bu senin kararındır, bu benim kararımdır şeklinde tartışma olamaz. Değişik görüş bildiren milletvekillerini, kendi görüşlerine uygun değil diye ayrı tutmak doğru değildir. Verilen o kararı aynen uygulamak zorundayız. Bilindiği gibi, delege olarak adı geçen arkadaşlar bu davada güvenilir ve uygun savunma yapabilecek niteliktedir.
          İkinci olaya gelince: Daha öncede söylediğim gibi, delege heyetini seçip, görevlendirmek Bakanlar Kurulu’nun görevleri arasındadır. Bundan öncede Moskova Konferansı’na giden delegeleri Bakanlar Kurulu gönderdi. Eğer bu sorumluluğu Bakanlar Kurulu’nun elinden alırsak, Londra’ya göndereceğimiz arkadaşları bizim yönlendirmemiz gerekir. Bu şahısların gitmesini onaylamak ise, Yüce Heyetiniz’e aittir. Arkadaşlarımızın dediği gibi, heyetin görevleri çok önemlidir. Bu nedenle seçimini biz yapalım denebilir. On kişilik Bakanlar Kurulu’nda bile ad arandığı zaman, çok zorluk çekilmektedir. Eğer Yüce Heyetiniz bu seçime karar verecek olursa, iş daha çok karışır ve bunun içinden günlerce çıkılamaz. Birbirimizi anlamadan, fikir alışverişi yapmadan öyle seçimler yapılabilir ki, amaca hiç uygun olmayabilir. Bundan dolayı Bakanlar Kurulu’nun bizden istediği yetkiyi verelim. Bizce göz önünde bulundurulacak en önemli konu, delege heyetine verilecek yönergeyi görüşüp onaylamaktır. Barış yapmak Meclisin görevidir. Delege heyetine verilen yönerge önümüze gelecektir. Bunu ya onaylar ya kabul etmeyiz. Yüce kurulunuzu aydınlatmak için bunları anlatma gereğini duydum.
          (Mustafa Kemal Paşa’nın konuşmasından sonra Londra’ya delege gönderilip, gönderilmemesi yeniden tartışılır. Bu arada İstanbul’da bulunan halifenin durumunun ne olacağı söz konusu edilir. Bunun üzerine bazı konuları açığa kavuşturmak için Mustafa Kemal Paşa yeniden söz alır).
          MUSTAFA KEMAL PAŞA (Ankara)- Arkadaşlar yaptıkları konuşmalarda görüşümüzü sordukları için, bu konularda bilgi sunmak istiyorum.
          Şu anda Halife olan padişahın kişiliği, tüm İslam dünyasının gözünde çok kötü görünmektedir. Anadolu halkı ve Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti, Halifenin kötülüklerine katılmamaktadır. Yine bu kişi, İslam dünyasının içine dert olan Türkiye’nin kurtarılmasında kararlı değildir. Bu nedenle İslam Dünyasında İstanbul değil, Anadolu önem kazanmıştır. Halife olan Padişah o yerde oturdukça, bütün İslam Dünyası kan ağlamaktadır.
          İstanbul’da bulunan kişilerin namuslu, vicdanlı, bizimle düşünce birliği içinde olduklarına gelince: Bu şekilde düşünen milletvekilleri olabilir, üzülerek söylüyorum ki gerçek böyle değildir. Tevfik, İzzet, Salih Paşa ve benzerlerinden oluşan Hükümet, İstanbul’da işe başladıkları zaman bize gönderdikleri önerilerde, aynen şöyle demişlerdir: “Bugün için başka çözüm yolu bulunmadığında Sevr Anlaşması’nı dahi onaylamak gerekebilir.” İstanbul Hükümeti’nin düşüncesi budur. Onlara göre demek ki Sevr Anlaşması bugün için onaylanabilir. Sevr’i onaylamakla ulusumuzun bağımsızlığının sona ereceğini bilmektedirler. Buna karşılık yaptıkları açıklama şudur: “Bir ulus geçici bir süre bağımsızlığından vazgeçebilir. Yine zamanla olaylar, o ulusun bağımsızlığını almak için elverişli ortam oluşturabilir. Örnek olarak Mısır’ı vermişlerdir. Mısır şu kadar yıl İngilizlerin tutsağı olarak kalmış, bugün bağımsızlığını almak için uğraşmaktadır.”
Yanıt olarak biz de dedik ki; “Mısır Bağımsızlığını tam olarak kazanmamıştır, ne zaman kazanacağı da kuşkuludur. Genel savaşın başlangıcında tüm yurt düşman ordularınca silah gücüyle ele geçirildiği halde, yine bağımsızlığını vermedi. Direndi, engelleri yenme kararlılığını gösterdi. Türkiye Büyük Millet Meclisi, ülkenin bir karış toprağı kalsa bile, onun üzerinde yine bağımsızlık davasını devam ettirmeye kararlıdır.”
          (Bu konu ile ilgili yirmiden fazla milletvekili söz aldıktan sonra, Londra Konferansı’na heyet gönderilmesi Meclis Başkanı tarafından oya sunulur: 26 ret oyuna karşılık, 101 oyla kabul edilir).           

TARİH: 8 ŞUBAT 1921
SADRAZAM TEVFİK PAŞA’YA ÇEKİLEN TELGRAF KONUSUNDA MUSTAFA KEMAL PAŞA’NIN KONUŞMASI:
       
           İstanbul’a yazılacak bildirinin yazı taslağını, önceden alınan karar yönünde Meclis Başkanlık Divanı yapar. İstanbul Milletvekili Hamdullah Suphi Bey kaleme alır ve mecliste okur. (Okunan bildiri Meclis zaptına geçmemiş.)
Burdur Milletvekili Mehmet Akif Bey, Şair Sadi’nin “İnsan her zaman doğru söylemelidir, ancak her doğruyu her zaman söylememelidir.”, sözleriyle başladığı uzun konuşmasında, okunan bildirinin bazı kısımlarını eleştirir. Sevr Anlaşması’nı dini hukuka uygun bulmaz. Ancak Yüksek Osmanlı ailesinin seçkin yerinin korunmasını çok gerekli görür. (Zabıtta ki kendi sözleriyle: Hanedanı Ali Osman’ın bu mevkii mümtazı muhafaza edebilmesi için elzemdir). Bildiri taslağında ekleme ve çıkarmalar yapılmasını isteyen birkaç milletvekilinden sonra Mustafa Kemal Paşa söz alır.
          MUSTAFA KEMAL PAŞA (Ankara)- Arkadaşlar, Londra Konferansı’na çağrı nedeniyle iki olayla karşı karşıya kalmıştık. Bunlardan biri delege heyetini gönderme şekliydi. Sanıyorum ki bu olay çözümlenmiştir ve Londra Konferansı’na giden delegelere, ulusal anlaşma maddelerine bağlı kalınması önerilmiştir.
İkinci konuya gelince: İstanbul’la aramızda temaslar başladı, ancak yazışmalar önemli bir noktada durdu. Bilindiği gibi Meclis Başkanlığından ve Bakanlar Kurulu Başkanlığı’ndan çekilen telgraflara, Tevfik Paşa’dan gelen son yanıtta, izlenmiş olan yasal yolların hiçbiri kabul edilmediği gibi, bizi tarih ve vicdanımızın yargılayacağını söylüyor. İşte bu yazışmalar üzerine Bakanlar Kurulu konuyu Meclise sundu. Meclis aynı gün çok akılcı şekilde, yanıt vermeyi kararlaştırdı. Ancak üzülerek söylüyorum ki, verilen o kararın hemen yerine getirilmesi gerekirken, bugüne kadar zaman geçti.
Efendiler, dört saat içerisinde politikada birçok değişiklik olabilir. Delegelerin isimleri belirlendiğinde, kararın gerektirdiği işlemlerden biri olarak, doğrudan Anlaşma Devletlerine (Düveli İtilafiyeye) bir kısım notalar verildi. Bu arada İstanbul ile olan ilişkilerimizde bir kısım karışıklıklar oldu. İstanbul buradaki Meclisi tanımadı. Onlar yalnızca isyan etmiş bir Mustafa Kemal tanıyordu. Ona da dedi ki: “Korkma ben seni affettim, cezaların kaldırılmıştır. Bundan dolayı yasal hükümet benim.” Sonra bu doğrultuda emirler vermeye başladı. Yüce Meclis, ulus adına son ve kesin kararını bildirmek zorundadır.
          Burdur Milletvekili Akif Bey kardeşimizin yazdıklarında bazı önemli değişiklikler yapılması gereğini görmekteyim. “Sevr Anlaşması’nın kimi maddelerini kabul etmektense, Sevr Anlaşması’nın tümünü değiştirmek gerekir.” diyor. Bunu Büyük Millet Meclisi’nin bildirgesine koymak diplomatik bir hatadır. Biz Sevr Anlaşması’nı kabul etmediğimizi ilan ettik ve bu görüşte olduğumuzu birbirimize söylüyoruz. Tavrımızın kesin anlatımı, baş delegemizin konuşması ile yapılacaktır.
Yine yazısının ikinci sayfasında “... Bugün yararımıza gelişen durumdan yararlanmak için koşmak, tüm devlet kuvvetleri için hayati bir görev iken, İstanbul’un farklı davranışına göz yumarak...” deniyor. Efendiler durum bu şekilde değildir. Allah’a şükür çaresiz durumda,  ya da koşma durumunda değiliz. Henüz bize yapılan önerinin ciddiyetine güvenimiz yoktur. Biz koşmuyoruz ancak, hukukumuzu dünyaya ilan etmek için yolumuza devam ediyoruz. Daha sonra deniliyor ki; “Bugün İstanbul’un üzerine düşen en önemli görev, hemen Büyük Millet Meclisi’nin yasallığını onamak ve konferansa delege gönderme hakkının sadece bu Meclise ait olduğunu ilan etmektir.” Efendiler bu Meclis yasaldır ve bunu kimseye onaylatmak gerekmez. Tanınması için Tevfik Paşa’ya ricaya ihtiyacımız yoktur. Bunu bildirgeye yazmak, giden heyeti sıfıra indirmek demektir. Sonra Padişah ve Halifelik anlatılırken, Papalık sözü kullanılmıştır. Papalık benzetmesinin heyetimizce kullanılmasını arzu etmem.
Devamındaki bir kısım açıklamalarda: “Sevr Anlaşması’nı kabul etmeye İslam hukuku izin vermez. Edilirse yüce Hilafet makamı devre dışı bırakılır.” deniliyor. Sevr Anlaşması zaten kabul edilmiş ve hilafet makamı devre dışı bırakılmış durumdadır. 

Bildiğiniz gibi 22 Temmuz 1920 tarihinde padişah VI. Mehmet Vahdettin başkanlığında toplanan Saltanat Şurasında[1], padişah Sevr Anlaşması’nı şahsen ayağa kalkarak kabul etmiştir. Hilafet Makamı aslında devre dışı kalmıştır. Biz bunu şu anda açıklamak istemiyoruz, onun da zamanı gelecektir.
Yine, Padişah Büyük Millet Meclisi’ni onaylasın isteniyor. Oysaki padişah İstanbul’da düşman süngüsü altındadır ve karar verme olanağı yoktur, yani tutsaktır. Bu nedenle bizim Meclisimizi bir tutsak onaylayamaz. Tanımak başka, onaylamak başkadır. O zat ancak Meclisi tanıdığını, kabul ettiğini ilan edebilir.
 “...Bugün idareten anlaşalım, sonra aramızda anlaşma daha kolay olur deniliyor...” Efendiler şu anda iki kişi konuşmuyor. Bir ulusla bir şahıs (padişah) konuşuyor. Bildiğiniz gibi “Egemenlik kayıtsız şartsız ulusundur.” (Hakimiyet bila kaydü şart milletindir.)  Artık bunda pazarlık hakkı bizde değildir. Aksi halde inancımızda kuşku ve değişiklik olduğunu ilan etmiş oluruz. Bu nedenle hiç kimse ile pazarlığımız yoktur. Akıl, mantık üzerinde ve yasal zeminde bulunuyoruz. Dışına çıkmak doğru değildir.
Son sayfada “...bu şekilde var olan ikilik ortadan kalkar.” şeklinde anlatımlara yer verilmiştir. Efendiler biz ikilik var demedik ve demeyiz. Biz tam birlik içindeyiz, ikilik olduğunu söyleyenler onlardır.
Ben yeni bir öneri sunmak istiyorum. Yüce Meclis’in kararı olarak, Tevfik Paşa’nın son telgrafına verilecek yanıt, iki üç madde şeklinde kısa yazılırsa çok yerinde olur. Kararlar öz olarak saptanır, Bakanlar Kurulu uygun şekilde ulaştırır.
          (Mustafa Kemal Paşa’nın konuşmasından sonra gizli oturumda, 1921 yılı bütçe görüşmeleri başlar. Bakanlar Kurulu tarafından 109 milyon olarak meclise getirilen bütçe tasarısı, bu miktar karşılığı olmadığı için tartışmalara neden olur. Meclisten üç kez Bakanlar Kurulu’na geri gönderilir. Yapılan düzeltmeler sonucu bütçe 92 milyona indirilir. Bütçenin 56 milyonu Milli Savunmaya, 36 milyonu diğer daireler için ayrılır.
Bütçenin kabulünden sonra Bakanlar Kurulu Başkanı Fevzi Paşa Yunan saldırısı ile ilgili Meclise geniş bilgi verir. Sayı ve silah gücü Türk ordusuna göre fazla olan Yunan ordusunun asker kaybı daha fazladır. 1921 yılı temmuz ayında Türk ordusunun kaybı 5-6 bin, Yunan ordusunun kaybı 10 binden fazladır. Henüz düzenli ve yeterli silahı olan bir ordu kurulamamıştır. Bu nedenle daha fazla asker kaybına neden olmamak için ordumuz geri çekilmektedir. Bu arada düzenli ve disiplinli birlikler oluşturmak için çalışma yapılmaktadır. Ancak Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi gibi, Milli Mücadeleye karşı olan din adamlarının, düşmanların ve padişahın yandaşlarının aleyhte yaptıkları propagandalar sonucu cepheye gönderilenlerden bir kısmı kaçmaktadır. Bakanlar Kurulu, Yunan ordusunun Ankara’ya yürüyeceğini düşünerek Meclis toplantılarının Kayseri’de yapılmasını kararlaştırır. Konu Mecliste yoğun tartışmalara neden olur.
Meclis aldığı bir kararla cephedeki durumu incelemek üzere üç milletvekili görevlendirir. İncelemeler sonucu cepheden dönen milletvekilleri birlikte hazırladıkları raporu Meclise sunarlar. Aslı oldukça ayrıntılı olan raporda özetle şu konulara değinilmektedir; “24 saat içinde 84 km. yol yürüyen askeri birliklerin bir kısmının çarığı var, bir kısmı çıplak ayaklıdır. Bazı yerlerde su yok, bazı askerlerin mataraları eksik. Ordunun % 20 sinin süngüsü yoktur.  Kılıçsız süvari bir şey yapamaz. Cephedekiler dört aydır aylık alamamışlar. Alay komutanlarının tabakasında tütün yoktur, erler ot içiyorlar. Gerek subaylar, gerekse erler, ailelerinden mektup alamadıklar için şikayetçiler. Erlerin %80’inde elbise yoktur. Kendilerinin evlerinden giyinip geldikleri elbiseler de eskimiştir. Çadırları yoktur, hiç değilse portatif çadır sağlanmalıdır. Ordunun içerisine Yunan casusu sokulduğu söyleniyor. Ordu namaz kılmayı yasakladı diye propaganda yapılmış, gerçekte ise; orduda kimseye namaz kılma diyen yoktur. Ayrıca ordu geri çekildiği sırada yeteri kadar yiyecek, içeceğini alamamıştır. Komutanlar bu sebeple yiyecek, içecek yokluğundan şikayetçidir. Tarihin en önemli dakikalarını yaşıyoruz. Yapılacak şey, eleştiri yerine yurtta birliği sağlamak, Bakanlar Kurulu’nu güçlendirmek ve işi demir ellere bırakmaktır.”
          Bu görüşmeler sırasında birtakım milletvekilleri Paşa’nın yetkisini arttırmak gerektiğini söyler).          

        
TARİH : 12 MAYIS 1921
DIŞİŞLERİ  BAKANI  BEKİR  SAMİ  BEY’İN  FRANSIZLARLA YAPTIĞI  ANLAŞMA  SONUCUNDA BAKANIN İSTİFASI İLE İLGİLİ  MUSTAFA KEMAL  PAŞA’NIN   KONUŞMASI :

          MUSTAFA KEMAL PAŞA (Ankara) –  Efendiler; Saygıdeğer Meclisimizin millete karşı yerine getirmeyi üstlendiği emirler, eskiden beri ilan ettiğimiz ve hepinizin bildiği gerçekte saklıdır. O gerçeği bir kez daha yinelemek isterim. Meclisimizin amacı: Milli sınırlarımız içerisinde bağımsızlığı sağlamaktır. Meclisimiz bu amaca yönelirken devamlı olarak milletin kuvvetine dayanmıştır. Bizim izlediğimiz bağımsız bir politikadır. Doğu dünyası bizim bu politikamızı desteklemektedir. Bunun sonucunda Ruslarla bir kısım anlaşmalar yaptık. Batıyla anlaşma kapılarını kapatmış değiliz. Doğuya, Batıya, tüm dünyaya karşı varlığımızı kanıtlamak istiyoruz. Daha sonra ne tür bir politika izleyeceğimizle ilgili şu anda kesin söz söylemek olanaklı değildir. Batı bizi yok etme politikasından ve Sevr anlaşması ile ilan ettiği idam emrinden vazgeçmiş değildir. Batının bize içtenlikli bir gözle baktığına henüz inanmıyoruz.
          Dışişleri Bakanı Bekir Sami Bey’in Başkanlığında Londra’ya gitmiş olan delegelerimizin konferans sonucu aldıklarına gelince: Fransız ve İtalyanlarla anlaşma yapan arkadaşlarımız ile Bakanlar Kurulu arasında anlaşmazlık ortaya çıkmıştır. Anlaşma görüşüldüğü sırada koşullar telgrafla bildirildi. Yüce Heyetinizin bu koşulları kabul etmediğini, Bakanlar Kurulu delege heyetine iletti. Delege heyeti buraya döndükten sonra sözlü bilgiler verdi. Buna karşı Yüce Heyetiniz görüşünde değişiklik yapmadı. Bunun üzerine Dışişleri Bakanı ile Bakanlar Kurulu arasında anlaşmazlık doğunca Dışişleri Bakanı Bekir Sami Bey istifa etti.
          Fransızların önerileri Sevr Anlaşması’nı bize kabul ettirmeye yöneliktir. Anlaşmaya karşılık yeni bir öneri hazırlandı. Fransızlara kısa sürede verilmesi gerekiyor. Onlar da yapılan anlaşmanın uygulanma olanağının bulunmadığını anlamış olmalılar ki;  yeni koşulları görüşmek için tarafıma, Bakanlar Kurulu Başkanlığına ve Dışişleri Bakanlığı’na başvuruları oldu.
          Dışişleri Bakanımız’ın istifası nedeniyle yeni bakan seçmenizi rica edeceğim. Bir ricam daha olacak, Bekir Sami Bey’in Avrupa’da önemli görevler yapacağına inanıyorum. Bildiğiniz gibi kendileri Londra, Paris, İtalya’da başarılı işler yapmıştır.
          (Dışişleri Bakanı’nın istifası okunduktan sonra, birçok milletvekili lehte ve aleyhte söz alır. Bekir Sami Bey’in yerine Dışişleri Bakanlığı’na Yusuf Kemal Bey getirilir. Yeni Bakan Fransızlarla yapılacak anlaşma ile ilgili Meclise bilgi verir. 12 Ekim 1921 tarihinde Mecliste başlayan görüşmeler beş gün devam eder. Neredeyse meclisteki milletvekillerinin yarısı konu ile ilgili görüş bildirir. Konu uzayınca söz alan Mustafa Kemal Paşa görüşünü açıkladığı gibi,  milletvekillerinin sorularını da yanıtlar).
          MUSTAFA KEMAL PAŞA (Ankara) – Arkadaşlar eleştirilerinizi dinledikten sonra bu konunun Bakanlar Kurulu’nda yeniden tartışılması zorunlu görülmüştür. Franklen Bouillon ile son görüşmeler yapılmamıştır. Kesin yanıt vermek için önce Meclis’in onayı gereklidir.
          Fransa Anlaşması ile ilgili olarak aynı konular yineleniyor, ancak sonuca ulaşılamıyor. Bekir Sami Bey’in imza edip buraya getirdiği anlaşmayı öğrendiğim dakikada: “Bu kabul edilemez.” dedim. Bu ruhsal isyanımın nedeniyse; O anlaşma kapsamı Milli Sözleşmemize taban tabana aykırı idi. Kan dökerek savunduğumuz asıl davamıza zarar veren koşullar içeriyordu. Kabul etmediğimiz Sevr anlaşmasını esas alıyordu.
Şu sırada taslak halde bulunan yeni anlaşma, bütünüyle Milli Sözleşmemize uygundur. Bu olayla ilgili görüş bildiren arkadaşları dinledim. Hiçbiri anlaşmanın reddini önermedi. Sadece karşı tarafa bir takım çıkarlar verildiği zannedildi. Bu konuda yapılan görüşmeleri birkaç kelime ile yinelemek istiyorum. Franklen Bouillon buraya ilk geldiği zaman, görüşmeleri idare eden arkadaşlarla birlikte bulunuyordum. Karşılıklı ne tür sözler verildiğini Yüce Heyetinize aynen okumuştum. Üç gün devam eden görüşmeler sonucu Franklen Bouillon ile anlaşma koşulları kararlaştırıldı. Yapılan o anlaşma Yüce Heyetiniz tarafından da kabul edilmişti.
          O gün için kabul edilen anlaşmada Çobanbeyli istasyonuna kadar batıya giden demiryolunun güneyinden, 20 kilometre daha kazanmak istiyorduk. Ayrıca gümrük olayı ile, Halep’in su sorunu söz konusu edildi. Franklen Bouillon buradan ayrılırken: “Ben bu koşulları kabul ettirmeye çalışırım ancak, Fransa Hükümeti’nin anlaşmayı kabul edeceğini sanmıyorum.” dedi. Fransa Hükümeti anlaşmayı kabul etmediğini bize bildirdiği zaman, Yunan ordusu Ankara yönünde ilerlemekteydi. Fransa bizden yanıt istiyordu. ‘Evet’ veya ‘Hayır’ şeklinde yanıt vermedik. Denildi ki: “Esasta uyum içindeyiz, ancak önerilerinizin aydınlatılmasına ihtiyaç vardır.” Onlar uyum kelimesini, ‘Önerinizi esas olarak kabul ettik.” şeklinde anlamışlar. Sakarya Meydan Savaşı’ndan sonra Franklen Bouillon yine geldi. Önce Dışişleri Bakanlığı ile sonra benimle resmen görüşmek istedi. Kendisine “Ordu ile ilgilendiğim için, Dışişleri Bakanlığı sizinle hemen görüşmelere başlayacaklar.” dedim. “Siz hiç mi katılmayacaksınız?” dedi. “Gerekirse ben de sizinle görüşebilirim, ancak Yusuf Kemal Bey ile, Fethi Bey konuyla ilgili görevlendirildi.” dedim.
İki üç gün içerisinde bana ulaşan haberlerde Franklen Bouillon ile delege heyetimiz arasında çetin ve şiddetli konuşmalar olmuş. Bunun sonucu görüşmeler kesilme noktasına gelmişti. Sorun sınır olayı idi. Ben bilerek görüşme isteğine karşılık vermemiştim. Delegelerimizin kabul edebileceği koşullar belirsin diye bekliyordum. Cepheye gideceğim bir sırada görüşme isteğini kabul ettim. Beni görür görmez; “Sözlerim sizin arkadaşlarınızı incitmiş, benim bu görüşmelere devam olanağım kalmadı, artık dönmek zorundayım. Bizim önerdiğimiz sınırı kabul etmiyorlar.” dedi. Anlattığı sınır Bekir Sami Bey’in görüşmelerde kabullendiği sınırdı. Bana gönderilen telgrafta “Esasta anlaştık deniliyordu.” dedi. “Bir sözcüğe dayanarak bizi zorlamanızı uygun görmüyorum. Bekir Sami Bey’in anlaşma koşullarını Meclisimiz nefretle reddetti. Bu şekilde reddedilmiş bir öneriyi ne ben ne de görüşmelere katılan delegeler, Meclise kabul ettiremez. Bunun dışında söz söyleme hakkına sahip değilim. Fransa Hükümeti bu tür bir sınırı bize kabul ettirmekle, aramızda kurulmasını çok istediğim barış ve dostluğu engelliyor. Siz de bu konuları Hükümetinize açık bir şekilde bildirirseniz, alacağınız yanıtın olumlu olacağı görüşündeyim.”
Detaylar üzerinde görüştükten sonra; “Ben bu görüşleri sizin yararınıza, geniş şekilde Paris Hükümeti’ne yazacağım.” dedi. Gerçekten gerek sınır olayı ile gerek delege heyetinin devamlı eleştirdiği konuları kapsayan birkaç sayfalık rapor yazıp, gönderdi. Sanıyorum 10- 15 gün burada beklendi. Fransa Başbakanı Mösyö Briyan’dan gelen yanıt olumsuzdu. Fransa Hükümeti sınır konusunu kabul ettiremediği durumda, bizimle anlaşmada hiç bir yarar görmüyordu. Bütün politik ve ekonomik çıkarlarını, Suriye ile Irak arasında topladığı için, sınırı bu şekilde çizmek istiyordu. Kayıtsız şartsız demiryolundan yararlanmak amacıyla Kilikya’yı boşaltmak istemiyordu.
          Özellikle Yusuf Kemal Bey görüşmeler sırasında birkaç kez Franklen Bouillon’la kavga etmişti. Sonradan görüşmelere girmemiş, artık konuşmayacağını söylemiştir. Bu nedenle bir kısım değişiklikleri Fethi Bey ile yaptırabildim. Anladığıma göre en son nokta şudur: Sınır konusunda başka türlü hareket olanağımız yoktur.
          Franklen Bouillon’la ilk görüşmemizde kendisine: “Fransa Hükümeti barış yapmak istiyor mu?” diye sorduğumda: “Hayır, Fransa Hükümeti anlaştığı devletlerden ayrılıp sizinle barış yapamaz.” dedi.
          Bildiğiniz gibi İstanbul Hükümeti’ne: “Sınır konusunu görüşelim, bizim için yararlı olur.” demiştim. O sırada Savaş Bakanı olan İzzet Paşa: “Çizilmiş hiç bir sınır yok.” dedi. Biz Erzurum Kongresi’nde anavatanı düşünerek dedik ki: “Milli sınırımız sadece Türkler ve yazgımızı birleştirdiğimiz Kürtlerin oturduğu yerler midir? Milli sınırımız: bizi mutlu ve bağımsız yaşatabilecek sınırdır. Çıkarımıza en uygun çizdirebileceğimiz sınır hangisi ise, işte o milli sınırımız olacaktır. Yoksa açıkça belirlenmiş bir çizgi yoktur. O halde sınır kesin şekilde belirlenmiş değildir. Güç ve kuvvetimizin olanakları ölçüsünde belirlenecektir.”
         Dışişleri Bakanlığı’na ya güveniniz vardır, ya yoktur. Burada ki önemli konular çok önce düşünülüp, eleştirilmiştir. Böyle olmakla birlikte ülkenin çıkarını daha iyi sağlayacak arkadaşlar varsa delege olarak onları gönderelim. Diğerleri hemen çekilsinler. Üstelik Dışişleri Bakanlığı’ndan ayrılmak da, kendisine yapılacak en büyük iyiliktir.
          Arkadaşlar, olayın bu şekilde tartışılması çok uzayabilir ve sonuç çıkarmak zordur. Meclisin görüşü anlaşılmıştır. Delegelerimiz daha çok yarar sağlayacak şekilde görüşmelere devam etsinler. Artık hiç bir şey yapmak olanağı kalmadığını anladıkları zaman da, iki üç gün içerisinde Mecliste son kararımızı veririz. Bu nedenle artık bu görüşmeler yeterli olsun.
          HASAN FEHMİ BEY (Başkan Vekili) - Paşa Hazretlerinin açıklamalarını yeterli görüp, öneriyi kabul edenler el kaldırsın... Kabul edilmiştir.
(Bu görüşmeden iki gün sonra görüşmelerin yeterli olmadığına ait altı milletvekili görüşme önergesi verir. Fransızlarla yapılacak anlaşma konusu yeniden gündeme gelince Mustafa Kemal Paşa söz alır).
          MUSTAFA KEMAL PAŞA (Ankara) – Arkadaşlar son oturumda vermiş olduğunuz karar doğrultusunda Franklen Bouillon ile tüm uyarılarınız göz önüne alınıp, görüşmelere devam edilmiştir. Dışişleri Bakanı Yusuf Kemal Bey ve Feyzi Paşa’nın da hazır bulunduğu görüşmeleri özetleyeceğim. Kendilerine dedim ki; “Meclis o anlaşma taslağı üzerinde ve özellikle bazı konularda çok şiddetli eleştirilerde bulundu ve bu şekliyle önerileri kesinlikle kabul etmeyeceğini gösterdi. Meclisimiz, Fransa ile bir an önce gerçek bir barış yapılmasından yanadır. Ancak milli çıkarlarımızdan vazgeçemeyiz, bu vicdani sorumluluktur.” Meclisin hassas olduğu konuları gösterdim. Örnek olarak altıncı maddede genel af söz konusu idi. Oraya ‘şahıs hukukunu dışarıda bırakmak’ kaydını koymayı önerdim. Genel affın, Antakya ve İskenderun için geçerli olmamasını, bu yöreler için Mecliste çok şiddetli eleştiriler yapıldığını söyledim. Sınır konusunu düzenleyen dokuzuncu maddenin de bu şekliyle kabul edilmediğini belirttim. Onuncu madde ki Sultan Osman’ın mezarı ile ilgili eleştirileri hatırlattım. On birinci madde ki demir yoluyla asker taşıma olayına kesinlikle karşı olduğumuzu söyledim. On ikinci madde ki, Halep’e vergi konusunu kabul etmeyeceğimizi ilettim.
Franklin Bouillon bu eleştirileri dinledi. Sonra nutuk verir gibi uzunca konuştu. İlettiğim konularda değişiklik yapmaya yetkisi olmadığını, bu nedenle de üzüntülü olduğunu söyledi. Konuşmalardan sonra: “Bize ne vereceksiniz?” dedim. Cevap olarak, “Daha önce karşılıklı mektuplar alıp verildiği sırada İzmir, Trakya’nın geri verileceği maddesini yazın demiştik. Biz bunu yerine getireceğiz, ancak anlaşma yaptığımız devletlere karşı, Trakya ve İzmir’in geri verilmesine resmi belge veremeyiz.” dedi. Ben de bunun madde olarak yazılmasını önermediğim, baş başa görüşüp anlaşmak istediğimi söyledim.
Bu anlaşma imzalandıktan sonra Türkiye ile Suriye arasında bir gümrük sözleşmesi yapmak için komisyon kurulması kararlaştırıldı. On birinci maddedeki demiryolu hattı ile ilgili iki konuda çok uğraş verildi. Ayrıca Yusuf Kemal Bey de bu konuda çok tartıştı sonuç şu oldu: “Hat bizimdir, korunması Türk zabıtasınca yapılacaktır.”
“Fransa Hükümeti’nin bizim yurdumuzda, bizim topraklarımızda demiryolu ile asker taşımasına izin veremeyiz. Fransa bu demiryolu ile askerleri nereye gönderir? Var sayalım ki Müslüman kardeşlerimize karşı gönderecektir. Bu durum Müslümanların gözünde bizi zora düşürür.” dedim. Buna karşılık “Biz kesinlikle askerleri taşıyacağız, aksi halde oralarda egemenlik sağlayamayız.” dedi. Sonuçta bundan vazgeçmeyecekleri anlaşılınca, Çobanbeyli’den Nusaybin’e kadar asker taşınacağını kabullendik. Ancak görünüşü kurtarmak için de anlaşmaya Fransa Hükümeti yerine Türkiye, Suriye yazıldı.
          Çok önemli olan sınır konusuna gelince: “Aynı konularda direnirseniz, yapacak bir şeyimiz kalmaz, Meclis de bunu kabul etmez.” dedim. Ne kadar özveri göstereceklerini birlikte belirlemek için bir harita açtık. Sınırı doğudan Cezire, İbni Ömer ve Dicle’ye ulaştırmaya çalıştık, konuları uzunca görüştük..... Birçok tartışmadan sonra sınırın başlangıç noktası bizim önerimiz doğrultusunda Payas’ın güneyinden başlayacaktır. Nusaybin kasabasının bizde kalmasını kabul ediyor. Ancak sınır konusunda yine de önemli bir değişiklik yaptıramadık. Halep’in kuzeyi için, eski sözlerinde noktası noktasına direndiler. Oradan başlayarak istasyonların bizde kalacağını kabul ettiler.
          “Antakya ve İskenderun’u bize katacağız, esas davamız budur. Burada bağımsız bir Türk Hükümeti oluşturulmalıdır.” deyince; “Bunu yapamayız.” dedi. Sonuçta özerk bir yönetim kurulmasını önerdik. “Ancak bu durumu yazıp ilan edemeyiz, aksi halde Halep ve Şam da isteyecektir. İskenderun, Antakya’da Fransız, Arap dilleri konuşuluyor. Türkçe de resmi dil olacak, o yöreleri Türk memurlar idare edecekler.” dedi. Yani vali, kaymakam Türk olacak,  Türk okulları açılacak. Bu yerlere Türk bayrağı çekilmesi teklifimizi kabul edemeyeceğini söyledi. “Bu anlaşmanın imzasından başlayarak savaş durumu son bulup, uygulama başlayacaktır. Ancak uygulamamaya koyma yetkim yoktur.” dedi. Bunun üzerine biraz tartıştık, ancak bir sonuç alamadık. Daha sonra anlaşmayı Fransa Başbakanı onayladıktan sonra yürürlüğü girecektir koşulunu ileri sürdü. Biz de “Fransa Başbakanı on beş gün içerisinde imza edecektir.” şeklinde bir cümle ekledik. Başbakan uygun bulursa, onay Fransız Meclisi tarafından yapılacaktır. Yüce Heyetinizin de şu anda bu anlaşmayı onaylamasına bağlıdır.
          Silah konusunu Fevzi Paşa görüştü. Barış anlaşması imzalanıp yürürlüğe konulduktan sonra, bize silah ve giyecek vereceklerini söylemişler. Ancak parasız vermeyecekler. “Bunu hükümet adına yapmayız, tüccarlara öneririz.” diyor.
Arkadaşlar, size bu konuda bilgi vermeden önce Bakanlar Kurulu’nda bu anlaşmanın tümü üzerinde görüştük. Sonuçta bu anlaşmanın sakıncalarını kabul ediyoruz. Ancak genel olarak temel davamıza zarar verecek bir durum görmüyoruz. Yine bu anlaşmayı kabul etmekle genel çıkarımıza uygun olarak, maddi ve politik anlamda büyük iş yaptığımız görüşündeyiz. Bu durum doğu, batı ve Rusya ile politikamıza iyi etki edecektir. Anlaşma yaptığımızda ordumuz içte ve dışta daha kuvvetli olacaktır. Ben kendi düşüncemi ve görüşümü tüm sorumluluğu üzerime alarak söylüyorum. Bunu yapmakla ülkeye, orduya, millete, geleceğe hizmet edeceğimize inanıyorum. Uygun bulup, onamak Yüce Meclise aittir. Yusuf Kemal Bey’den ricam, bunu okuyup yarın imza etmeleridir. Başbakan Mösyö Briyan’ın Amerika yolculuğu var. Briyan’la buluşamadığında bir iki ay işin uzaması söz konusudur. Nasıl istiyorsanız o şekilde olsun.
          (Mustafa Kemal Paşa’nın bu konuşmasından sonra yapılacak anlaşmanın leh ve aleyhinde birçok milletvekili söz alır. Ayrıca yapılacak anlaşmada değişiklik yapılması istenilen bir kısım önergeler verilir. Sonuçta Rize Milletvekili Osman Nuri Bey’in verdiği görüşmelerin yeterliliği ve anlaşmanın bir an önce onaylanıp sonuçlandırılmasını isteyen önergesi oylanıp kabul edilir).


TARİH : 5 AĞUSTOS 1921
BAŞKOMUTANLIK KURULMASI İLE BU GÖREVİN TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİ BAŞKANI MUSTAFA KEMAL PAŞA’YA VERİLMESİ İLE İLGİLİ KANUN ÖNERİSİ:

          (Bazı milletvekilleri, cepheye yeterli askerin temini ve orduya başkomutan atanması ile ilgili kanun önerirler. Son olarak söz alan Aydın Milletvekili Dr. Mazhar Bey yaptığı konuşmada: Meclis Başkanı Mustafa Kemal Paşa’nın adından, ününden, makamından yaralanmak gerektiğini, bu nedenle Başkomutanlığa getirilmesinin uygun olacağını söyler. Bunun üzerine Mustafa Kemal Paşa söz alır).

          MUSTAFA KEMAL PAŞA (Ankara)-  Başkomutanlık olayı nedeniyle arkadaşlarımızın hakkımda gösterdiği güvene teşekkür ederim. Yüce heyetinizin tümüyle bu görüşte olduğunu sanıyorum. Bu konuda yüce heyetinize belgeye dayalı önerim olacaktır. Öneriyi Meclis Başkanlığına veriyorum. Bu dileğimin kabulünü rica ederim.

04 Ağustos 1921
         
TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİ BAŞKANLIĞINA,

          Şerefli Meclis üyelerinin arzu ve istekleri üzerine Başkomutanlığı kabul ediyorum. Ordunun maddi ve manevi kuvvetini en üst derecede artırmak, eksiklerini tamamlamak için Türkiye Büyük Millet Meclisinin kanunla vereceği görevi üstleniyorum. Ömrüm boyunca Milli Egemenliğin hizmetinde olduğumu milletin gözünde bir kez daha kanıtlamak için, bu yetkinin üç ay gibi kısa bir süre ile bağlı kılınmasını dilerim. 
                            
                                                 Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı
                                                                                               Mustafa Kemal                             
                                
       


   (Mustafa Kemal Paşa’nın Başkomutanlık Kanun taslağını okumasından sonra önce “teşekkür ederiz” sesleri yükselmesine karşın arkasından eleştiriler gelmeye başlar. Söz alan bir milletvekili yapılan önerinin “Başkomutan” adı yerine “Başkomutan Vekili” denilmesini ister. Başkomutan denildiğinde, kesinlikle padişah anlaşılacağını söyler. Bir başka milletvekili başkumandanlığın “imparator” anlamına geldiğini, bu nedenle hukuken kabulünün olanaksız olduğunu söyler. Meclisin yetkisinin bir kişide bulunmasını zararlı görenler vardır. Bazı milletvekilleri ise, Meclis Başkanı olarak Mustafa Kemal Paşa’nın halen Başkomutan durumunda olduğunu ve istediği yetkinin kendisine verilmesini isterler. Bir Milletvekili Meclis Başkanlığının Başkomutanlıktan çok büyük ve yüksek olduğunu, Başkomutanlığa indirilmesine yüreğinin razı olmadığını söyler. Mustafa Kemal Paşa’nın verdiği Kanun tasarısına, değişiklik önergeleri verilir. Birçok milletvekilinin verdiği değişiklik önergeleri, oylanıp reddedilir. Uzun tartışmalar devam ettiği sırada Mustafa Kemal Paşa söz alır).
          MUSTAFA KEMAL PAŞA – (Ankara)  Padişah ve Başkomutan Vekili, kullanılmış ve yıpranmış kelimelerdir. Başkomutan Vekili denildiğinde bunun etkisi azalır. Bu ad ile bu görevi yerine getiremem. Benim istediğim yetki sınırlıdır. Sadece ordunun maddi, manevi kuvvetini artırmak, tamamlamak, ordunun sevk ve idaresinde gerekli görülecek konuları anında yerine getirmektir. Başkomutan bu görevi üstlendikten sonra Yüce Meclis, önemli işlerini sakin şekilde yerine getirir. Aksi halde, Meclisin genel yetkisine el koymak aklımdan geçmemiştir.  Kabul etmek gerekir ki, bu büyük yetkiyi süresiz vermek doğru değildir. Bu nedenle üç ay gibi kısa bir süre ile sınırlayıp, üç ay sonra ya süreyi uzatır, ya da kaldırırsınız. Ordunun sevk ve idaresi bu şekilde tartışmalarla olmaz. Bu görev ancak güvene dayalı olabilir. Başkanınıza güveniniz yoksa, yetki vermeyiniz. Gerçek Başkomutan, Yüce Meclisin kendisidir.
          Başkomutan Vekili Mustafa Kemal Paşa diye imza atarsam, iyi bir etki oluşturmaz. Tehlike vardır, ancak henüz büyük tehlike oluşmamıştır. Düşmanı kesinlikle Ankara’nın batısında yenmeliyiz. Elimizdeki kuvvetlerle bunu elde etmek için çalışıyoruz. Alışılmışın dışında önlemler alıp, sonuca ulaşmak için Başkomutan olmayı istiyorum. Şunu bilmeliyiz ki askerlerimiz birçok yerde düşmanla gırtlak gırtlağa savaşmış, kahramanlıklar göstermiştir. 
          Saygıdeğer arkadaşlar, yanılmıyorsam Yüce Meclisi kuşkuya götüren konu, kanun yapma ve yürütme yetkisinin bir kişiye verilmek istenmemesinden doğmuştur. Meclisin bu konuda büyük duyarlık gösterip, ciddiye alması beni fazlasıyla mutlu etti. Ben de Yüce Meclisi oluşturan milletvekillerinden biriyim. Benim kanuni bir yetkiye sahip olabilmem kesinlikle Yüce Meclisin varlığına bağlıdır. Meclisin varlığı her hangi bir şekilde son bulduğunda, sahip olduğum tüm yetkiler sona erer. Bundan dolayı sizler tarafından Meclisin korunması benim için de hayati önem taşır. Yapılacak kanunda bu konunun açık hale gelmesi gerekir.
          İzin verirseniz, geceki önergemi maddeler halinde Yüce Heyetinize sunuyorum. Onun üzerinde görüşme ve tartışma yapılabilir.

          TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİ BAŞKANI MUSTAFA KEMAL PAŞA’YA BAŞKOMUTANLIK VERİLMESİ HAKKINDAKİ KANUN
 
          Madde 1.- Ulus ve yurdun yazgısına el koyan ve tek yüce kuvvet olan, üyelerinin Anayasaya göre yasama dokunulmazlığına sahip olduğu Türkiye Büyük Millet Meclisi, Başkomutanlık görevini Meclis Başkanı Mustafa Kemal Paşa’ya vermiştir.
          Madde 2.- Başkomutan, ordunun maddi ve manevi kuvvetini en üst derecede artırmak, sevk ve idaresini sağlamlaştırmak konusunda Türkiye Büyük Millet Meclisinin buna ilişkin yetkisini Meclis adına kullanmaya gerçek yetkilidir.
          Madde 3.- Bu yetki üç ay süre ile geçerlidir. Meclis gerekli gördüğünde bu sürenin bitmesinden önce bu ad ve yetkiyi kaldırabilir.
          Madde 4.- Bu kanun yayın tarihinde yürürlüktedir.
          Madde 5.- Bu kanunun uygulanmasında Türkiye Büyük Millet Meclisi yetkilidir.

(Tartışmalara neden olan kanun, yapılan oylama sonucu 13 aleyhte oya karşı 169 oyla kabul edilir. Kanunun kabulünden sonra Mustafa Kemal söz alır.)

          MUSTAFA KEMAL PAŞA  (Ankara)- Arkadaşlar Yüce Meclisin Başkomutanlık görevini yerine getirmek üzere gösterdiğiniz güvenden dolayı teşekkür ederim. Tüm varlığımla bu güvene layık olduğumu kısa zamanda gösterip, inşallah başarılı olacağım.
          Şimdi size ve Bakanlar Kuruluna ilk önerim şudur. Milli Savunma Bakanlığına, İçişleri Bakanı olan Refet Paşa geçmelidir. Fevzi Paşa sadece Genelkurmay Başkanı görevini üstlenmelidir. Ben de Başkomutan olarak kendisine katılırım.
          İç ve dışa karşı Meclisin ve Bakanlar Kurulunun çok kuvvetli görünmesi gerekir. Eğer Bakanlar Kurulunu kuvvetlendirmek gerekirse, oradaki arkadaşlarımızın her biri yerlerini anında diğerlerine vermeye hazırdır. Ben Bakanlar kurulunu oluşturan arkadaşlardan hiçbirinin, ne olursa olsun burada oturacağım diyeceğini sanmam. Bakanlar Kuruluna güvenelim, ufak tefek nedenlerle hırpalamayalım.
          (Bu görmelerden sonra 11 Ağustos 1921 tarihinde 107 milletvekilinin imzasını taşıyan bir önerge ile Mustafa Kemal Paşa’ya verilen Başkomutanlık yetkisi adeta denetlenmek istenmiştir. Her ne kadar önergeye imza atanların çoğu, bu tür bir amaçları olmadığını belirtmişlerse de, önerge ile ilgili söz alan Mustafa Kemal Paşa şunları söyler).
          MUSTAFA KEMAL PAŞA (Ankara) – Efendiler 107 imzalı bu önergenin özellikle ikinci maddesi Başkomutanlıkla ilgilidir. Bu maddeye göre, ordunun sol yanı, sağ yanı, merkezi karargahını denetlemek için üçer kişilik heyet gönderilmek isteniyor. Bu Başkomutanın görevidir. Benim görevimi yapamadığımı gösterir. Başkomutanlık kanunu varken bu tür bir madde görüşülemez.
Hiç bir orduda bu tür bir yöntem yoktur. Sadece Sovyet ordusunda olmuş,  ordu da bu nedenle dağılmıştır. Benim çok önemli görevlerim vardır. Başkomutan detaylarla ilgilenmez. Detaylarla ilgilenecek makamlar, memurlar vardır. Yüce Meclisin bildiği gibi Genelkurmay vardır, Milli Savunma Bakanlığı vardır. Bunlarında memurları detaylarla uğraşırlar. Eğer görevlerini yapmıyorlarsa, benden sorabilirsiniz, ona göre önlem alırız. Bana kanunen Başkomutan yetkisi verdiniz. Ben bu yetkiyi kullanırken, bir yandan da siz kullanamazsınız. Görevime kimseleri karıştırmam. Ancak Meclisin verdiği yetkiyi kötüye kullanırsam bu yetkimi kaldırabilirsiniz. (yok öyle değil sesleri).
 Konya, Ümraniye, Zara, Keskin, Yozgat, Bala’da çıkan olayları millet yapıyor. Olaylarda düşman parmağı var. Saf olan millet gerçekleri geç görüyor ve kandırılıyor. Gerçekleri açıklamak için bir gazete çıkaracak paramız dahi yoktur.
Sakarya zaferinden sonra Fransız delegelerle görüşmeler sürüyor. İngilizlerle İstanbul’da ilişki içindeyiz. Kars’ta Ruslarla görüşmeler devam ediyor. İtalyanların başvuruları var. Şunu bilmeliyiz ki, çok kuvvetli bir şekilde karşılarına çıkmazsak, yemin ederim hepsi ilişkiyi keser ve yüzümüze bile bakmadan, çantalarını alır gider.
          Yurtta güvenliğin tam olarak sağlanamadığı doğrudur. Düşman Ankara yönünde ilerlerken, bazı yerlerde fesatçılar yeniden fesat ocağını yaktılar ve aleyhte çok propaganda yaptılar: ‘Türkiye Büyük Millet Meclisi dağılacak, Hükümet dağılacak. Yunan ordusu Halifenin ordusudur’ diyenler var. Bu cahil insanlar, başarının önemini anlayamadılar. Güvenliğin Başkomutanlıkla da ilgisi vardır. Verdiğim kararlarla bu iş kökünden çözülecektir.
(Konu ile ilgili bir çok milletvekili söz alır. Milletvekillerinden biri, Mustafa Kemal Paşa için şunları söyler: ‘Paşa Hazretler bu milletin önünde kutsal bir bayrak olmuştur. Onu önde gördükçe cesaretimiz artıyor. Paşa Başkomutan olarak komutayı ele aldığında kesinlikle zafere ulaşılacaktır.’ Oturumu yöneten Meclis Başkanı konu ile ilgili görüşmenin yeterliliğini oya sunup oturuma son verir.)  
           (Yunan kuvvetlerinin Eskişehir’e girmesinden sonra, Ankara’ya doğru ilerlemesi üzerine Bakanlar Kurulu Fevzi Paşa başkanlığında toplanır.  5 Ağustos 1921 tarihinde Bakanlar Kurulu’nun Kayseri’de toplanma kararı aldığı açıklanır. Daha sonra Meclisin de Kayseri’ye taşınması gündeme gelir. Bu konu uzun süre tartışılır. Sonuçta Meclisin uygun göreceği bir zamanda taşınması kararlaştırılır. Arada bir süre geçtikten sonra 22 Ağustos günü yapılan oylama sonucu Meclis’in Kayseri’ye taşınması kararlaştırılır.
          Fevzi Paşa konu ile ilgili yaptığı konuşmada şunları söyler:  Düşman şu anda ilerlemesini durdurmuştur, ancak on beş gün içinde yine Ankara’da tehlike yaratabilir. Taşınma kararı bir hafta içerisinde uygulamaya konulmalıdır. Tehlike olmazsa, Meclis yine burada kalır. Meclis çoğunluğunun Ankara’da kalma koşulu ile önce aileler gönderilir. Taşınma sırasında gereken yüz, yüz elli arabayı Milli Savunma Bakanlığı ve Bakanlar Kurulu sağlayacaktır. Bakanlar Kuruluna vekaleten taşıma işlemlerini Müsteşarlardan kurulu bir komisyon yapacaktır.’ Bir kısım milletvekilleri kurulacak komisyonlarda milletvekillerinin de bulunmasını ister. Bunun üzerine Fevzi Paşa komisyonlarda birlikte çalışmalarını önerir). 
         

TARİH : 8 AĞUSTOS 1921
 ASKERLERİN  DURUMU  İLE  İLGİLİ  MUSTAFA  KEMAL PAŞA’NIN  YAPTIĞI  KONUŞMA:

          (Milli Savunma Komisyonu aldığı bir kararla, Başkomutanın yaptıkları ile ilgili Meclisi bilgilendirmeyi kararlaştırır. Bu karar doğrultusunda komisyon üyesi Trabzon Milletvekili Hüsrev Bey söz alır ve özetle şunları söyler: ‘Başkomutan, Genelkurmay karargahını kendine karargah olarak seçmiş, ayrı bir karargaha gerek görmemiştir. Başkomutanlıkça yapılan işlerden en önemlisi, orduyu kuvvetlendirip, eksiklerini tamamlamak olmuştur. Bunu yapmak içinde tüm milletin yardımını  istemiştir. Her ilçe merkezinde Milli Vergi Komisyonu (Tekalif-i Milliye Komisyonu) aracılığı ile aşağıda sayıldığı gibi vergi alınacaktır (alınacak vergiler zapta geçmemiştir). Ordunun kuvvetlendirilmesi için on beş, yirmi gün içinde belli bölgelerdeki 33, 34, 35, 36 yaşındakiler, yeniden silah altına alınacaktır. Doğudan yeterli kuvvetin gelmesi için emir vermiştir. Başkomutan ordunun hazırlanmasını yakından izlemek için birkaç gün burada kalacaklardır. Daha sonra Genelkurmay ve Milli Savunma komisyonundan yeteri kadar üye ile cepheye gitmek için tren hazır olup, emir verildikten üç saat sonra hareket edilecektir. İstanbul’dan çağrılan yüz kadar subay, bugün İnebolu’dan gelmeye başlamıştır. Şu anda bu subayların görev yerleri belirlenmiştir. Ankara’ya gelen otuz subay da anında cepheye gönderilecektir. Yaralı olanlar iyileştikten sonra cepheye gidecektir. Başkomutan tarafından adları belirlenen üç milletvekili, hastaneleri gezip Meclisin selamını hastalara iletecek ve dertlerini dinledikten sonra iki, üç gün içerisinde Meclise bilgi vereceklerdir. Ayrıca ilçelerde kurulan komisyonların görevlerini yapıp yapmadıklarını denetlemek için bazı milletvekilleri görevlendirilmiştir. Yine Paşa Hazretleri düşünülen eksiklikleri ve şikayetleri bize bildirmenizi rica etti. Biz de bunları not olarak kendisine sunacağız. Bu konuşmadan sonra söz alan birkaç milletvekilinin çeşitli isteklerde bulunması üzerine, Başkomutan Mustafa Kemal Paşa söz alır).

          MUSTAFA KEMAL PAŞA (Başkomutan)– Milletvekillerinin bazılarının halkı aydınlatmak görevi ile dışarıda bulunmaları, önceden alınan karar doğrultusunda uygun bulunmuştu. Ancak sancaklarda (livalarda) dolaşacak milletvekillerinin, orada bulunan askeri yetkili ve idarecilerin üzerinde yetkili olmaları şeklinde önerilerin birtakım sakıncaları vardır. 
          Bakanlar Kurulunda bulunan arkadaşlardan biri, Müdafai Hukuk Cemiyetleri kuralım istiyor. Milletin düşüncelerine önemsemeyen  İstanbul’daki Bakanlar Kurulu’na karşılık, Anadolu ve Rumeli Müdafai Hukuk cemiyetleri kurulmuştu. Bugün durum değişmiştir. Milleti mutlu edecek Bakanlar Kurulunu oluşturmaya çalışıyoruz. Bu konuda yapmayı düşündüklerimin bir kısmını, biraz önce Milli Savunma komisyon üyesi arkadaşımız açıkladı.
          Bir arkadaşımız da Rumları esir edip silahlarını almayı önerdi. Kuşkusuz hepimiz Rumları, silahtan soyutlamaya kesin kararlıyız. Yapabildiğimiz yerlerde bunlara karşı hoşgörü göstermiyoruz. Samsun ve civarında Rumların silahlı teşkilatları vardır. Onların elinden silahlarını almak, onlara savaş ilan etmek demektir. Onlara savaş ilan etmek için yeterli kuvvetin bulunup, bulunmadığını düşünmek gerekir. Aksi düşüncede olan varsa, bize bunu anlatmalıdır. Karadeniz sahilinde bir çok yerler var ki, tüm kalbimizle istememize karşın oralara yetişemiyoruz. Olanak ölçüsünde insanların elinden silahlarını alıp, cepheye gideceklere vermek kadar doğal bir çözüm yoktur. Örnek olarak Biga, Düzce, Bolu’da alınmıştır. Ancak sadece silahlarını almak için vurmak, öldürmek öneriniz varsa, biz bunu yapamayız.
          Bir arkadaşımız, getirecekleri kuvvet sayısına göre insanlara ünvan verip, yüz kişi getirene yüzbaşı, bin kişi getirene albaylık verelim dedi.  Bu şekilde ünvan verilecek insanlara güven olmaz. Sokaklardan topladığı binlerce insanla unvan alır ve bir süre sonra askeri dağılır, gider. Bugün hiç maddi destek almadan topladığı kuvvetlerle vatan ve millet için görev yapmış arkadaşlarımız, unvan için çalışmak arzusunda değildir. 
           Arkadaşlar, duygusal olarak, keşke şöyle olsaydı, böyle olsaydı şeklinde düşüncelere kapılmak ülkeyi kurtarmaz.  Yunan, İngiliz, Fransızların saldırması yanında, bütün dünyanın bize saldırması olasılığı da söz konusu olmuştur. Ancak millet, namus ve bağımsızlığı için yalnız bir şey düşündü: Namuslu olarak yaşarım, bunu kabul edenlerle dost olurum, kabul etmeyenlerle ölünceye kadar savaşarak ölürüm. Milletin ve millet vekillerinin kararı budur. Engelleri yenme kararımızı zayıflatacak bir olay görmüyorum. Aksi düşüncede olan arkadaşların varlığını dahi düşünmek istemiyorum.
          Yunan saldırısını durdurabilir miyiz diye soruluyor? Buna aklıma gelen bir örnekle yanıtlamak isterim. Birinci Dünya Savası sırasında, Alman karargahına gidip Batı Cephesinde Ludendurof ve Hindenburg ile görüştüğümde saldırıya hazırlanıyorlardı. Ondan önce İngilizlerin bir saldırısını geri çevirmişlerdi. ‘Bundan sonrası için güven var mı?’ dedim. Güldüler: ’Biz düşman saldırısını durdurmak için hazırlandık. Ancak kesinlikle durduracağımıza ait elimizde bir senet yok. Saldırının başarılı olup olamayacağını hiç bir zaman kestiremeyiz. Sadece saldıracağız deriz. Başarı oluşa bağlıdır’ diye yanıtladılar. Bu nedenle biz, tüm maddi ve manevi kuvvetlerimizle düşmanlarımızı durdurmaya çalışacağız. Bunda başarılı olacağımıza güvenimiz tamdır. Anca yurdumuzun tamamını savunup, korumak istiyoruz. Arada bir kısmının geçici olarak düşmanın eline geçmesini kabul gerekebilir. Sonuçta inşallah başarılı oluruz. 

         
TARİH : 24 ARALIK 1921

VELİAHT ABDÜLMECİT EFENDİNİN MECLİS BAŞKANLIĞI’NA GÖNDERDİĞİ MEKTUP İLE İLGİLİ MUSTAFA KEMAL PAŞA’NIN KONUŞMASI:

 (Şehzade ve son halife Abdülmecit Efendi 8 Ağustos 1920 tarihinde şunları söyler: “Anadolu hareketi cahilce, haince ve canavarcadır.”) 
                                                         
         MUSTAFA KEMAL PAŞA (Ankara) – Arkadaşlar, Şehzade Abdülmecit Efendi Hazretleri bundan önce bana bir iki mektup gönderilmişti. İçindekiler kesin ve açık olmamakla birlikte, istekleri parasaldı. Kendisine gönderdiğim haberde; “Şahsımın hiç bir önemi yoktur ve şahsımla ilişki hiç bir yarar getirmez. Siz milletimizin temsilcisi olan Meclisi tanıyıp, onunla ilgilenmelisiniz.” dedim. Bugün mektup doğrudan doğruya Büyük Millet Meclisi Başkanlığı’na gelmiştir. Gelen mektupta “Büyük Milli Meclis” sözü kullanılmıştır. Buna karşı yapılacak işlemi gizli oturumda görüşmek yararlı olur. (Mektup okunur).
          Efendiler, bu mektubun okunması çok yararlı oldu. Bugüne kadar Büyük Osmanlı ailesi ile Meclisimiz arasında, olumlu görüş söz konusu olmamıştı. Mektup bana göre bu konuda bir ilk olması bakımından yararlıdır.
          Bana göre buna gerektiği gibi akla uygun bir cevap vermekte hem yarar, hem de zarar vardır. Zararı nedir? Bilindiği gibi yüce heyetiniz ve bütün millet düşmanla çarpışırken, Padişah ve etrafındakiler, bu milleti vazgeçirmek için birlikte çalıştılar. Milletin içine bin türlü karışıklık tohumları saçarak onları ayaklandırıp, isyanlar çıkarttılar. Yüce Meclisimiz bu gibi isyanları çıkaranlar ile ilgili zorlayıcı önlemler almış ve sonuçta çok kan dökülmüştür. İki yıllık olaylar ve Yüce Meclis’in yiğitliği artık, bizim dışımızda karar verebilecek başka bir kuvvet olmadığını ortaya koydu. Allah’a şükür başka yerlerden gelecek kötülükleri millet anladı ve bunları önledi. Gerçekler anlatıldığında, millet sağduyusuyla akla uygun şekilde davrandı. Şu anda bu mektuba verilecek cevap, İstanbul’a kuvvet sağlayacaksa ve millet üzerinde karışıklığa sebep olacaksa zararlıdır. Bu durum esas alındığında, mektubu göz önüne almamak uygun olur. Millet bütünüyle bağımsızlığını elde ettikten sonra bu konu ele alınabilir.
Mektupta biraz önce söylediğim gibi Türkiye Büyük Millet Meclisini tanıyor. Milli Meclisimiz diyor, resmen de ona yazıyor. Oysa ki hilafet ve saltanat makamında oturan kişi bunu kabul etmiyor. Veliaht onların içindedir ve bu kişiye istedikleri kötülüğü yapabilirler. Herkesin bildiği gibi bir zamanlar kendisini gözaltına aldılar, evini dağıttılar. Bu duruma karşı açıkça yüce Meclisinizce okunmasını istediği bu mektubu göndermiştir. Demek oluyor ki kendine olacaklara önem vermiyor. Ancak benim aklıma geldiği gibi; Mektubun içindeki yazılanlardan Padişahın bilgisi yok mudur? Acaba İngilizlerin bilgisi yok mudur?’ Belki vardır, belki yoktur. Eğer bilgileri yoksa mektup sahibi için tehlike söz konusudur. Eğer bilgileri varsa, onlar da bu yola girmek istiyorlar gibi yorumlanabilir. Şu anda mektup okunduğunda doğal olarak ne yaptınız? Anında alkışladınız. Eğer açık oturumda mektup okunsa idi, yine alkışlayacaktınız. Bu durum incelenmeden millete anlatıldığı zaman, onlar da vekillerinin yaptıklarını yapacaklardı. O halde bu mektubu yazmakta amaç; Millet ve Meclisimiz üzerine etki yaparak, uyutulmak üzere bulunan bir konuyu canlandırmak olabilir. Ancak yüce Meclisin alacağı karar, mektubu lehimize de, aleyhimize de çevirebilir. Yazılacak mektup okunduğunda, bunun cevabı herkesin beynine yazılmış olacaktır.
          Efendiler; mektupta; “Türkiye Büyük Millet Meclisi için, bizim de Milli Meclisimizdir.” diyordu. Biz de söylemek istediklerimizi kendilerine iletiriz. Bu surette Yüce Meclisimiz, bu tür bir sorun karşısında nasıl karar aldığını millete göstermiş, millet de tavrımızı öğrenmiş olur. Bu nedenle mektuba cevap vermek yararlıdır.
Biz önceden: “Konuyu gizli oturumda görüşüp, daha sonra açık oturumda halka açıklamak gerekir.” diye düşündük. Açık oturumda, gelen evrak şeklinde okuduktan sonra da, buna uygun bir cevap yazılmak üzere Meclis Başkanlığı’na gönderilir. Konu ile ilgili artık söz edilmez. Sessiz bir şekilde dinlenir, yalnızca cevap yazılsın demek uygun olur. Hazırladığımız yazı taslağı için, akla gelen bir şey varsa düşüncelerinizi şu anki gizli oturumda bildirebilirsiniz.
          Anadolu’ya geçmek isteyen Abdülmecit Efendinin oğlu Ömer Faruk Efendi’yi tanırım. Bana yazdığı mektuplarda diyordu ki: “Ben gelir gelmez, şartlarımı belirleyin.” Onun doğrudan amacı, halife ve padişah olmaktır. Bunun olanaksızlığı kendisine söylenmiş olmasına karşın, kafasına koymuş. Oysa ki Ömer Faruk Efendi’yi buraya getirip Halife veya Padişah yapmamız söz konusu değildi. “Bu nedenle görevinizi en iyi şekilde İstanbul’da yaparsınız.” demiştim.
Ona; “Gider gitmez oldu bittiye getirirsin. Millet her şeyi unutur. Büyük gösterilerle sizi Padişah yaparlar.” demişler. Buna güvenerek onayımı almadan gelmiş. İnebolu’ya çıktığında bu göreve geleceğinden umutluydu. Durumunu İstanbul’a bildirdiğine göre, Padişah veya babasının onayı ile geldiği anlaşılıyor. Kendisini geri gönderdim.                                        
          (Bu konu görüşüldüğü sırada söz alan milletvekilleri Abdülmecit Efendi’nin lehinde ve aleyhinde konuşmalar yaparlar. Bir kısım konuşmalar gürültü nedeniyle anlaşılmaz. Bazı milletvekilleri mektubun Bakanlar Kurulu tarafından cevaplandırılmasını ister. Bir milletvekili, İstanbul işgali sırasında Mehmetçiğin kurşunu ile yaralanan İngiliz’e, geçmiş olsun diye hastaneye giden kişinin bu mektubu yazan kişi olduğunu söyler. Bir milletvekili; bu mektubun cevabı: “Aleykümselam” der. Bir milletvekili ayet okur. “Selam, aleykümselam.” diyerek konuşmasını bitirir. Bir milletvekili “Mektupta atalarımın mezarına saygı gösterdiniz, düşmanın birini defettiniz teşekkür ederim demek istiyor.” der. Diğeri “Ne kızı vermeli ne gelenleri küstürmeli” şeklinde cevap verilmesini ister. Bir milletvekili de,  Abdülmecit Efendiyi iyi tanıdığını, onun aklına bir şey geldiğinde o dakikada yazdığını, ertesi gün onun aksini yaptığını söyler. Bir milletvekilinin verdiği; görüşmenin yeterliği ve bu mektuptan yalnızca gizli oturumda bilgi alınmakla yetinmesi şeklindeki önergesi oylanıp, kabul edilir)
        (Türkiye Büyük Millet Meclisi 18 Kasım 1922 tarihli oturumda Abdülmecit Efendiyi halife seçer. Halife seçildikten sonra “Halife-i Müslimin” yerine “Halife-i Resulullah” ve babasının adı nedeniyle de “Han” unvanını kullanır. Bir süre sonra Halifeye bağlılık gösterileri başlar. Cumhuriyet ilan edildikten sonra basında Halife lehinde yayınlar yapılır, Atatürk’ün hasta olduğu yazılır. 3 Mart 1924 tarihinde Halife Abdülmecit Efendi görevden uzaklaştırılır ve Hilafet makamı kaldırılır. Hilafet kaldırıldığında Din Bilgini Antalya Milletvekili Rasih Efendi Mısır dönüşü Mustafa Kemal Paşa ile görüşür. Gezdiği ülkelerde müslüman halkın kendisini Halife olarak görmek istediğini söyler. Mustafa Kemal Paşa kabul etmez).


TARİH : 26 ARALIK 1921
 ORDUDA YOLSUZLUK YAPILDIĞI İDDİASI İLE MİLLİ SAVUNMA BAKANI REFET PAŞAYI DÜŞÜRMEK İÇİN VERİLEN GENSORULAR İLE İLGİLİ BAŞKOMUTAN MUSTAFA KEMAL PAŞA’NIN YAPTIĞI KONUŞMA:

          (Birçok milletvekili tarafından Milli Savunma Bakanı Refet Paşa ile ilgili verilen gensorularda özellikle şu iddialar ileri sürülüyordu: “Cephede askerler çıplaktır, bu nedenle hastalıktan ölmektedirler. Subaylar ve askerler dört aydır aylık alamıyorlar. Cephede yük taşıyacak hayvanlar açlıktan öldüğü için, kağnılara askerler koşuluyor.”
          Bu ve benzer iddialara yanıt vermek için söz alan Milli Savunma Bakanı Refet Paşa özetle şunları söyler: “Ben Başkomutan Paşa Hazretlerinin imza attığı her kağıdı imzalarım. Top seslerinin Ankara’ya kadar geldiği sırada sadece hayvanlar değil 100 bin kişilik ordu da aç kalma tehlikesi ile karşı karşıya idi. Başkomutan, askerlik kanununda yaptığı değişiklikle bizi bu tehlikeden kurtardı. Arkadaşlar, 100 bin kat elbise hazır ama beş milyon lira istiyorlar. İtalyanlarla 80 bin kat elbise için anlaştık. 20 bin elbise parası yatırıldığı için, bu kadar elbise gönderdiler. Verdiğiniz 500 bin lira ile 34 bin elbise yaptırabildik.”
          Refet Paşa yaptığı bu konuşmada asker elbiseleri ile ilgili sayı olarak detaylı bilgi verir. Daha sonra sözlerine devamla; “Arkadaşlar, öküzler yeterli gıda alamadıkları için ölüyor. Kağnı arabalarından ordu memnun değildir, at arabası istiyorlar. Ancak yurtta yeteri kadar at arabası bulunamıyor. Bu savaşta, biz gerektiğinde kağnıya öküz yerine insan koyarız veya biz öküz yerine arabaya koşuluruz.  Askerlik hayatı büyük sıkıntıdır. Bu sıkıntıya subaylar da dahildir, onlarda büyük sıkıntı çekmişlerdir.’
Milli Savunma Bakanı Refet Paşa ile ilgili eleştirilerin devam etmesi üzerine Başkomutan Mustafa Kemal Paşa söz alır).           
          MUSTAFA KEMAL PAŞA (Başkomutan)– Yüce Heyetinizi uzun zamandan bu yana inciten, üzen olay, ordumuzun istenildiği gibi elbise ve eksikliklerinin tamamlanamaması olayıdır. Bu durum birçok sebeplerle tartışılıp, eleştirilmektedir. Açıklamaya başlamadan önce şunu sunmak isterim ki, Başkomutanlık bütün bu işlerle ilgilenmekte ve bunları takip etmektedir. Başkomutanlık Kanunu göz önüne alındığında bu konuda söz söylenmesi gereken kişi yalnızca başkomutandır. Başkomutan ordunun noksanlarını görür, bakanları uyarmadığı zaman sorumluluk doğrudan bu makama aittir. Milli Savunma Bakanı yapılması mümkün olan bir şeyi yapmıyorsa, Başkomutan da buna inanmışsa, o bakanlığı daha iyi yapacak birini atar. Bu sözlerimden anlaşılacağı gibi Milli Savunma Bakanı yapılması gerekli şeyleri yapmıştır.
Aylık olayı söz konusu edildi. Ordular aylık alıyor mu? Ne kadar zamandır almamışlardır? Acaba orduda daha erken aylık alan var mıdır? Görüyorum ki Meclis, Batı cephesindeki ordu ve askeri birlikleri amaçlıyor. Askerlerimiz yalnız burada değildir, başka yerlerde de vardır. Ancak incelememi düşmanla temas halinde olan Batı cephesine ayırmak isterim. Yakında yaptığım kısa ve zorunlu hesap sonucu sadece Batı cephesinin er ve subay aylık toplamı 833.000 liradır. İnceleme sonucu, Garp cephesi askeri birliklerinin, Temmuzdan Ekim sonuna kadar üç milyon aylık alacakları vardır. Demek ki, Batı cephesinin dört aylık alacağı vardır. Ülke içinde yaşayanların, düşman karşısında bulunanlardan daha fazla aylık almalarını engellemek için Maliye Bakanına emir verdim. Batı cephesinde bulunanların dışında kalanlara, ayrıca fazla ödeme yapılmaması için de emir verdim. Ancak kabul etmeliyim ki uygulama olanağı bulamadık. Maliye Bakanı bir gün bana dedi ki: “Meclis aylık alacaktır. Ben de arkadaşlarımı üzmek ve zorda bırakmayı istemedim. Onlara ödenecek para fazla değildi. Yüce Heyetiniz aylık aldığında, memurlar da, Ankara’da bulunan askerler de istiyor. Onların arasında top yapanlar, fabrika müdürleri de var. Tam aylık değil, askere bir miktar para vermek için 450 bin lira bulmak gerekiyor. Maliye Bakanı ile birlikte para bulmaya çalışıyoruz, bulamıyoruz. 450 bin lira ile dört aylıklarına karşılık askerlere biraz para vereceğiz. Ancak yurt içinde dört aydır, ihtimal daha fazla zamandır aylık alamamış polis ve memur var. Artık aylık dağıtımının nasıl yapılacağını ciddi şekilde ayrıntılarıyla düşünmek gerekir. Aylıklarını almış olanlara, dört ay para vermeyeceğiz desek, acıklı bir yoksulluğa sürüklemiş olacağız.” Bu durumu Maliye Bakanı anlatacaktır. Aylıkların süresinde verilmemesinden subayların fazlaca tepki duymalarını korku verici buldum ve komutan arkadaşlara bunu olay yapmamaları için rica ettim. Para imkanı olduğunda verilmeyen aylıklar verilecektir.
          Ordudaki elbise konusunda,  Milli Savunma Bakanı bugün yaptığı açıklamalarda benim görüşlerimi dile getirdi. Son aya kadar orduya birkaç kere elbise verilmiştir. Bir yıl içerisinde orduya 76 bin kaput verilmiştir. Kaput verilenlerden ölen ve kaçanlar vardır. Son aylarda Milli Savunma Bakanlığı 416000 kat elbise ısmarlamıştır, ancak eline geçen para yalnızca 500 bin liradır. Bütün engellere karşılık Milli Savunma Bakanlığı bu para ile 65 bin elbise, 82 bin kaput yaptırmıştır. Sadece Batı Ordusu göz önüne alındığında 200-250 bin insanı giydirmek söz konusudur.
          Bugün Batı Ordusunu istediğimiz şekilde giydirebilmek için Milli Savunma Bakanlığının daha 100 bin kat elbise ve kaput yaptırması gerekiyor. Bu 100 bin kat elbisenin hesabını yaptım, 5 milyon lira gereklidir. Efendiler gezici ordu söz konusudur ve onlar için de elbise, kaput, çadır lazımdır.
          Arkadaşlar bu fırsattan yararlanıp Yüce Heyetinize bu nokta üzerinde bir gerçeği söylemek istiyorum. Amacımız, karşımızda bulunan Yunan ordusunu kesinlikle yenilgiye uğratacak kuvvetli ve donanmış ordu meydana getirmektir. Aldığımız bilgiye göre Yunanistan savaşı istenilen düzeye çıkarmak için değişiklikler yapıp, eksiklerini tamamlıyor. Bizim ordumuzun da aynı derecede eksiklerini tamamlanması gereklidir. Enine boyuna inceledim, ordumuzun istenilen duruma gelmesi için,  elbisesi, silahları, cephanesi bütün donanımıyla kırk beş, elli milyon liraya ihtiyaç vardır. Bu paranın da zamanında elimize geçmesi şarttır. Bu dakika elli milyon liralık kredimiz olsa, iki üç ay içinde karşımızda bulunan Yunan ordusunu ezer geçeriz. Şu anda biz, iğne ile kuyu kazmakla uğraşmayız. Bu konuda Cenabı Hak’tan daha iyi olmamızı isteyeceğiz. Bu derece ihtiyacı Yüce Heyetinize şimdiye kadar hiç bir zaman söylemedim. Ordunun ihtiyaçlarının alınması için sizden elli milyon isterim. Maliye Bakanı bunu düşünsün ve hepimizi inandırsın. Sizler de düşünün, başka çözüm yolu yoktur.
Bir defaya özgü olmak üzere bu parayı kesinlikle dıştan sağlamak zorundayız. Fransızlarla bir şeyler yapmaya çalışıyoruz. Ayrıca Rus dostlarımızdan da bir kısım ihtiyaçlarımızı sağlamaya uğraşıyoruz. Bu çalışmalarımızın ne zaman sonuçlanacağını üzülerek söylüyorum ki bilemiyoruz. Akşehir görüşmemizde üç milyonumuz olsa idi ihtiyaçlar ısmarlanacaktı. Sonuç sanıldığı kadar kolay değildir. Söyleyeceklerim bunlardı. İlgili gensoru düşüncesinden vazgeçip, para bulmanın olanaklarını araştıralım. Bakan bizi sık, sık aydınlatsın, konuyu ortaya koyup incelemeye çalışalım.
          (Mustafa Kemal Paşa’dan sonra söz alan Maliye Bakanı Hasan Bey özetle şunları söyler: “Bakanlığa geldiğim zaman birikmiş hiç para yoktu. Doğu illeri aylıklarını alamamıştı. Milli Savunma Bakanlığının istediği 12 milyon ek ödenek söz konusudur. 1921 bütçesi 91 milyondur. Gelir bütçesi 54 milyon olduğuna göre 35 milyon lira açık karşısındayız. 1922 yılı gelir bütçesi 59 milyon olacaktır. Ben yaratmak gücüne sahip değilim. Bundan fazla vergi alacağımıza da inanmıyorum. İhtiyacımız olan parayı bulmak için borç almak gereklidir. Ben 60 milyondan on para fazla bulamam. Eğer bundan fazlasını bulacak biri varsa ben elini öper, bugün bakanlıktan çekilirim.”) 

         
TARİH: 9 OCAK 1922
 OLAĞANÜSTÜ SAVAŞ KOMİSYONU KANUNU İLE İLGİLİ BAŞKOMUTAN MUSTAFA KEMAL PAŞA’NIN YAPTIĞI KONUŞMA:

          (Bir kısım milletvekilleri tarafından hazırlanan on bir maddelik “Olağanüstü Savaş Komisyonu Kanunun” birinci maddesinde amaç şu şekilde açıklanır: Ordunun güçlendirilmesi ve yurdun savunması için gerekli bütün yapılacakları hazırlamak. Ulaştırma işlerinin verimli şekilde düzenlenmesi ve bakanlıklar arası işlemlerinin en etkin şekilde yönetilmesi amacıyla bir Olağanüstü Savaş Komisyonu oluşturulmuştur.
         Gizli oturumlarda günlerce görüşülen bu kanunun leh ve aleyhinde birçok milletvekili söz alır. Çıkacak kanunu Anayasaya aykırı görenler olduğu gibi, komisyona geri gönderilmesini isteyenler de olmuştur. Bu arada söz alan Milli Savunma Bakanı Refet Paşa; Milli Savunma Bakanlığının Fevzi Paşa’nın başında bulunduğu Genelkurmay Başkanlığı’nda birleştirilmesini ister. Ayrıca Batı Cephesi Komutanı İsmet Paşa’yı kıyasıya eleştirir. Başkomutanlık teşkilatı dahil olmak üzere idari teşkilatlarda esaslı değişiklik yapılmasını ister. Refet Paşa oldukça uzun konuşmasının sonunda; Başkomutan’ın emredeceği herhangi bir yerde çalışmaya hazır olduğunu belirtir. Kendisine şu ana kadar beslediği saygıyı bundan sonra fazlasıyla göstereceğini söyler. 
Milletvekili Hoca Şükrü Efendi ise yaptığı konuşmada şeriatın ilanını ister. İsviçre Kanunu’nun milleti kör ettiğini anlatır. Konuşması bittiğinde Hoca Şükrü Efendi, sürekli alkışlanır.
Bir milletvekili Başkomutanlık Kanunu’nun ikinci maddesinin yapılacak işlerden fazlasını kapsadığını, bu nedenle çıkarılacak Olağanüstü Savaş Komisyonu Kanunun boşuna zaman kaybına neden olduğunu anlatır.
          Görüşmeler devam ederken, bir süre sonra Olağanüstü Savaş Komisyonu Kanunu bir yana bırakılır. Milli Savunma Bakanlığı Genelkurmay Başkanlığıyla birleştirilmeli midir? Yoksa çalışmalarına ayrı ayrı mı devam etmelidir? Bakanlar Kurulu Başkanı Fevzi Paşa, aynı zamanda Genelkurmay Başkanlığını da birlikte yürütmeli midir? Aksi halde görevlerden sadece birini mi yürütmelidir? Sorularına da leh ve aleyhte görüşler belirtilir. Bu konuşmalardan sonra Başkomutan Mustafa Kemal Paşa söz alır).
          MUSTAFA KEMAL PAŞA (Başkomutan) (Ankara)- Efendiler, benden önceki arkadaşların konuşmalarını Mecliste bulunmadığım için duymadım. Ancak anladığım kadarıyla söylüyorum, ortada bir kanun tasarısı vardır. Onun üzerinde görüşler söyleniyor. En son konuşan Ömer Lütfi Bey cephede iki ordu karargahı olduğunu ve bunların birbirinden uzak olduğunu söylüyor. Hayır efendiler, gerçek öyle değildir. Dünyadaki en yakın olması gerekli karargahlar kadar birbirine yakındır. Bundan dolayı ordu karargahı ile cephe karargahlarının ayrı yerlerde bulunması, Başkomutanın ve Genelkurmay Başkanı’nın ayrı yerlerde bulunduğu sözleri gerçekçi değildir. Gerekeni Başkomutan ve Genelkurmay Başkanı takdir eder.
          Ondan önce bir başka arkadaşımız Milli Savunma ile Genelkurmay Başkanlığının birleştirilmesini önerdi. Efendiler, esasen Milli Savunma ile Genelkurmay, Başkomutanlığın kabulü üzerine birleşmiştir. Bildiğiniz gibi Başkomutan, Genelkurmay Başkanı ile savaşın sevk ve idaresine uğraşıp, planlar yapmaktadır. Teşkilatlanmamız iyidir, bölümlerimiz düzgündür. Herkes görevini yerine getirmektedir. Bu nedenle Başkomutan hiç bir zaman size gelip şikayette bulunmamıştır.
          Ordunun giydirilmemesinden ve diğer eksiklerinden dolayı hepimizde bir kuşku vardır. Bu eksikleri bir an önce tamamlamak istiyoruz. Yüce Meclisinizde uzun zamandan bu yana konuyla ilgili şiddetli tartışmalar devam ediyor. Başkomutanlık, Milli Savunma, Genelkurmay bu komisyonun kurulmasına karşı çıkmadı. Ancak şunu açıkça söylemek istiyorum ki, kurulacak komisyonun sizin isteğiniz şeyleri yapacağına inanamıyorum. Ancak yapılmış ve yapılacak işleri görmek için bunun kurulmasına taraftarım. Bu komisyon da görecektir ki elden gelen her şey yapılmaktadır. Bunu görecekler ve Yüce Heyetinizi bu şekilde tatmin edeceklerdir.
          Efendiler, Yüce Meclisiniz her türlü kanun yapmaya ve Bakanlar Kurulu’nu denetlemeye yetkilidir. Ancak çıkacak kanunlar ciddi bir tabana dayanmalıdır. Her hangi bir konuda öneri getirdiğimizde çoğu kez kaçıyor ve kabul etmiyorsunuz. Bu nedenle, önemli bir çok meseleyi çözmek imkanı yoktur. Bakanlar Kurulu Başkanlığı, başlı başına bir olaydır. Başbakanlık sorunu hazırlanmakta olan kanun tasarısı ile buraya gelecektir. O zaman görüşülür, Meclisin genel görüşü hangi noktada ise ona göre karar verilir. Bu nedenle şu anda bahsetmek istemiyorum.   
          Çok sorulan Milli Savunma ve Genelkurmayın birleştirilmesi olayına gelince; bildiğiniz gibi bundan bir süre önce Genelkurmay Başkanı, aynı zamanda Milli Savunma Bakanı idi. Yani her iki bakanlık bir elde bulunuyordu. O zaman da eleştiri konusu olmuştu. Ayrıca Refet Paşa da bu konuda direnmişti. Demek ki şimdiye kadar deneme sonucu, birleştirilmesi lüzumuna inanmışlardır. Bu nedenle bir elde bulunuyor.
          Bundan ayrı olarak; “Bu idare şekliyle Hükümetin çalışma imkanı yoktur.” denildi. O halde eleştiri konusu askeri kuruluş değil, başında bulunan insanlardır. “Bunlar birlikte faydalı olamamışlardır, neden daha iyi yürümesin?” deniyor. Efendiler, Başkomutan olarak diyorum ki, başka türlü bir yapıda daha yararlı iş yapacak olan varsa, görevimden ayrılırım.
          Yerimin savaş karargahı olması isteniyor. Askeri birlikler ile bağlantı kuracak batı cephemizin karargahı vardır. Başkomutan bir köydeki cephe karargahında oturamaz. Meclis Başkanı, bütün başkanların başında olduğuna göre, Başkomutanlık karargahı burasıdır.         
Meclis Başkanının aynı zamanda, Bakanlar Kurulu Başkanı olması uygun olmaz. Ancak şu noktayı göz önünde bulundurmak gereklidir. Genelkurmay Başkanının aynı zamanda Bakanlar Kurulu Başkanı olması bir zorunluluğun sonucudur. Fevzi Paşa, Sakarya Savaşı nedeniyle ve ondan sonra cephedeydiler. Neden dolayı buraya gelmek zorunda kaldı? Paşa dönmedikçe görüşmelere devam edilemiyordu. Ondan başka başkanlık edecek kimse bulunamadı. Bakanlar Kurulundaki arkadaşların ricası üzerine geldi. Paşa bu durumdan her gün şikayetçidir, daha iyi bir çözüm bulunmalıdır.
Arkadaşlardan biri, “Meclis Başkanlığı ile Başkomutanlık bir insanda birleşebilir mi?” diye sordu. Efendiler, benim üzerimde ismen birçok görevler vardır. Ancak hepsini Meclis, yani siz verdiniz. Görevim alınan kararları yerine bildirmek ve Bakanlar Kurulu kararlarının altına imza koymaktır. Başkomutan olarak sahip olduğum yetki, doğrudan doğruya Genelkurmay Başkanının yapacağı görevdir. Ben Yüce Heyetiniz karşısında sorumlu olmam nedeniyle, sizden aldığım bu yetkiyi sadece olağanüstü zamanlarda kullanırım. Başkomutan top, tüfek altında komutanlık görevini yerine getirir. Aksi halde ben cephenin gerisinde oturacak komutan değilim. Bu görevleri yapacak arkadaşlar varsa, Meclis Başkanlığından da, Başkomutanlıktan da çekilmeye hazırım. (Gürültüler, mesele yoktur sesleri). Benim varlığım yurdun çıkarına zarar veriyorsa, vereceğiniz karara itiraz etmeyip, uyacağım. (Gürültüler, ‘Hayır’ sesleri).

         

TARİH: 16-17 OCAK 1922
MECLİS TARAFINDAN GÖREVDEN ALINAN MERKEZ ORDU KOMUTANI NURETTİN PAŞA İLE İLGİLİ MUSTAFA KEMAL PAŞA’NIN YAPTIĞI KONUŞMA:

         (Rize Milletvekili Ziya Hurşit Bey, Merkez Ordu Komutanı Nurettin Paşa’yı görevden almadığı için, İçişleri Bakanı Fethi Bey hakkında gensoru önergesi verir. Konu ile ilgili söz alan Ziya Hurşit Bey özetle şunları söyler: “Merkez Ordu Komutanı Nurettin Paşa, Samsun’da on beş yaşından, elli yaşına kadar olan Rumları göçe zorlamıştır. Nurettin Paşa bu işleri sorumsuz çetelere yaptırıyordu. Bunun üzerine Rumlar dağlara çıktılar. Rum çeteleri Nurettin Paşa’nın idaresizliği yüzünden Müslüman köylere saldırdılar. Şimdiye kadar otuz Müslüman köyü yanmış, erkekler askerde olduğundan, kadın ve çocuklar öldürülmüştür. Nurettin Paşa, yurduna bağlı, zengin, saygın, aydın elli altı kişiyi göçü engelledikleri için, İçişleri Babanlığına telgraf çekip Samsun dışına çıkmalarını yasaklamıştır.”
         Lehte konuşan birkaç milletvekili dışında, söz alan elli kadar milletvekili Nurettin Paşa aleyhinde konuşma yapar. İçişleri Bakanı Fethi Bey konuşmasında şunları söyler: “Samsun yöresinde Pontus teşkilatı vardır. Bunların amacı, yöreyi yurdumuzdan ayırmaktır. Bakanlar Kurulumuz 15 yaşından 50 yaşına kadar olanları göçe zorlamıştır. Bunun üzerine haydutluk bir kat daha artmıştır. Vilayet konağına toplanan elli altı kişi, yapılan göçü engellemek için bir araya gelerek, durumu Bakanlığıma telgrafla bildirdiler. Nurettin Paşa bu toplantıya katılanların Samsun dışına çıkışlarını engelledi. Bu yaptığının kanunsuz olduğunu bildirip, yasağın kaldırılması için emir verdiğim halde, emri yerine getirmedi. Bu komutanın kesinlikle değiştirilmesi gerekir. Konuyla ilgili kararınızı veriniz.”
          Erzincan Milletvekili Emin Bey’in önergesi ile Nurettin Paşa’nın görevden alınıp mahkemeye verilmesi, oylanıp karara bağlanır.
          Nurettin Paşa, Başkomutanlığa gönderdiği telgrafta; Meclis tarafından görevden alınmasına kadar geçen süre içerisinde yaptıklarını anlatır. Sanık sandalyesine gönderildiği için şaşırdığını söyler. Eğer Başkomutanlık, Genelkurmay Başkanlığı, Milli Savunma Bakanlığı da bu görüşte ise, hakkında verilecek kararı kabule hazır olduğunu bildirir. Ayrıca bu rütbe ve resmi giysi içinde sanık sandalyesine oturmamak için askerlikten istifasını kabulünü ister.
          Nurettin Paşa Büyük Millet Meclisi Başkanlığına gönderdiği detaylı telgrafta; bir milletvekilinin önergesi ile inceleme ve araştırma yapmadan Ordu Komutanlığından alınmasının kanunsuz olduğunu, Meclis tarafından hakkında verilen karara askerlerin katılmadığının Başkomutan tarafından Mecliste söylenmesinin de kararın usulsüzlüğünü gösterdiğini, Ordu Komutanının görevinin eşkıya takibi olmadığını, bu görevin jandarmaya ait olduğunu, bazı kişi seyahatlerinin sınırlanması olayının, Rum Pontus Hükümeti’nin kurulması ile ilgili olduğunu, Büyük Millet Meclisi tarafından Samsun’a çekilen telgrafta, bu kişilerin Yunanlılara yardım ettikleri bildirilerek haklarında soruşturma yaptırılması istendiğini, Başkomutanlığın onayına sunulan bu araştırmanın henüz sonuçlanmadığını, bu şahıslardan Namlızade Galip Bey’in, Samsun’da Yunanistan lehinde propaganda yaptığı için İstiklal Mahkemesine verildiğini, bu konunun geniş şekilde Büyük Millet Meclisine, Başkomutanlığa, Genelkurmay Başkanlığı’na, Milli Savunma ve İçişleri Bakanlıkları’na sunulduğunu, Merkez Ordu bölgesinde gelişen olaylardan Büyük Millet Meclisi’nin gereği kadar bilgi edinememiş olduğunu savunur.
“Eğer Yüce Meclis olayları bütünüyle bilse; Rum eşkıyasına karşı gösterilen ciddiyeti eleştiri değil, aksine taktir edip, alkışlardı.” dedikten sonra, son olarak Yüce Meclisten verilen kararın düzeltilmesini diler.
          Telgrafların Mecliste okunmasından sonra Merkez Ordu Komutanının, Meclis Başkanlığına bu tür bir telgraf çekip, çekemeyeceği tartışılır. Uzun tartışmalar sırasında Nurettin Paşa’nın telgrafları, kendi parası ile mi? yoksa ordu parası ile mi? çektiği konuşulur. Konuşmaların uzaması üzerine Mustafa Kemal Paşa söz alır)
          MUSTAFA KEMAL PAŞA (Ankara) – Beyler söz konusu olan kişi komutan olması nedeniyle Bakanlar Kurulunu ne derece ilgilendiriyorsa, Başkomutanı da o derece ilgilendirir. Hakkında yapılan araştırma dosyası henüz İçişleri Bakanlığı’ndadır. Bu anlaşmazlık İçişleri Bakanlığı ile bir Ordu Komutanı arasında olduğu için, çözümlemek Genelkurmay Başkanı ile bana aittir.
          Bakanlar Kurulu’nun seçimi ile ilgili kanunda, konu ile ilgili bir bölüm vardır. Kanunun bu kısmı Milli Meclisimizde ilk defa söz konusu olmaktadır. Bu bölümde; “Devam eden isyanları önlemek için askeri kuvvete başvurulur.” deniliyor. Nurettin Paşa’nın merkez bölgesindeki hareketi bundan doğmuştur. Kendisinin kanunsuz harekette bulunduğuna dair şikayetler olmuştur. Ancak çok özen gösterilmesi gereken bir zamanda, ordu komutanının değiştirilmesi için bende yeterli görüş oluşmadı. Genelkurmay Başkanı da bu görüştedir. Bu konuda İçişleri Bakanı ile aramızda anlaşmazlık oluştu. Ben şu düşünceye vardım; karar tarafımızdan yerine getirilecektir.
          (Bir gün sonra, konu Mecliste yeniden gündeme gelir. Usul ile ilgili otuz kadar milletvekili söz alır. Nurettin Paşa tarafından verilen savunmanın Mecliste okunup, okunmaması tartışılır. Bazı milletvekilleri raporun komisyon tarafından incelenmesi ister. Balıkesir Milletvekili Vehbi Bey: “Bir adam dinlenmeden asılmaz, neden dinlemeyelim?” der. Nurettin Paşa’nın savunması Mecliste okunur. Usul görüşmelerinin uzaması üzerine Mustafa Kemal Paşa yeniden söz alır).
          MUSTAFA KEMAL PAŞA (Ankara) -Arkadaşlar eski Merkez Ordu Komutanı Nurettin Paşa, buraya geldikten sonra Başkomutan olmam nedeniyle bana başvuruda bulundu. Diyor ki: “Yüce Meclisin hakkımda verdiği kararın tümü hakkında burada bilgi sahibi oldum. Ancak bunun sebebi ile ilgili aydınlanmış değilim; rica ederim beni aydınlatın.”           
          Yüce Heyetinize anlatılan sebepler ve düşüncelerin özeti, ilgili şubeye gönderilmiştir. Sizlere bu kararı verdiren çeşitli sebepler vardır. Bir tanesi, Samsun’da bazı kişilerin seyahatinin kısıtlanmasıdır.
          Nurettin Paşa bu konu ile ilgili olarak geniş bilgi ve cevap veriyor. Uzun bir rapor yazıp, bana göndermiş. Baştan sonuna kadar okudum. Bakanlar Kuruluna sundum, onlar da okudular. Bu raporun kapsamı ile ilgili belgeleri de sunmuştu. Rapor yaptığı çeşitli çalışmalarla ilgiliydi. Bu çalışmaların tamamı başlı başına önemlidir: Pontus ve benzerleri gibi.
          Bende oluşan görüş şudur ki; Yüce Heyetinizce verilen karar biraz ağır olmuştur. Nurettin Paşa’nın raporlarını inceleyen heyetin başkan ve üyeleri ile görüş alışverişinde bulundum. Onlar da kararın ağır olduğunu söylediler.
          Arkadaşlar, Nurettin Paşa tarafından sözü edilen olaylar ile ilgili araştırma yapılmadan, mahkemeye verilmesi kararlaştırılmıştır. Uygun görürseniz bu kararı değiştiriniz. Yine bu belgeleri,  araştırma yapan heyete gönderiniz. Olay derinlemesine araştırılsın. İçişleri Bakanı’nın sizlere önerisi, Samsun’daki seyahatleri engellenen kişiler nedeniyle görevden alınması ile ilgiliydi. Gereken yapılmıştır. (Bu sırada, Trabzon Milletvekili Hafız Mehmet Bey’in; “Memleket halkını namussuzlukla suçluyor, bunlar arasında ben de varım!” demesi üzerine). Oturunuz, konuşalım; sanıyorum bu söz rapor okunurken yanlış anlaşılmış olmalı.
(Mustafa Kemal Paşa’nın konuşmasından sonra söz alan milletvekillerinden bazıları kararın yeniden gözden geçirilmesini ister. Nurettin Paşa hakkında ilk önergeyi sunan Erzincan Milletvekili Emin Bey’in, bu kez mahkeme kararın değiştirilmesi için verdiği önerge, oylanarak kabul edilir.
Daha sonra Nurettin Paşa’ya 1. Ordu Komutanlığı önerilir. Görevi kabul edip, İsmet Paşa’nın emrinde çalışmaktan onur duyacağını söyler).[2]
    

 TARİH: 6 MART 1922
 BAŞKOMUTAN MUSTAFA KEMAL PAŞA’NININ ASKERİ DURUM İLE İLGİLİ YAPTIĞI AÇIKLAMA:

           MUSTAFA KEMAL PAŞA (Başkomutan) (Ankara) – Arkadaşlar, bu akşam cepheye hareket edeceğim. (Allah selamet versin sesleri.) Yüce Heyetinize veda etmek için geldim. (Allah muvaffak etsin!) Bu nedenle askeriyenin durumu ile ilgili bilgi sunmak istiyorum. (Teşekkür ederiz sesleri.) Bildiğiniz gibi Sakarya Meydan Savaşı’ndan sonra ordumuz, düşmanı batı yönünde izlemeye başladı. Bu hareket Eskişehir, Seyitgazi ve Afyon genel hattının doğusuna kadar uzatıldı. Bunlar süvari birliklerimizle, onlara yardımcı olmak için ileriye gönderilmiş bir kısım birliklerdi. Bu hatta gelindiğinde saldırı hareketini durdurduk. Saldırıyı devam ettirmek için birtakım eksiklerimiz vardı. Onu tamamladıktan sonra devam etmeyi uygun bulduk.  
          Düşmanın Söğüt, Eskişehir arasında bir tümeni bulunuyordu. Eskişehir’in doğusunda, Seyitgazi yöresinde dört tümeni ile, onun daha güneyinde nasıl hareket edeceği belli olmayan iki tümeni vardı. Demek ki düşman Eskişehir ve Afyon’da bir grup oluşturmuştu. Bu iki grup arasında da bazı birlikleri vardı.
Biz de ordumuzu bu düşman cephesinin tamamen karşısında olacak şekilde: Kuzeyden güneye doğru Afyon - Eskişehir- Ankara demiryolu hattı ile Afyon- Konya demiryolu hattı arasındaki sahaya yerleştirdik. Yine bildiğiniz gibi, verdiğimiz karar devamlı saldırı idi. Duraklama, ancak saldırı için ihtiyacımız olan araçları karşılamak amacına yöneliktir.   
          Çok gerekli olanların tamamlanmasına kadar geçen zamanda kışın gelişi, ikinci bir ihtiyacın doğmasına neden oldu. Üzülerek söylüyorum ki, özellikle elbise ihtiyacı vardır. İstenilen sayıda tamamlanamadığı için, saldırıyı ertelemek uygun görüldü.
          Düşmanın durumuna gelince: Onlar da üç tümeni ile Eskişehir - Seyitgazi hattında bulunuyordu. Dört tümeni İznik yöresine göndermişti. Afyon’da beş, Dumlupınar’la İslamköy yöresinde bir, Çivril’de bir tümeni vardı. Bundan yirmi gün önceye kadar tarafların durumu böyleydi.
Bu sırada İstanbul’da ve Avrupa’da bir kısım politik fikir hareketleri görülüyordu. Düşman, lehimizde olan dünya kamuoyunu, kendi lehine çevirme çabasındadır. Türk ordularının şu zamana kadar elde ettiği genel güven yerine, kendi ordularının güçlü olduğunu dünyaya göstermek için politik bir hareket yapmaya çalışmaktadır.
          Düşman Eskişehir’de topladığı kuvvetlerle doğu yönünde, yani Ankara yönünde bir baskın yapabilir. Bununla Ankara’yı gereksiz telaş ve heyecana düşürmek ve halkta karışıklık çıkarmayı isteyebilir. Durum aleyhimizde olmasına rağmen bunu kabullendik. Düşmanın doğuya doğru sarkma hareketine güvenle karşı koyacağımız önlemler alınmıştır. Aleyhlerine sonuçlanacağı kuvvetle söylenebilir. (İnşallah sesleri) Düşmanın saldırısına karşı, saldırıyla cevap verilecektir. Onların mevzilerinden çıkmaları, bizim için yararlı olabilir. Özet olarak düşman, şubat ayında önemli miktarda savaş malzemesi çekmiş ve on altı, on yedi yaşındakileri askere almıştır.          
          (Bu sırada Isparta Milletvekili Cemal Paşa’nın bir sorusu üzerine) Afyon karşısında gerektiğinde savunmada kalacak,  gerektiğinde karşı saldırıya geçecek şekilde kuvvetli bir grup oluşturduk. Düşman durumu görünce bizim saldırıya geçeceğimizi sanmış olabilir.
          Efendiler, düşman Sakarya’daki insan ve malzeme kaybını, yeniden tamamlamıştır. Özellikle İngilizlerden çok fazla yardım görmeye devam etmektedir. Allah’a şükür bizim ordumuz şu dakikada bile, düşmanın her türlü saldırısına güvenle cevap verecek kuvvet ve yetenektedir. (İnşallah sesleri) Ancak şu durumda düşman ordusuna karşı eksiklerimizin tamamlandığını söyleyemeyiz. İnşallah eklentiler yaparak onun da üstesinden geleceğiz. Saldırıya geçmek için henüz yapılacak çok işimiz vardır.
          Efendiler, düşmanların Türkiye üzerindeki sonu gelmeyen isteklerinin ne kadar önceye dayandığını açıklamak istiyorum. Bildiğiniz gibi Avrupa’nın önemli devletlerinin bir kısmı Türkiye’nin gerilemesi ile kurulmuşlardır. Eğer kuvvetli bir Türkiye var olsaydı, denilebilir ki İngiltere’nin bugünkü politikası olmayacaktı. Viyana’dan sonra Budapeşte ve Belgrat’ta yenilmeseydi, Avusturya ve Macaristan politikası oluşmayacaktı. Fransa, İtalya, Almanya aynı kaynaktan doğmuş olan politikalarına kuvvet vermişlerdir. Efendiler, bir şeyin yok olması ile yükselenler, zarar görmüş olanları güçsüzleştirir. Gerçekte Avrupa’nın ilerlemesine, yükselmesine ve medenileşmesine karşılık, aksine Türkiye vadiye yuvarlanmıştır. Türkiye’nin ortadan kaldırılmasında çıkarı olanlar birleşmişlerdir.
Avrupalılar Türkiye’yi düzeltme, medenileştirme gibi bir kısım bahanelerle İçişlerine girip, söz geçirmişlerdir. Bunun etkisi altında kalan milletin, özellikle yüksek makamlardaki devlet görevlilerinin, düşünme yetenekleri bozulmuştur. Yaşamak, vatanı geliştirmek, insan olmak için kesinlikle Avrupa’dan öğüt almak gereğine inandılar. Sonuçta; bütün işlemleri Avrupa’nın istekleri doğrultusunda düzenlemek görüşü hakim oldu. Oysa ki hangi bağımsızlık vardır ki, yabancıların planları ile yükselir. Tarih bu tür bir olay kaydetmemiştir. Efendiler bu düşme, bu gerileme sadece maddi olsaydı hiç bir önemi yoktu. Üzülerek söylüyorum, Türkiye ve halkımız ahlaken çöküyor. (Bravo sesleri) Bu durum incelendiğinde görülür ki, Türkiye doğu maneviyatı ile başlayan ve batı ile sona erdirilen bu yol üzerinde bulunmaktadır. Türk halkının nasılsa başına geçmiş olan bir kısım insanlar, galip düşmanlar karşısında Türkiye’yi etkisiz ve çekingen bir halde tutmuşlardır.
Türkiye düşünürleri kendi kendilerini adeta aşağılıyorlardı. “Biz adam değiliz ve olamayız. Kendi kendimize adam olmamıza imkan yoktur. Kayıtsız şartsız canımızı, tarihimizi, varlığımızı dost Avrupalılara bırakmak gerekir. Bizi onlar idare etsin.” diyorlardı. İzzet Paşa’yı hatırlatmak isterim. Bildiğiniz gibi Balkan savaşından sonra vicdanı, kafası zayıf olanlar, bu milletin artık kurtuluşa ulaşamayacağı görüşünde idiler. Bunların başında İzzet Paşa vardı. İzzet Paşa o zaman dedi ki; “Biz kendi kendimizi adam edemeyiz. Bunun için kayıtsız şartsız dışarıdan heyet getirip, bu görevi onlara verelim.” Onun seçimi sonucu Liman Von Sanders başkanlığında bir heyet, milletimizin başına getirilmiştir.
          Efendiler, Türkiye’yi bu bozuk yollardan, batmaya gönderen bu vadiden kurtarabilmek için düşünen beyinlerin buldukları bir gerçek vardır. O da Türkiye’nin yeni düşüncelerini inançla yaymak gereklidir. Türkiye’yi düştüğü çıkmaz yoldan kurtarabilmek için, millete kişiliğini ve saygınlığını tanıtmalıyız. Hayat ve bağımsızlığı için çaba göstermeye yeterli olduğunu anlatıp, yeni bir maneviyatla gelişmesini sağlamak gereklidir. Bu aslında hükümet teorisinin değişmesi ile mümkün olabilir. İşte bugün milletimiz ve milletimizin gerçek temsilcisi olan Yüce Heyetiniz, ilmen gerçekleri keşfetmiş bulunuyor. İnanınız ki yurdu ve milleti kurtarmak için bundan başka çıkar yol yoktur. Millet ve devlete hayat verecek olan bu yenileşmedir. Bu nedenle bütün yurdun canıyla, başıyla buna sarılması gerekmektedir. Bütün milletin bu uğurda son nefesine kadar kararından dönmemesi gerekir.
          Bu sözlerimden sonra var olan savunma vasıtalarımızı hatırlatmak isterim. Efendiler, bizim üç savunma vasıtamız vardır. Bunlardan biri ve en önemlisi, doğrudan milletin kendisidir. Millet bu isteğin gerçekleşmesindeki inançlı kararını göstermeyi başarırsa, düşmanlarımızın saldırılarına karşı o kadar kuvvetli oluruz. İkincisi; bu milletin gerçek yetkili temsilcilerinden oluşan Yüce Heyetinizdir. Yüce heyetiniz, bütün dünyaya karşı dayanışma ve birlik içinde olmalıdır. Üçüncü vasıtamız; yine milletin silahlı evlatlarından oluşan ve düşman karşısında toplanmış bulunan ordumuzdur.
Bu cepheler, bildiğiniz gibi ikiye ayrılabilir. İç cephe (dahili cephe) ve dış cephedir (zahiri cephe). İç cephede esas olan, bütün halkın aynı düşünce ve inançla birlikte kurdukları cephedir. Dıştaki cephe ise, ordumuzun düşman karşısındaki cephesidir. Dıştaki cephenin sarsılması, bozulması, çözülmesi, yenilmesi hiç bir zaman bir milleti, bir yurdu mahvedemez. Bunun fazlaca önemi yoktur. Asıl önemli olan, yurdu temelinden yıkan ve halkını tutsak eden, iç cephenin düşmesidir. İşte bu gerçeği bizden önce bilen düşmanlarımız ki, en başta İngilizler, asıl bu cepheyi yıkmak için iki-üç yıldan bu yana, çalışmaktadır. (Kahrolsun sesleri)
 “Kale içeriden yıkılır.” İşte düşmanlarımız da bizi içimizden yıkmaya çalışıyorlar. Bizce bilinen ve bilinmeyen zehirli girişimleri gerçekten korkunçtur. Efendiler, hiç kuşkusuz diyebiliriz ki, her birimizin şahıslarına dokunacak mikroplara ve araçlara sahiptirler. Üzülerek söylüyorum ki düşmanlarımız bu yolda hiçbir özveriden sakınmıyorlar. Türkiye’nin yok olması, kendi hayatları kadar önemlidir. Tek amaçları milli girişimlerimizi ve iç cepheyi yıkmaktır.
Önemli olduğu için söylemeliyim ki, Güneydoğu cephemizde bir Kürdistan olayı ortaya çıkarıp, oradaki suçsuz halkın kafasını karıştırıp, genel birliği bozmak için her türlü girişimde bulunmuşlardır. Kuşkusuz Hükümetimiz konu ile ilgili olarak gerekli önlemi almıştır.
Efendiler, gerek içteki cephenin, gerekse ordunun kuvvet ve maneviyatını sağlamak görevi, Yüce Heyetinizindir. Ne kadar birlik ve dayanışma içinde, ilerisini düşünerek hareket edersek, iç ve dış cepheler o kadar güvenilir olur. Şu zamana kadar Yüce Heyetiniz, yurdun ve milletin istediği olgunluk ve saygınlıkla hareket etmektedir. Böyle olmakla birlikte düşmanlarımız, beynimizde oluşan en küçük bir anlaşmazlıktan dahi yararlanma yollarını aramaktadır. Bu konu ile ilgili Dışişleri Bakanlığı dosyalarını dolduran birçok raporlar vardır.
          Arkadaşlar, savaşın gelişmesine göre cephede bulunacağımdan, yaklaşık bir ayı aşkın süre sizlerden ayrı kalacağım. (Allah muvaffak etsin sesleri) Bu süre içerisinde ümitsizliğe sebep olacak açık tartışmalardan kaçınılmasını, özellikle Yüce Heyetinizden rica edeceğim. Ordunun moral gücünü kötü etkileyecek bazı konular vardır ki, ayrılırken bu konuları sizlere sunacağım.         
          Benim yokluğumda özel kalem olayı söz konusu edilmiş. Bilindiği gibi Meclis Başkanlığı’nın kendine ait özel kalemi vardır. Sanılmış ki, Meclis Başkanlığı’na milletten gelen yazılar özel kalemde yok ediliyor. Bu doğru değildir. Bildiğiniz gibi Başkanlık Makamında oturan kişi aynı zamanda Yüce Meclisin Başkanıdır. Meclisin işlemleriyle ilişki içindedir. Diğer yandan Bakanlar Kurulunun da doğal başkanıdır. Son zamanlarda Başkanınıza bir de Başkomutanlık yetkisi verdiniz. Bu sebeple de ordunun işleriyle ilgilidir. Bu üç konuda birçok yazışma, doğrudan Başkanlık Makamına gelir. Eğer bunların tamamını Yüce Heyetinize sunarsak veya komisyonlara gönderirsek, ordu ve Bakanlar Kuruluna ait işler, bütünüyle durur. Başkanlık Makamına seçtiğiniz kişiye güveniniz olmalıdır. Başkan gelen yazıları ilgili makamlara gönderir. Doğrudan Yüce Meclise ait ise, Başkatipliğe gönderilir. Orduya ait ise olayın özelliğine göre Milli Savunmaya veya Genelkurmaya gönderilir. Bu yazışmaların kolaylıkla yapması için özel kalemi vardır. Özel kalem, Başkanın güvendiği insanlardan oluşur. Ben burada bulunmadığım zamanlar Başkanlık görevini yapacak kişi İkinci Başkandır.
          (Mustafa Kemal Paşa konuşmasının bu kısmında komisyonlardan çıkıp meclise gönderilmiş olan kanun tasarıları ile ilgili detaylı bilgi verir. Daha sonra milletvekilleri tarafından sorulan soruları yanıtlar).
          MUSTAFA KEMAL PAŞA - Efendiler, Sakarya Savaşı’na benzer bir meydan savaşı yapacağız. Bu meydan savaşında Yunanlıları yurttan kesinlikle çıkarabiliriz. Düşmanın saldırısını karşılamak için her türlü önlem alınmıştır. Ankara’ya doğru ilerlemesine karşı alınacak önlemler kararlaştırılmıştır. En çok kuşku duyulan düşmanın süvarisidir. Beş süvari tümeni olduğuna ait haberler vardır. Ancak bir süvari tümeni vardır. Kuvvetlerini artırmak için planlananın ancak yarısını getirtebilmiştir. Süvari kuvvetlerimiz onlardan üstündür.
          “Düşmanın Samsun yöresine çıkarma yapması söz konusu olabilir mi? Çıkarma hareketi yapıldığında buna karşı önlem alındı mı?” deniliyor. Buradan kuvvet alıp çeşitli sahillere çıkarma yaparsa, meydan savaşını kazanmamızda bize yardım etmiş olur. Çıkarma olursa, karşı koyacak kuvvetlerimiz o yörede bulunmaktadır.
          Efendiler, sözlerime son verirken, hepinize içtenlikle esenlikler diliyorum. (Allah muvaffak etsin sesleri) Ancak benim başarım; Yüce Heyetinizin ve temsil ettiğiniz bütün milletin, bana olan güvenine ve bunun devamına bağlıdır. (Alkışlar).
          (Mustafa Kemal Paşa’nın konuşmasında Bağımsızlık Savaşı sonuna kadar geri bırakılmasını istediği kanunlarş; Orduya alınacak subaylar ile, askeri terfi kanunlarıdır. Bu kanunlarla ilgili söz alan milletvekilleri Paşa’yı kıyasıya eleştirir. Mersin Milletvekili Selahattin Bey: “Paşa’nın görüşü kendisine aittir. Söylediklerinin tartışılmadan kabulü doğru değildir. Burada millete emredilemez, aksi halde Meclisin ortadan kaldırılması gerekir. Paşa, Meclisin karar verdiği her şeyi yapmaya mecburdur.”der.  Erzurum Milletvekili Avni Bey ise yaptığı konuşmada şunları söyler: “Efendiler, gerek ordu ve gerek Meclisin tek dayanağı; birincisi Allah, ikincisi halkın güveni, üçüncüsü de ordudur. Burada kim kendisine milletvekillerinden daha yüksek, daha yurtsever derse, ben onu vatan haini sayarım. Paşa burada emrettiler ki; şu, şu kanun çıkarsa, Başkomutanlık, Milli Savunma bunu yerine getirmeyebilir. Rica ederim, emri burası verir. Bir erin, bir subayın ihtiyacını ben de kendileri kadar anlarım. Öğütlerini bize değil, erlere, subaylara versinler. Beyler Paşa Hazretlerini ancak emrimizi dinlediği zaman severiz, aksi halde parçalarız.” (Bravo sesleri)     
          MUSTAFA KEMAL PAŞA (yeniden söz alır): Efendiler, ileri sürdüğüm öneriler hiç bir zaman emir anlamında anlaşılmamalıdır. Eğer böyle olsaydı bunun tartışılması için sizlere başvurmaya gerek kalmazdı. İstenilen konuların kabulü veya kabul edilmemesi oylarınıza bağlıdır. Bunun için emir söz konusu değildir. Yüce Heyetinizin duygularından, ahlakından, milli ilkeleri korumadaki kararlılığından kuşkum yoktur. Kuşku uyandıracak bir söz de söylemiş değilim. Ancak bilinmelidir ki, uygulanma imkanı olmayan bir şey yapılamaz.          

        
TARİH: 6 MAYIS 1922
 BAŞKOMUTANLIK KANUNUNUN ÜÇÜNCÜ DEFA UZATILMASI SIRASINDAKİ TARTIŞMALAR VE MUSTAFA KEMAL PAŞA’NIN YANITLARI:

          MUSTAFA KEMAL PAŞA (Başkomutan) - Efendiler, Başkomutanlık Kanunun uzatılması nedeniyle Perşembe günü yapılan görüşmelerde, rahatsız olduğum için bulunamadım. Görüşmelerin yarım kalması,  konuyla ilgili bilgi sahibi olmamı sağladı. Söz alan arkadaşların bütün konuşmalarını gözden geçirdim. Verilen oyları bile inceledim. Bunun için oturumda bulunmuş kadar bilgi sahibi oldum.
          Efendiler, Başkomutanlık Kanunu’nun yapıldığı günü hep birlikte hatırlayalım: Yunan ordular Ankara’ya doğru yürümekte idi. Ordumuz Sakarya gerisine kadar gelmişti. Yüce Meclisiniz düşman ordusunu durdurmak için önlem almak zorunda kaldı. Bu önlem sonucu Başkomutanlık kurulmasını ve ona yeterli yetki verilmesini kabul etti. Başkomutanlık Kanunu yapılarken, bu kanunun üç ay yürürlükte kalmasını Yüce Meclise öneren bendim. Üç ay sonra uzatılması veya kaldırılması Yüce Heyetinizde tartışıldı. Kanunun uzatılması çoğunluk oylarıyla kabul edildi. Ancak kanunun başlangıcından bu yana bundan şikayet edenler vardı. Ben kesinlikle gereksiz bir makamın devamından yana değilim. Ancak izin verirseniz son görüşümü söylemeden önce, olayın niteliğin açıklamak için birkaç söz söylemek istiyorum. Bu arada buna gerek olmadığını söyleyenlere de yardımcı olmak isterim. Örnek olarak Erzurum Milletvekili Salih Efendi yaptığı konuşmada;  “Mustafa Kemal Paşa bu hakkı bizden zorla almak istiyorsa kendisini küçültür. Açıkça bize verilmiş olan hakkımızı kendisine verirsek, aptalız.” demiştir.
          Efendiler, Başkomutanlık Kanunu’nun kabulü söz konusu olduğu ilk gün bu kürsüde söylenen sözleri hatırlayalım. Ben hiç kimseye beni Başkomutan yapınınız, bu yetkileri bana veriniz demedim. Aksine bütün Meclis bana kesinlikle Başkomutan olacaksın dedi. Bugün en çok şikayet eden arkadaşlarım, bu kürsüden yüksek sesle: “Başka çözüm yolu yoktur. Başkanımızı Başkomutan yapalım, ordumuzla birlikte zafere gidelim.” diye haykırdılar.
          Arkadaşlar, açık konuşacağım, beni bağışlayınız;  her birinizin üstün yetkilerle seçilerek, bütün yurdun yazgısına el koymasına herkesten çok ben çalıştım. (Doğru sesleri) Pek çoğunuz bilirsiniz ki, bunun için en yakın arkadaşlarımla görüş ayrılığına düştüm. Bunu gerçekleştirebilmek için bütün hayatımı, varlığımı, şeref ve haysiyetimi tehlikeye attım. Demek oluyor ki; bu benim eserimdir. Ben eserimi alçaltmakla değil, yükseltmekle görevliyim. “Meclisin hakkını zorla ele geçirmek” sözünü reddeder ve olduğu gibi Salih Efendi’ye iade ederim. Böyle bir şey söz konusu değildir.       
           Efendiler, Başkomutanlık konusunun gizli oturumda görüşülmesinin uygun olacağı yolunda bir önerge verilmiş. Bu da yanlış yoruma uğramış ve konunun açık oturumda görüşülmesi istenmiş. Afyon Milletvekili Mehmet Şükrü Bey, gizli oturumda gerçeğin milletten gizlenmek istendiğini söylemiş. Bir defa, Türkiye Büyük Millet Meclisi, yalnız yasama görevi olan bir meclis değildir. Yürütme yetkisine de sahiptir. Bu aşamada devletin her türlü işleriyle ilgili kararlarını, zamanından önce açıkça söz konusu etmek ve herkese duyurmak dünyanın neresinde görülmüştür? Özellikle konu düşman karşısında bulunan bir ordunun Başkomutanı ile ilgili olursa, açık oturumda lehte olduğu gibi aleyhte söylenen sözleri düşmanın duymasında yurdun çıkarı var mıdır?
          Bizim Meclisimiz dünyanın en demokrat meclisidir. Ben vicdanen Yüce Meclisinizi oluşturan üyelerin her birinin görüşlerini söyleyip, eleştirilerini yapmasını isterim. Başkomutanın ordu üzerinde, özellikle düşman üzerinde etki ve nüfuzunun çok büyük olması gerekir. Hatta, Hüseyin Avni Bey’in burada söz konusu ettiği rahatsızlığımın bile, düşman tarafından işitilmesi sakıncalıdır. Buna ne gerek vardı? Olabilir ki düşman benim rahatsızlığımı duyar ve üç beş gün sonra saldırıya geçer. Biz Kralın hasta yattığını öğrenmek için casus kullanırız. Görüyorsunuz ki konunun gizli oturumda görüşülmesinde maksat, Mehmet Şükrü Bey’in dediği gibi, hiç bir vakit gerçekleri milletten gizlemek değil, düşmandan gizlemektir. Keşke, açık oturumda sakınca olmasaydı da, Mehmet Şükrü Bey, istediklerini kürsüden bağıra bağıra söyleseydi. Ben de Mehmet Şükrü Bey’in sözlerindeki anlamı ve gizli amacını millete açıklasaydım. Şükrü Bey bilsin ki, millet onun gibi düşünmüyor. Onun dediği gibi komedya oynamıyoruz. Biz buraya komedya için toplanmadık. Beyler, komedya oynayan ve oynatan Şükrü Bey’in kendisidir. (Bravo sesleri) Kanunun pençesinden ne kadar büyük bir alçalma ile kurtulduğunu unutacak kadar çok zaman geçmemiştir.
          Efendiler, Hüseyin Avni Bey, Başkomutanlık Kanunu aleyhinde konuşurken, Yüksek Meclise: “Bu tutumla milleti rezil edeceksiniz.....Miskinler.” demiş. “Görevler şahıslara bağlı değildir. Şahıs yoktur, millet vardır...” gibi sözler kullanmış.
          Gerçi asıl olan millettir, toplumdur. Onun da genel iradesi Mecliste kendini gösterir. Bu her yerde böyledir, ancak şahıslar da vardır. Meclis, memleket ve devlet işlerini şahıslarla yapmaktadır. Her devletin işlerini yürüten şahıslar meydandadır. Anlamsız bir takım düşüncelerle gerçeği inkarın yeri yoktur.
          Efendiler, Hüseyin Avni Bey, iki de bir konuşmamı kesiyordu. Bu yüzden kendisine “Ne zır zır ediyorsun!” şeklinde ağır uyarıda bulundum. Meclisin mahalle kahvesi olmadığını, milletin Kabe’si olan kürsüye saygılı olmasını istedim.
          Selahattin Bey bize, saldırıya geçip geçmeyeceğimizi sormuş. Biz de “Saldıracağız.” demişiz. Kendisi aksini iddia etmiş ve dediği olmuş.
          Oysa ki, saldırının ertelenme nedenlerini yeri geldikçe yeterince açıkladığımızı sanıyorum. Tekrar edeyim; Sakarya Savaşı’ndan sonra saldırıya devam edemeyecek durumdaydık. Bu sırada kış bastırdı. Kış bastırınca ihtiyaçlarımızı sağlayamadık. Bu durumu gizli olarak arkadaşlara söylediğimi sanıyorum. Ancak bunu bütün dünyaya ilan edemezdik. Hiç şüphe yok ki, ordumuzu layık olduğu yere getireceğiz. Yineliyorum, saldırı yapacağız, düşmanı vatanımızdan kovacak ve uzaklaştıracağız. Bu kararımızdan dönmeyeceğiz.
Ayrıca Selahattin Bey demiş ki; “Ordu güç bakımından en yüksek seviyeye gelmiştir.” Evet, ordumuz mükemmeldir, ancak istenilen seviyeye gelmemiştir. Asker kökenli olan bu arkadaşın, ordunun iç yüzünü bilmesi gerekir. Halbuki Selahattin Bey, bundan çok uzaktır. Genelkurmay Başkanından, ordu komutanlarına, kolordu komutanlarına kadar böyle söylemiyorlar. Onlar bu orduyu sen idare edeceksin, diyorlar.
         Daha sonra kendisi; “Bizim başlıca görevimiz siyaset yapmaktır.” diyor. Hayır beyler, bizim asıl en önemli görevimiz siyaset yapmak değildir. Bizim ve bütün milletin bugün için tek görevi, topraklarımızda bulunan düşmanı süngümüzle kovmaktır. Bunu yapmadıkça, siyaset anlamsız bir sözden ibaret kalır. Bir dakika için, Selahattin Bey’in sözlerini doğru kabul edelim. Bu sözün Başkomutanlık Kanunu ile ne ilgisi vardır? “Bugün milleti yaşatacak savaş değildir.” diyorlar. Anlaşılıyor ki, bir engelleme ve zıtlaşma düşünülmektedir. Ben de milli hedefe ulaşabilmek için tek çıkar yolun savaşta başarılı olmaktan geçtiğini söylüyorum. Bütün kaynaklarımızı ve desteğimizi orduya vereceğiz. Gücümüzü dünyaya tanıtacağız. Ancak ondan sonra bu milleti insan gibi yaşatmak mümkün olacaktır. 
          Deniliyor ki: “Bugünkü askeri durumun gerektirdiği masrafları incelemek için, Başkomutanlığın varlığı bir engeldir.” Efendiler, bu doğru değildir. Başkomutan, Meclisin mali kaynaklarının incelenmesine ne zaman engel olmuştur? Gelir kaynaklarımızla ne yapabileceğimiz konusundaki endişe, belki herkesten çok beni uğraştırmaktadır. Yalnız ben ordumuzun varlık ve kuvvetini paramıza göre ayarlama görüşünü kabul edenlerden değilim. “Paramız vardır ordu kurarız, paramız bitti, ordu dağılsın...” Benim için böyle bir şey yoktur. (Alkışlar) Beyler, para ister olsun, ister olmasın, ordu vardır ve olacaktır. (Alkışlar)
Bu konuda bir hatıramı aktarayım. İlk defa bu işe başladığım zaman, en akıllı ve düşünür geçinen bir takım kimseler: “Paranız var mıdır? Silahınız var mıdır? ” diye sordular. “Yoktur” dedim. “O halde ne yapacaksın?” dediler. ”Para olacak, ordu olacak ve bu millet bağımsızlığına kavuşacaktır.” diye yanıtladım. Görüyorsunuz ki hepsi oldu. (Şiddetli alkışlar)
Bir takım efendiler de: “Başkomutan millete angarya yaptırıyor.” demişler. Kanunun ülkede angaryayı yasakladığını söylemişler. Bu doğrudur, ancak ihtiyaç ve tehlike bize her şeyi yasal gösteriyor. Ordunun ihtiyaçları, millete angarya yaptırmayı gerektiriyorsa bunu yapıyoruz. Bugün için en doğru kanun budur. Milletin ve ordunun yenilenmesi için kanun buna engeldir diye, gerekli gördüğümüz önlemi almaktan çekinmeyeceğim.
          Kara Vasıf Bey de: “Her yerde başkomutan vardır, fakat başkomutanlık için ayrı bir kanun yoktur. Eldeki askeri kanunlar, her komutanın olduğu gibi, başkomutanın da görev ve yetkilerini belirtir ve sınırlandırır.” demişler.
          Bilinmektedir ki, devletler birbirlerinden farklı idare edilirler. Başlarında krallar, imparatorlar, padişahlar bulunabilir. Bazılarının başında cumhurbaşkanı vardır. Böyle ülkelerde başkomutan, devletin başında bulunan kimsedir. Bu kimse başkomutanlık görevini ya kendisi yapar, yahut birini vekil atar. Bizim bugünkü hükümet şeklimize göre, başkomutanlık yetkisi Meclisin manevi şahsiyetinde toplanmıştır. Kral, padişah ve imparatorun buyurduğuna “irade” denildiği gibi, Meclisten çıkan milli iradeye de “kanun” adı verilir. Bir meclisin olağanüstü bir zamanda kendisine olağanüstü görev verdiği başkomutan; Askeri Ceza Kanunu ile İç hizmet yönetmeliği çerçevesinde kalamaz.
Kara Vasıf Bey; “Başkomutanın da görev ve yetkilerini ilim tayin ve tespit eder.” demiş. Askerlik ilim ve teknikleri; başkomutan olacak kimsede bulunması gerekli nitelikleri sıralar, açıklar ve öğretir. “Başkomutanlık niteliklerini taşıyorum.” diyen bir kimsenin o konuma kendiliğinden gelebilmesinin anlamı ise büsbütün başkadır. Onun adına “Diktatör” denir. Başlangıçta Başkomutanlık için ayrıca kanuna gerek olduğunu düşünmemiştim. Arkadaşlar bunun gerekli olduğunu söylediler, Meclisten bu şekilde çıkarıldı.
          Ayrıca: “Başkomutan, cephenin gerisindeki işlerle uğraşmasın.” demişlerdir. Bu düşünce yanlıştır. Cephedeki insan sayısı, yiyeceği, giyeceği, silah ve cephanesi ile ilgilenen Başkomutan, elbette bütün bunların gerisinde bulunan kaynaklarla da ilgilidir. Kara Vasıf Bey’in ileri sürdüğü düşünce nerede görülmüştür? Gerçi hem cephe, hem de gerideki birçok işlerle uğraşmak güçtür. Üzerlerine büyük işler almamış insanların bu konudaki kararsızlıkları çok görülmemelidir. Bakınız size bir örnek vereyim. Çok acemi komutanlar gördüm. Söz gelişi, bir tümen komutanı yeni kolordu komutanı olmuş. Henüz deneyim edinmeye zaman bulamadan, güç durumlar karşısında kalmış. Görevi boyunca bir tümene alışmış iken, düşman karşısında iki veya üç tümene birden komuta etmek zorunda kalınca, kararsızlığa düşmesi ve güçlüklere uğraması doğaldır. Bu komutan, gözden uzak mevzilerde yer alan iki üç tümenin savaşını idare etmek zorunda kalınca, kendi kendine sorar. Ben hangi tümenin yanında bulunayım? Onun mu? Bunun mu? diye kuşkuya düşebilir. Ne orada bulunacaksın, ne de burada. Öyle bir yerde bulunacaksın ki, hepsini idare edeceksin. O zaman da: “Ben hiç birini gerektiği gibi göremem.” der. Doğal olarak gözlerinle göremezsin, ancak akıl ve sezginle görmen gerekir.
          Vasıf Bey bir konuşmasında demiş ki: “Biz Sakarya Savaşından sonra, işte hâlâ kıpırdayamadık.” Bu söz bazılarının “bravo” sesleri ve alkışlarıyla karşılanmış. Efendiler buna kahroldum. Ordunun kıpırdayamayacağını iddia eden bilgisiz birinin sözlerini alkışlamak, gerçekten çok üzücüdür. Rica ederim, bunu burada gömelim, kimse işitmesin!
          Diğer yandan; başka devletlerde, Başkomutanın istediği şeyleri hükümete bildirdiğini ve Hükümetin bunları anında yerine getirdiğini söylüyor. Normal koşullarda doğrudur. Hükümetten para istediğinde, anında verilir. Ancak üzülerek söylüyorum bizim şartlarımız öyle değildir. Hükümet istenileni verecek durumda olmayabilir. Gerçekten biraz önce telgraf başına çağırdılar. Batı cephesi Komutanı diyor ki; “Bu haftaki yiyecek içecek parası henüz gelmemiştir. Telgraf başında cevap bekliyorum.” Şimdi ben ne yapayım? Şu anda nerede para bulursam anında el koyacağım. Ordu bir hafta aç duramaz. Maliye Bakanı para bulacak diye bekleyecek miyim?   
           Selahattin Bey’in vicdanen kuşku duyduğu konu üzerinde bir belge göstermek istiyorum. Kendileri Başkomutanlık Kanunun ikinci maddesi ile Meclisin kanun yapma yetkisinin Başkomutana devredildiğini, bu durumun yasal olmadığını söylemektedir.
          Benim görüşüme göre bu durum kanunsuz değildir. Meclis kanun yapma yetkisinin bütünüyle Başkomutana vermiş değildir. Bildiğiniz gibi,  ikinci madde; Başkomutan, ordunun maddi ve manevi sevk ve idaresini sağlamlaştırmak için gerekli kuvveti Meclis adına kullanmaya yetkilidir. Yoksa kanun yapmak için Başkomutana yetki verilmemiştir. Sadece orduyu güçlendirmek için, Meclise ait olan yetkinin kullanılması kabul edilmiştir. Ancak Meclis bu yetkiyi istediği zaman kaldırabilir. Kanun yapma yetkisinin tamamı Meclise aittir. Elimde bulunan şu belgeye göre; Fransa Meclisi 1916 yılında savaşa girerken bütün yetkiyi Hükümete vermiştir. Yine İngiltere’de 1916 yılında otuz üyeden oluşan bakanlar kurulundan, yalnızca beş bakana her türlü yetki verilmiş, bunlar kanun çıkarmışlardır. Meclis çıkarılan kanunlar için, yeniden görüşme gereği bile duymamıştır. Vatanın, milletin esenliği için gerektiğinde Meclis kanun yapma yetkisini dahi verebilir.                                      
          Efendiler, Başkomutanlığın gereksizliğini kanıtlamak için söylenen sözlerin esasları bunlardır. Benim bu sözlere verdiğim karşılıklar dinlendi. Budan sonra düşünüp karar vermek Meclise düşer. Yalnız bir gerçeği gözler önüne sermek zorundayım. Yüce Meclisin, Başkomutanlığın gereğine inandığından kuşku duymamakla birlikte, muhalefetin hiç bir temele dayanmayan tutumu, Meclis kararının istenilmeyen bir şekilde uzamasına yol açtı. Bunun sonucu Başkomutanlık iki gündür belirsiz bir durumda ve boşluktadır. Şu dakikada ordu, başkomutansızdır. Eğer ben orduya komuta etmekte devam ediyorsam, kanunsuz olarak komuta ediyorum. Mecliste beliren oy sonuçlarına göre, hemen komutadan el çekmek isterdim. Başkomutanlığımın sona erdiğini Genelkurmay Başkanı Fevzi Paşa’ya ve Milli Savunma Bakanına bildirdim. Genelkurmay Başkanı; “Benim de görevim sizinle birlikte bitmiştir” dedi. Fakat önlenmesi imkansız bir felakete meydan vermemek için düşman karşısında bulunan ordumuz başsız bırakılamazdı. Bunun için bırakmadım, bırakamam ve bırakmayacağım.
          (Başkomutan Mustafa Kemal Paşa’nın konuşmasından sonra kendilerine sataşıldığı için söz alan milletvekillerinin birkaçı, sözlerinin yanlış anlaşıldığını, kötü amaçla söylemediklerini savunurlar. Sonunda gereği gibi aydınlanmış olan meclis, yapılan oylamada: 11 ret, 15 çekimser, 177 kabul oyu ile Başkomutanlık Kanunun süresini üç ay daha uzatır
          Üç ay sonra 20 Temmuz 1922 tarihinde Başkomutanlık Kanunu, süresi sona erdiği için yeniden görüşme konusu olur. Bu görüşme gizli değil açık oturumda yapılır. Mustafa Kemal Paşa bu defa Mecliste yaptığı konuşmada der ki: “Artık ordumuzun maddi ve manevi gücü, olağanüstü hiç bir önleme gereksinme duyulmadan milli amacı tam olarak yerine getirecek düzeye ulaşmıştır. Bu bakımdan, olağanüstü yetkilerin devamına gerek kalmamıştır. Başkomutanlık görevimin süresi olsa, olsa Milli Sınırımızın özüne uygun kesin bir sonuca ulaşacağımız güne kadar uzar. Mutlu sonuca güvenle ulaşacağımıza kuşku yoktur. Dünyada, özgür bir birey olabilmek kadar büyük mutluluk var mıdır?...” Bu görüşmelerin sonunda, Başkomutanlığın süresiz olarak Mustafa Kemal Paşa’ya verilmesi kararlaştırılır. Ordunun hazırlıklarının tamamlanması üzerine, saldırının bir an önce yapılmasını emredip Ankara’ya döner. Batı Cephesi Komutanı İsmet Paşa, 6 Ağustos 1922 tarihinde ordularına saldırıya hazırlık emri verir.
          Başkomutan Mustafa Kemal Paşa birkaç gün sonra cepheye hareket eder. Birkaç kişi dışında bütün Ankara’dan gizler. Kendi sözleriyle; “Benim Ankara’dan ayrılacağımı bilenler, buradaymışım gibi davranacaklardı. Hatta gazetelere benim Çankaya’da çay ziyafeti verdiğimi ilan edeceklerdi. 26 Ağustos 1922 sabahı düşmana saldırı için cephe komutanına emir verdim. Bu tarihte Kocatepe’de hazır bulunduk. Sabah saat 5.30 da topçu ateşimizle atış başladı. Saldırımız, baskın taktiğiyle yürütülecekti. Bu sebeple bütün yürüyüşler gece yapılacak, gündüzleri birlikler köylerde ve ağaç altlarında dinleneceklerdi. Düşman ordusunun bütün kuvvetlerini, 30 Ağustosa kadar Aslıhanlar yöresinde kuşattık. 30 Ağustos’ta yaptığımız savaş sonunda (Başkomutanlık Meydan Savaşı) düşmanın ana kuvvetlerini yok ettik. Düşman ordusunun Başkomutanı General Trikopis de esirler arasına idi. Bunun üzerine İngiltere, Fransa ve İtalya’dan ateşkes önerileri geldi.’)

TARİH: 9-10 EKİM 1922
GAZİ MUSTAFA KEMAL PAŞA’NIN MUDANYA KONFERANSI İLE İLGİLİ KONUŞMASI:

          (İtilaf Devletleri temsilcilerinin önerileri üzerine, Gazi Mustafa Kemal Paşa görüşmelerin Mudanya’da yapılmasını kabul ettiğini bildirir. Mudanya Konferansı’na, Başkomutanlık adına olağanüstü yetkiyle Batı Cephesi Orduları Komutanı İsmet Paşa’yı temsilci olarak gönderir).
          GAZİ MUSTAFA PAŞA (Ankara)- İzmir’de Franklen Bouillon ile karşılıklı görüşmede, onları Mudanya Konferansı’na davet ettik. Davet ederken de: “Trakya’da Yunan zulmü devam ediyor, yıkım yapıyorlar, Trakya’nın bir an önce kurtarılıp, bizim hükümetimizin idaresine geçmesi gereklidir.” dedik. Ancak bu durum kesin değildir. Bizim düşündüğümüz hat, Edirne ve Meriç Nehrinin batısı idi. Onlar da bunu başta kabul eder gibiydiler. Sonra da; “Boşaltacağız, ancak teslim söz konusu değildir.” dediler.
          Bizim amacımız Boğazlardan ve İstanbul’dan söz etmeden, Trakya’yı savaş yapmadan düşmandan kurtarıp, buraları Türkiye Büyük Millet Meclisi idaresine almaktır. Yunanlılar ortadan çekildi. Bu kez karşımıza İngiltere, Fransa, İtalya çıkıp: “Eğer daha ileriye hareket edecek olursanız, bize karşı savaş ilan etmiş kabul edileceksiniz.” dediler. Bu durumda ciddi şekilde düşünmek gerekti. Üç devletle bizim savaşmamız kolay kabul edilecek bir durum değildi. Bunun için akılcı çözümlere başvurmak gerekli görüldü.
Şunu da belirtmeliyim ki; Mudanya Konferansı’nı kabul ettiğimiz gün, ordunun hareketi aralıksız devam etmiştir. Bildiğiniz gibi ordumuz İzmir, Bursa ve batısına kadar gitti. İstanbul’a yürümek için gerekli olanlar yapılmıştır. Bir kısım birliklerimiz Çanakkale üzerindedir. Diğer yandan Derince ve Yarımca’ya yaklaşılmaktadır. Konferans, işi uzatır gibi göründüğünden, Ekim ayının 6-7 gecesi birliklerimiz gece yürüyüşü ile Şile’ye ve daha ilerisindeki Riva deresinin kuzeyine gelmiştir. Demek ki, istediğimiz zaman İstanbul’u, Boğazları işgal edecek güçteyiz. Şimdiye kadar yapılan siyasi girişimler sonucu, Fransızlar kuvvetle karşımıza çıkmazlar. İtalyanların da aynı şekilde hareket edeceklerini sanıyorum.
 Ancak İngilizler; kendi ve Yunan kuvvetleriyle, Balkanlardaki diğer kuvvetlerden yararlanıp, bize karşı savaşmak istiyor. Fransızlar, İtalyanlar bizimle birlikte olsalar da İngilizlerin bu hareketini engelleyecek durumda değillerdir. İngilizlere karşı savaşı kabul etmek için, bunun zorunlu hale geldiğine inanmamız gerekir. Yine haksızlığa uğramış olduğumuz için İngilizlerle savaştığımızı, dünyaya da inandırmalıyız. Bu durum gerçekleşirse, Cenab-ı Hakkın da yardımı ile iyi sonuç alırız. (İnşallah sesleri) Harekete başladığımız zaman ilk hedefimiz Boğazlar ve İstanbul olacaktır. İngilizlerin de savaşı öncelikle Meclislerine kabul ettirmeleri kolay değildir. Mudanya Konferansı’ndan sonra asıl barış konferansı olacaktır.
          Mudanya ile yapılan haberleşme doğrudan doğruya benimle yapılmaktadır. Bu haberleşmenin ne kadar zor olduğunu taktir edersiniz. Her gece yarısından sonra saat ikide, üçte, hatta üç buçukta ancak haber alabiliyorum. Son durum anlaşıldıktan sonra, Bakanlar Kurulunun görüşü alınır, daha sonra Yüce Mecliste tartışılıp, kesin karar vermek gerekir. O halde akıl yoluyla olanaklar ölçüsünde sonuç almak için çalışacağız. (Pek doğru sesleri)
          (Bu arada konu ile ilgili birçok milletvekili söz alır. Konuşmacılar daha çok Milli Sınırlar (Misakı Milli) üzerinde dururlar. Bunun üzerine Mustafa Kemal Paşa yeniden söz alır).
          MUSTAFA KEMAL PAŞA (Devamla)- Şimdiye kadar dinlediğim arkadaşların görüşlerini şu şekilde özetlemek isterim: Esas olarak bütün arkadaşlar Milli Sınırları ileri sürmektedir. Bazı arkadaşlarımız Milli sınırlarımıza kavuşmak zorluğu karşısında boş yere karşı koyma yerine, işi kaderine bırakmak gerektiğini söylediler. Bunun için zorunlu olmayan işlere başlanmasını istemiyorlar.
          Bu konularla ilgili kesin karar vermek için iki konuyu akıl süzgecinden geçirmek gerekir. Denilebilir ki; ordumuz düşman ordusunu yenmiştir, bundan sonra yapılacak işler siyaset yoluyla elde edilmelidir. Eğer böyle düşünülürse artık askerlik bitmiştir. Bu durum kabul edildiğinde Mudanya Konferansı ayrıntılarla ilgilidir. (Hayır sesleri) Eğer denilirse ki; henüz askerleri hedeflerimiz vardır. O hedeflere ulaştıktan sonra, siyaset yoluyla elde edilecek sonuçlar daha kuvvetli olur. Bunu hiç vakit geçirmeden Başkomutanlık belirlemelidir. Anlaşıldı ki hedefimiz milli sınırlardır. Amacımızı güvenli şekilde elde etmek için mümkün olan ne varsa yapılacaktır.
Mudanya Konferansı Yunan Ordusunun çekileceği hattı belirlemek içindir. Sadece ordu değil, Yunan Hükümeti de bütün Trakya’yı boşaltacaktır. Otuz veya kırk beş gün içinde Edirne başta olmak üzere, Meriç Nehrine kadar Doğu Trakya, Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümetine teslim edilecektir. Buna karşılık biz de Boğazlardan ve Marmara’dan ordumuzu geçirmeyeceğiz. Şimdilik İstanbul’un teslimini istemedik. Ancak Mudanya Konferansı sonucunda İstanbul’u işgal kuvvetlerinden boşaltacağız. Bunun için on gün sonra barış konferansı toplanması isteniyor. Bunların tamamı ancak orada çözümlenecek konulardır.
          Konferansta görüşülen ve hoşumuza gitmeyen konular vardır. Bu gibi konuların düzeltilmesi için İsmet Paşa’ya emir verdim. İsmet Paşa çok şüpheci bir insandır. Gözümüzden kaçan konuları gündeme getirip, anlamlarını detaylı olarak anlattırır. “Bunun anlamı nedir?” gibi sorularla sonuca gider. Bu konuda bütün çabaların kullanılacağından kuşku duymayın.
(Bir milletvekilinin “Batı Trakya’da ki Müslüman halk ne olacak?” şeklinde ki sorusuna karşılık Mustafa Kemal Paşa; “Türkiye’nin kuvveti bütün dünyadaki Müslümanları kurtarmaya yeterli değildir.” şeklinde cevap verir.) (Alkışlar)
Bu görüşmeler sonucu yapılan oylama ile Mudanya Konferansı delegelerine Meclis adına imza yetkisi verilir. Bir hafta süren tartışmalı görüşmelerden sonra 11 Ekim 1922 tarihinde Mudanya Ateşkes Anlaşması imzalanarak Trakya Anavatana katılır. Lozan’da yapılacak Barış Konferansına Yusuf Kemal Bey’in yerine Dışişleri Bakanlığına getirilen İsmet Paşa Delegeler Kurulu Başkanı olarak gönderilir.)

         

TARİH: 18 KASIM 1922
PADİŞAH VAHDETTİN’İN KAÇMASI VE ABDÜLMECİT EFENDİ’NİN HALİFE SEÇİLMESİ İLE İLGİLİ MUSTAFA KEMAL PAŞA’NIN  KONUŞMASI:
       
(Lozan’da toplanacak Barış Konferansına Ankara Hükümeti ile birlikte, İstanbul Hükümeti de çağrılınca, bu durumda saltanatın kaldırılması gündeme gelir. Mustafa Kemal Paşa onuncu yıl nutkunda bu konu ile ilgili şunları söyler: “Bir gün Bakanlar Kurulu Başkanı Rauf Bey Meclisteki odama geldi. Keçiören’de Refet Paşa’nın evinde, önemli bazı konuları görüşmek istediğini söyledi. Toplantıda Fuat Paşa da bulundu. Rauf Bey’e saltanat ve hilafet konusundaki düşüncelerini sordum. Cevap olarak şunları söyledi: “Ben saltanat ve hilafet makamına vicdanım ve duygularımla bağlıyım. Çünkü babam, Padişahın ekmek ve iyiliği ile yetişmiştir. Benim de kanımda, o iyiliğin parçaları vardır. Padişaha bağlılık borcumdur. Halifeliğe bağlılığım ise, terbiyem gereğidir. Bizde milleti elde tutmak güçtür. Bunu ancak, herkesin erişemeyeceği kadar yüksek görülmeye alışılmış bir makam sağlar. O da, saltanat ve hilafet makamıdır. Bu görüşmede Refet Paşa da Rauf Bey’in düşünce ve görüşlerinin hepsine katıldığını belirtti.”
          Saltanatı, hilafetten ayırmaya ve önce saltanatı kaldırmaya karar verince; Rauf Bey’i çağırıp, kendisinden şu istekte bulunum: “Hilafet ve saltanatı birbirinden ayırıp, saltanatı kaldıracağız! Bunun doğru olduğu konusunda kürsüden bir konuşma yapacaksınız!” Başka konuşma olmadan Rauf Bey odadan çıktı. Kazım Karabekir Paşa’dan da aynı şekilde konuşma rica ettim. Rauf Bey kürsüden bu doğrultuda iki defa konuştu ve saltanatın kaldırıldığı günün bayram olarak kabulünü ortaya attı.
  Mustafa Kemal Paşa 1 Kasım 1922 tarihli Meclis toplantısında yaptığı konuşmada: İslam ve Türk tarihinden örnekler vererek hilafet ve saltanatın ayrılabileceğini söyler. Milli hakimiyet ve saltanat makamının Türkiye Büyük Millet Meclisinde olduğunu, tarihi olaylara dayanarak açıklar. Hülagü’nün, Halife Mutasım’ı idam ettirip, yeryüzünde halifeliğe fiilen son verdiğini, 1517’de Mısır’ı alan Yavuz Sultan Selim’den, halifeliğin günümüze miras kaldığını anlatır.
Bu konu ile ilgili önergeler Anayasa, Şer’iye ve Adliye komisyonlarına gönderilir. Üç komisyon, Hoca Müfit Efendiyi başkan seçer ve verilen önergeleri görüşmeye başlar. Şeriat (Şer’iye) Komisyonunda bulunan hocalar, hilafetin, saltanattan ayrılamayacağını iddia ederler. Mustafa Kemal Paşa buradaki durumu şöyle açıklar: “Biz çok kalabalık olan bu odanın bir köşesinde tartışmaları dinliyorduk. Bu şekilde ki görüşmelerin, istenilen sonuca varmasını beklemek boşunaydı. Komisyon başkanından söz istedim. Sıranın üzerine çıkıp, yüksek sesle şu konuşmayı yaptım: Hakimiyet ve saltanat hiç kimseye, ilim gereğidir diye, tartışmayla verilmez. Hakimiyet ve saltanat, kuvvetle ve zorla alınır. Osmanoğulları, zorla Türk milletinin hakimiyet ve saltanatına el koymuştur. Şimdi de Türk milleti isyan edip, hakimiyet ve saltanatını fiilen kendi eline almış bulunuyor. Sorun, bu gerçeği kanunla ifadeden ibarettir. Burada toplananların, bu sorunu doğal karşılaması sanırım uygun olur. Aksi halde, gerçek yine şekline uygun olarak ifade edilecektir. Ancak, belki de bazı kafalar kesilecektir.”
          Mustafa Kemal Paşa, daha sonra konuyla ilgili bilimsel, geniş açıklamalarda bulunur. Bunun üzerine Ankara Milletvekili Hoca Mustafa Efendi, “Affedersiniz efendim, biz konuyu başka bakımdan ele almıştık, açıklamalarınızla aydınlandık.” der. Konu Karma Komisyonca bu şekilde çözüme bağlanır. 1 Kasım 1922 tarihinde kanunla, padişahlık kaldırılarak, milli saltanatın varlığı kabul edilir. Halifelik, bir süre daha bırakılır. İstanbul’dan Refet Paşa 17 Kasım 1922 tarihinde Bakanlar Kurulu Başkanı Rauf Bey’e gönderdiği telgrafta; Padişah Vahdettin Efendi’nin o gece  İngiliz savaş gemisi ile İstanbul’dan ayrıldığını bildirir).            
          Halife ile ilgili konu Meclis gizli oturumunda gündeme gelince birçok milletvekili söz alır. Meclisin kimi Halife seçeceği, görevinin ne olacağı, Ankara’da mı? İstanbul’da mı? oturacağı detaylı şekilde tartışılır. Bunun üzerine söz alan Mustafa Kemal Paşa şunları söyler.
          GAZİ MUSTAFA KEMAL PAŞA (Ankara)- Arkadaşlar söz konusu Halife olayını çok tartışmak, analiz etmek mümkündür. Ancak sanıyorum ki, tartışmalarla olayı çözümlemek zorlaşır ve geç kalınır. Sanıyorum ki önce kaçan halife olayını çözümlemek ve onun yerine halife seçmek gerekir.
Yeni halife olacak şahsın görev ve yetkisinin ne olacağından söz edildi. Seçilecek halifeye koşulları bildirmeliyiz.  Halife nerede oturacaktır? Genel siyasi durum kimi tercih edecektir?  Bu halifenin yetkileri neler olacaktır? Bugün hepsini çözümlemek olanağı yoktur.
          Bu Meclis Türkiye Milletinin Meclisidir. Türkiye halkının meclisidir. Görevi, yetkisi, yalnız Türkiye halkı, Türkiye Milleti ve Devleti ile sınırlıdır. Bu Meclis kendisine bütün İslam dünyasını kapsayan bir güç veremez. Meclis Başkanlığında bulunacak şahsında temsil edeceği şey, sadece Türkiye ile ilgili olabilir. Sınırlı bir konudur. İslam dünyasında karışıklık varmış veya olacakmış gibi sözlerin hepsi yalandır. Kim demişse yalan söylüyor.
          Seçilecek halife ile ilgili olarak, durum ve olaylar gereği Osmanlı soyundan birini kabul etmek zorundayız. Bu ailenin içinden bizim aradığımız nitelikte birini bulmak biraz zordur. Belki gençleri özel olarak yetiştirildikten sonra istenilen niteliği taşıyabilir. Onun için seçimde sakin şekilde hareket etmek uygun olur. Halifenin kaçmasından sonra, herkes tarafından bu göreve gelmesi beklenen bir kişi vardır; O da Abdülmecit Efendi olabilir. Bir kere bu insan kısa süre önce, hatalar yapmıştır. Şahıs olarak Yüce Meclis için birçok haksız eleştirilerde bulunmuştur. Ancak, dün gece bana gönderdiği yazılı belgede; “Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin kararlarını kabul ediyorum.” diyor. Bundan dolayı bu şahsın seçimi üzerinde birleşmenin uygun olacağını sanıyorum.                              
          Halifenin İstanbul’da kalması veya buraya getirilmesi nazik bir olaydır. Gerçek durumu incelersek; İstanbul anlaşmalı devletlerin askeri işgali altındadır. Ancak bugün için hiç kuvvet kullanmadığımız İstanbul üzerinde etkili olmaya başladık. Bunun en önemli kanıtı, İngilizler İstanbul’da egemenliklerinin sona ereceğini anladıkları için, ellerindeki avı alıp (Padişahı) kaçırmışlardır. Türkiye’nin görevi Hilafet Makamını kurtarmaktır. Bu dava İslam dünyasının gözünde önemlidir. Bunun için başka bir yere göndermek, bugünün özel koşullarında doğru olmaz.
           Yine olumsuz düşündüğümüzde hilafet makamı henüz düşmanın etki alanında olan bir yerdedir. Halifeyi tanımamak, onu hapsetmek bu adamların elindedir. İsterlerse yapabilirler. Ancak, böyle yapmaları, bizi dünya gözünde haksızlığa ve zulme uğramış gösterir. Bu kendi aleyhlerine olur. Seçeceğimiz halifenin İstanbul’da kalması daha uygun olur diye düşünüyorum.
          Hilafet makamı esaret altında olabilir. Halife adını alan kişi de İngilizlere kaçabilir. Ancak Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin idare şeklini, siyasetini, gücünü kesinlikle sarsamazlar. (Alkışlar) Bundan dolayı “Aman halifeyi kaçıracaklar, esir edecekler!” diye kaygı duyacak değiliz. Bu kaygıyı bütün İslam dünyası duymalıdır. Onlar da bizimle birlikte çaba harcasınlar ki, Hilafet Makamını kurtaralım ve özgür bir halifeyi oraya oturtalım.                                                     
          Arkadaşlar halifenin bugünlerde buraya getirilmesi söz konusu edilmemelidir. Biz delegelerimizi dünyanın gözü önünde barış için Lozan’a gönderdik. Barış istiyoruz ve barışın olacağından da ümitliyiz. Eğer barış olmazsa savaşmak söz konusu olabilir. O zaman halifenin orada kalmayıp, mücadeleye bizimle devam etmesi, hepimize güç verebilir.
Önceden de sunmuştum, bütün düşüncelerin aydınlanması için yineleme gereği duyuyorum. Türkiye halkı kayıtsız şartsız egemenliğine kavuşmuştur. Egemenlik, hiç bir şekilde, hiç bir anlamda aracı kabul etmez. Adı, sanı ne olursa olsun halife, bu milletin yazgısına karar veremez. Efendiler, millet buna kesinlikle izin vermez ve bunu önerecek hiç bir milletvekili olduğuna da inanmam. (Alkışlar)                   
Yapılması gerekli işlemi şu şekilde düşünmekteyim: Önce Yüce Heyetiniz halifeyi seçer. Bakanlar Kurulu Kararı üzerine, Türkiye Büyük Millet Meclisi belirlenen şahsı Halife seçtiğine ait bildirge düzenler. Halife seçilen şahıs da Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından Halife seçildiğini İslam dünyasına bir bildirge ile duyurur. Aynı zamanda Türkiye Büyük Millet Meclisi bildirgesi de İslam dünyasına gönderilir. Başka hiç bir işleme gerek yoktur.



TARİH: 27 ŞUBAT- 6 MART 1923
MUSTAFA KEMAL PAŞA’NIN LOZAN KONFERANSI HAKKINDA YAPTIĞI KONUŞMA:

          (Türk delegelerinin Lozan’a gitmesinden sonra Konferans; İngilizlerin,  Fransız ve İtalyan delegeleri ile yaptığı görüşmeler yüzünden bir hafta geç başlar. Türk Delegasyon Başkanı ve Dışişleri Bakanı İsmet Paşa, görüşmeler başladıktan sonra, telgrafla Bakanlar kuruluna ayrıntılı bilgi verir. Bakanlar Kurulu Başkanı ve Dışişleri Bakan Vekili Sivas Milletvekili Hüseyin Rauf Bey, gelen telgrafları Mecliste okur. Ayrıca teknik yönden haberleşmenin zorluğundan yakınır. Bu yüzden haberleri ulaştırmada kurye kullandıklarını söyler. Daha sonra söz alan birçok milletvekili, konu ile ilgili görüş açıklar. Verilen bilgilerin yeterli görülmemesi üzerine, Lozan’dan Ankara’ya gelen konferans delegesi ve Trabzon Milletvekili Hasan Bey görüşmelerle ilgili geniş açıklama yapar. Mecliste görüşmeler günlerce devam eder. İsmet Paşa, Hükümet ve Meclisin görüşünü ister. Hükümetin hazırladığı anlaşma koşulları, Mecliste okunup oylandıktan sonra Lozan’a gönderilir.
      Karşı tarafın isteklerinde direnmesi üzerine; Hükümet hazırladığı bildiriyi Avrupa ve Amerika’ya gönderir. Bu bildiride: Musul petrollerinde İngiliz sermayedarının aşırı istekleri nedeniyle, Musul sorunun çözülemediği, Türkiye’deki Fransız şirketlerinin, Lozan’daki Fransız delegelerini aracı kullanarak, anlaşmaların aksine bir kısım isteklerde bulunduğu, Yunan ordusunun yaptığı yıkım ve zulümlere karşı Yunanistan’a baskı yapılmadığı halde, bizden tazminat istendiği ileri sürülür.  
          Bu arada Amerika ve Avrupa basınında, Türklerin medeni olmadıkları için, İzmir’i kendilerinin yaktığı şeklinde yayınlar yapıldığı görülür. Bunun üzerine İzmir’in Türk askerleri tarafından yakılmadığı; Fransız, Amerika ile bazı tarafsız devletlerin resmi görevlileri, sinemacılar, yazarlar tarafından rapor edilir. Hükümet bu raporları yayınlar.
          Lozan Konferansı’nın başlamasından 70 gün sonra anlaşma sağlanamayınca, Türk delegasyonu yurda döner. Lozan’da çalışmalar üç grupta toplanır. İngiltere’nin ilgilendiği birinci grupta; Siyasi sorunlar, toprak, boğazlar, azınlıklar söz konusudur. Fransızların ilgilendiği ikinci grupta; mali ve iktisadi konulur, İtalyanların ilgilendiği üçüncü grupta; kapitülasyonlar, idari ve dini konular görüşülür.
          Bu sorunlarla ilgili anlaşmazlıklar doğar. İngiliz işgali altındaki Musul sorununu çözmek için çok çaba harcanır. İngilizleri inandırmak olanaksızdır. Bu konuda üç devlet (İngiltere, Fransa, İtalya) savaş tehdidinde bulunur. Türk delegasyonu direnince, konunun bir yıl geriye bırakılması kararlaştırılır. Trakya sınırının Meriç Nehrinin batısından başlaması önerisi, bu yerlerin Yunan idaresinde olduğu söylenip kabul edilmez. Yabancılar için ayrı yargı sistemi istenir. Demiryolu şirketinin ayrıcalıkları aynen korunur. Yunanistan’dan savaş tazminatı istenmesine gerek görülmez. Daha sonra bir anlaşma metni verilerek 24 saate kadar benzeri isteklerin kabulü istenir. Türk delegasyonu verilen anlaşma koşullarını kabul etmeyince, konferansa ara verilir.
Bu sırada Amerikalılar araya girip: “Siz koşulları kabul edin, biz konferansı toplarız.” şeklinde bir öneri getirir. Önce İngiliz, sonra İtalyan delegeleri Lozan’dan ayrılınca Türk delegasyonu da, Hükümetin ve Meclisin görüşünü almak için yurda döner. Dışişleri Bakanı İsmet Paşa ve Bakanlar Kurulu Başkanı Hüseyin Rauf Bey, Mecliste günlerce devam eden görüşmeler sırasında konu ile ilgili ayrıntılı bilgi verirler. Milletvekilleri kıyasıya eleştirilerine devam edince Mustafa Kemal Paşa söz alır.)     
         GAZİ MUSTAFA KEMAL PAŞA- (Ankara)- Arkadaşlar, söyleyeceklerim usul ile ilgilidir. Söz konusu olay gerçekten önemli ve naziktir. Sinirli şekilde görüşmelere devam etmek uygun olmaz. Onun için bütün arkadaşları sessiz olmaya çağırıyorum.
          Sanıyorum ki arkadaşların sinirlenmesine neden olan konu, olayın neden ve niteliğinin bütünüyle anlaşılmamış olmasından ileri gelmektedir. Bildiğim kadarı ile Bakanlar Kurulu buraya kesin karar almak için gelmemiştir. İzin verirseniz evreleri anladığım şekilde anlatayım.
          Milli hedefin elde edilmesi için kesin bir zafere ihtiyaç vardı. Millet ve milletin öz çocuklarından oluşan ordu, kesin zaferi elde etti. Bu güvenle delege heyetimiz çağrı üzerine Lozan Konferansı’na gitti. Aylardan bu yana yapılan çalışmalarda, bu konu tartışıldı. Sonuçta anlaşma devletleri görüşülen ve bazıları görüşülmeyen maddeler içeren bir kitabı delege heyetimize verdiler. Barış projesi adını taşıyan bu kitabın kapsamı, delege heyetimiz tarafından kabul edilemeyecek esaslar taşıyordu.  Heyetimiz ertelemeden yararlanıp hükümet merkezine geldi. Durumu Bakanlar Kuruluna anlatarak yeniden talimat istemişlerdir. Yoksa delege heyetimiz, Yüce Heyetinize kabul ettirmek istediği proje ile huzura gelmiş değillerdir. 
Bakanlar Kurulu konuyla ilgili bir karar verme zorunluluğunu duydu. Bu karar ya barış görüşmelerine son verip yeniden askeri harekete başlamak, ya da bu kararı erteleyip yeniden barış olanaklarını araştırmaktır. Bugün yapacağımız iş, bir projenin detaylarını görüşme değil, bir iki konuda doğru karar vermektir. Karar verildikten sonra detayları için Yüce Heyetinizin toplanmasına gerek kalmaz.
Yüce Heyetinizin de bildiği gibi; esas konu sınır konusudur. Şu anda Bakanlar Kurulu ve delege heyeti oy birliği ile kararını vermiştir. O karar; toprak konusunda ılımlı hareket etmek ve maddelerden bir kısmını çıkarıp, üst tarafını imza ederek barışa katkıda bulunmak şeklindedir. Biri Karaağaç’dan vazgeçmek. İkincisi, Musul konusunun çözümünü sonuçlandırmak için, İngiltere ile Türkiye’nin bir araya gelip konuyu bir yıl ertelemesidir.
Musul konusunda direndiğimizde, savaşa girmemiz gerekir. Bu konuda sakin şekilde karar verilmelidir. Çıkarımız bunu gerektiriyor diyorsanız, o zaman konuyu tüm detayı ile inceleyip, son kararınızı verirsiniz. Bir kısım arkadaşlarımız, konuşmalarını milli anlaşmaya (Misak-ı Milliye)[3] dayandırıyor. Sırrı Bey’e göre, delegeler heyeti milli anlaşmayı yok etmiş, Bakanlar Kurul milli anlaşmadan vazgeçmiştir. Ben de diyorum ki; Sırrı Bey Milli Anlaşmanın ne olduğunu anlamamıştır. Bildiğiniz gibi toprak ve sınır konusu; anlaşmanın birinci maddesi içindedir. Milli Anlaşmanın net sınırı olan haritası, hiçbir zaman olmamıştır. Savaşa girmemek için Musul konusunu bir yıl sonraya bırakmak, ondan vazgeçmek demek değildir. Burayı elde etmek için daha güçlü olduğumuz bir zaman beklenebilir. Bugün barış yaparız, bir iki ay sonra Musul konusunu çözmeye kalkışırız. Ancak bugün Musul konusunu çözmek istediğimizde karşımıza sadece İngilizler, Fransız, İtalyan, Japonlar değil, dünyanın tümü çıkar. Musul konusunda bugün ordumuzu gönderip alacağız dediğimizde bu olabilir. Musul’u çok kolayca alabiliriz.  Ancak ondan sonra savaşın son bulacağını sanmayınız. Bu durumu ayrıca söz konusu ederseniz, sakıncaları kendiliğinden ortaya çıkar. Sözümün sonu şudur: Bakanlar Kurulu kendi yetkisi içinde delege heyetine yeniden talimat verip görevini devam ettirir veya savaş kararı verir. Gazeteler değişik şeyler yazmış olabilir. Delegeler heyeti ve başkanınız karşınızdadır.
Kabul edilmesi olanaksız parasal konular, anlaşma koşullarından çıkarılmalıdır. Diğer konular kabul edilebilir niteliktedir.
           (Lozan Konferansı ile ilgili gizli oturumda görüşmeler yeniden başladığında, önce Lozan delegesi Sinop Milletvekili Rıza Nur söz alıp, özetle şunları söyler: “Lozan’a gittiğimizde karşımızda bütün dünyayı bulduk. Savaş sırasında İngilizlerle birlikte olan Fransa, İtalya’dan ayrı olarak Amerika, Japonya, savaş sırasında Avrupa’da tarafsız kalmış ne kadar devlet varsa ve Ermeniler, Geldani, Asuriler gibi devlet olmayan toplulukların temsilcilerini dahi önümüze sürdüler. Lord Kurzon, iki de bir eliyle bunları göstererek bize gözdağı vermeye kalktı. Önce Sevr anlaşmasını ileri sürdüler. Daha sonra buna başka maddeler ekleyerek karşımıza çıktılar. Uyrukluk (tabiiyet) konusunda; 18 yaşını bitirenler iki yıl içinde hangi uyruğa geçmek isterlerse onu seçeceklerdir. Azınlık konusunda: Hıristiyan dünyası, Müslüman idaresindeki Hıristiyanların durumuna büyük önem veriyordu. Konu ile ilgili dünyanın her yerinden telgraflar yağıyordu. Örnek olarak Amerika’dan 5 milyon Hıristiyan adına telgraf geldi. İngiliz kiliseleri telgraflar yağdırıyor, papazlar gönderiyordu. Azınlıkların askerlik yapmasını istemediler. Nedenini sorduğumuzda: Siz onları işçi taburu yapar, sonra da kesersiniz dediler. İşçi taburunu Müslümanlardan oluşturacağımızı söyledik, uzun tartışmalardan sonra kabul ettiler.
          Patrikhane konusu da büyük tartışmalara neden oldu. Biz patrikhanenin ülkemizden çıkarılmasını önerdik, kabul edilmedi. Ancak patrikhanenin dini konular dışında özelliği kalmadı. Politika ile uğraştığında sınır dışına çıkarılacaktır.”
(Bu arada söz alan Bitlis Milletvekili Yusuf Ziya Bey şunları söyler: “Arkadaşlar patrikhane konusu, acımadan doğan zarardır. Bu millet asırlardan bu yana zararını çekiyor. Acılı günlerimizde başımızın üzerinde bağırıp çığıran bir baykuştur. Asırlardır hangi olayı karıştırırsanız ya bir patrikhane parmağı veya patrik çıkar...”)  
          Sinop Milletvekili Rıza Nur konuşmasına devamla: “Ermeniler güneyde ve Van’da yurt verilmesini istediler, bu konuda da tartışma çıktı. Sonuçta istekleri kabul edilmedi.”
          Rıza Nurdan sonra, yine Lozan delegesi ve Trabzon Milletvekili Hasan Bey söz alır. Lozan’da mali ve iktisadi konularda yapılan görüşme ve tartışmaları madde madde geniş şekilde açıklar. Bir soru üzerine Osmanlı İmparatorluğundan kalan 159 milyon çil, çil altın borcu ödemeyi kabullendiklerini söyler. Bu borçların Düyun-u Umumiye[4], Osmanlı Bankası ve Tekelden alınıp yenilen paralar olduğunu, bir kısmı ile de aylıkların ödendiğini söyler.
          Daha sonra söz alan Dışişleri Bakanı ve Lozan Konferansı Baş Delegesi İsmet Paşa hayli uzun olan konuşmasında özetle şunları söyler: “Önce savaş sırasında tarafların elinde bulunan esirlerin karşılıklı geri verilmesi kararlaştırıldı. Ticaret gemileri savaş ve barış zamanında boğazlardan serbestçe geçebilecektir. Sadece Türkiye savaşa girdiğinde bu konuda her türlü önlemi alabilecektir. Türkiye’nin karada ve denizde donanma yapıp kullanma yetkisi korunmuştur. İstanbul’u baskınlardan ve tehlikelerden korumak için 12.000 kişilik silahlı kuvvet bulundurulacaktır. Bir Türk delegesinin başkanlığında Fransız, İngiliz, İtalyan, Japon, Sırp, Yunan, Bulgar, Romen, Rus ve Amerikalılardan oluşan Boğazlar Komisyonu kurulacaktır. Her devlet boğazlardan ayrı, ayrı on gemi geçirebilecektir.[5] Trakya sınırının 30 kilometrelik kısmı askerden arındırılacak, bu bölgede yalnızca 5.000 kişilik jandarma bulundurulacaktır. Bulgar ve Yunanlılarla sınır olarak, Meriç nehrinin sol yanı belirlenmiştir. Suriye ile 1921 yılında Fransa ile yapılan anlaşmadaki sınırı önerdik. Antakya, İskenderun ve çoğunluğu Türk olup Türkçe konuşulan yerlerde hukukumuzu koruyoruz. Irak sınırı ve Musul bir yıl içerisinde İngiltere ile dostça çözümlenecek. Bu konuda anlaşma olmazsa Milletler Cemiyetinin (Cemiyeti Akvamın) vereceği karara göre sınır düzenlenecektir.
(Bu sırada bir milletvekilinin: “Milletler Cemiyeti hakkımızı vermezse ne olacaktır?” sorusu üzerine) İsmet Paşa; “O zaman savaşırız.” der. “İtalyanların elinde bulunan adaların Türkiye’ye verilmesini istedik. Kıbrıs adasında İngiliz uyruğunda bulunan Türkler, iki yıl içerisinde Türk uyruğuna geçmekte serbest kalacaklardır. Adli, idari, ekonomik kapitülasyonların sona erdiğini söyletiyoruz. Lozan’da görüşmeler sırasında delegelerimizin ve danışmanlarımızın tümü dinlenmiş, görüşleri doğrultusunda hareket edilmiştir.” (İsmet Paşa konuşmasını tamamladıktan sonra birçok milletvekilinin çeşitli konularda sorduğu soruları yanıtlar.
          Bakanlar Kurulu’nun görüşünün sorulması üzerine de, Bakanlar Kurulu Başkanı Hüseyin Rauf Bey soruları yanıtlar. Daha sonra Lozan Konferansı Danışmanları Adana Milletvekili Zekayi Bey ve Diyarbakır Milletvekili Zülfi Bey, sorulan soruları ayrıntılı şekilde yanıtlar.
          Konu ile ilgili görüşmeler günlerce devam eder. Yüze yakın milletvekili söz alır. Konuşanların çoğu Lozan’da yapılan görüşmeler aleyhindedir. Bir kısım milletvekilleri, biran önce barış yapılmasını isterken, bazıları savaşa devam edilmesini ister. Bunun üzerine Gazi Mustafa Kemal Paşa yeniden söz alır).                                   
                  
          GAZİ MUSTAFA PAŞA (Ankara) -   Arkadaşlar, altı yedi günden bu yana, konu üzerinde Yüce Heyetinizce görüşmeler devam etmektedir. Çeşitli konuşmacılar görüşlerini açıkladılar. Yeteri kadar eleştiri yapıldığı görüşündeyim. Bu görüş ve bilgilendirme ile olayın iyi ve kötü yönleri arkadaşlar tarafından bütünüyle anlaşılmıştır.
          Bundan dolayı tartışmaların devamında yarar olmadığı görüşündeyim. Olabilir ki düşmanlarımıza başka şekilde aksedebilir ve zararlı olabilir. İzin verirseniz karara yardımcı olacağı görüşü ile kısaca konuşmak istiyorum.
          Daha önce de değindiğim gibi, Lozan Konferansı uzun süre devam etmiştir. Sonunda Anlaşma devletleri delegeleri, heyetimize bir takım koşulları kapsayan barış projesi adını verdikleri bir kitapçık vermişlerdir. Elinizde bulunan tercümesi çok yanlış ve eksik olmakla birlikte anlamı şudur; böyle bir barış projesini kabul etmemiz olanaksızdır. Doğrudan bağımsızlığımızı engelleyen koşullar taşımaktadır. Bunun için bu projeyi kabul etmeyeceğimizi hep birlikte kesin olarak söyleriz. Eğer anlaşma devletleri direnirse; o durumda milletimiz, hükümet ve Meclisimiz için savaş zorunlu hale gelir. O zaman savaş ederiz. Ancak savaştan kaçınıp, barış yolunu üstün saymayan hiç bir arkadaşımız yoktur.
          Anlaşma devletlerine delege heyetimiz bir mektup göndermiştir. Ağızlarda dolaşan karşı proje bu olsa gerekir. Bu mektup doğrudan anlaşma devletleri projesini eleştirmektedir. Mektup diplomatik usule uygun yazılmıştır. Kapsamı ise: “Anlaştığımız konuları imza edip barış yapalım, anlaşamadığımız konuları sonraya bırakalım şeklindedir. Eğer bu önerimiz kabul edilmeyecek olursa,  yaptığımız öneri yok sayılmalıdır.” şeklindedir.   
          Bu mektuptan sonra, hepinizin bildiği gibi Lozan’da konferans görüşmelerine ara verilmiştir. Delegeler heyeti Bakanlar Kurulu’na karşı sorumludur. Bakanlar Kurulu da Yüce Heyetinize karşı sorumludur. Delegeler heyeti enine boyuna dinlenildi. Bazı konular nedeniyle, yeni talimat almak için Yüce Heyetinize gelindi. Sizden yeni bir talimat istiyorlar, bu bizim için çok önemlidir. Millet ve memleketin hukuk ve bağımsızlığını tamamen elde etmek için Bakanlar Kuruluna verilecek talimat doğrultusunda delege heyeti hareket eder.  
          Arkadaşlar benim şahsi görüşüme ve yaptığım araştırmaya göre; Delegeler heyetimiz kendilerine verilen görevi tam ve en iyi şekilde yerine getirmiştir. Milletimizin ve Meclisimizi en iyi şekilde dünyaya tanıtmış, bunda da başarılı olmuştur. Delege heyetimize, Yüce Heyetinizce manevi yönden kuvvet verip, çalışmalarına devam ettirmek gerekir. Bu şekilde yapılacak hareketle barışa kavuşacağımızdan ümitli olabiliriz. Barış yapılacaksa bir an önce yapılmalıdır. Askeri önlemleri almaktan da geri kalmayalım. Bir kısım arkadaşların imzaladığı bir önerge gördüm. Ben de o arkadaşlara katılarak o önergenin Yüce Heyetinizce kabul edilmesini memleket için yararlı, barış için uygun görmekteyim. Yinelemek isterim ki, görüşmelerin bu şekilde günlerce devam etmesinden sakıncalar doğmaktadır. Görüşmeler yeterlidir, önergeyi kabulünüze sunuyorum.
         (Bağımsızlık Savaşının kazanılmasından sonra Atatürk, İsmet Paşa, Kazım Paşa, Fethi Bey’i Çankaya’da akşam yemeğine çağırır. Yemek sırasında “Yarın Cumhuriyeti ilan edeceğiz.” der. Yemek sonrası da İsmet Paşayla birlikte Cumhuriyet ilanı ile ilgili kanun tasarısını hazırlarlar. Mecliste Cumhuriyet ilanı 29 Ekim 1923 akşamı saat 20:30 kabul edilir. On beş dakika sonra da Mecliste bulunan yüz elli sekiz milletvekilinin oy birliği ile Ankara Milletvekili Mustafa Kemal Paşa Cumhurbaşkanı seçilir. 


*Yayınlanan gizli oturum tutanakları, 24 Nisan 1920 tarihinden başlayıp, 25 Ekim 1934 tarihinde son bulmaktadır. Mustafa Kemal Paşa’nın Meclis gizli oturumlarında yaptığı ilk konuşma, 24 Nisan 1920 tarihini taşır. 6 Mart 1923 tarihinde, “Lozan Konferansı” oturumunda yaptığı konuşma ile son bulur. Atatürk’ün daha sonra Mecliste yaptığı konuşmalar, açık oturumlarda yapılmış ve yayınlanmıştır).



         

SONUÇ:

Milli mücadelenin başladığı sıralarda, “Türkler Avrupa’da ki belaların başıdır. İstanbul Türk değil, Yunanlıdır. Türkler İstanbul’dan atılmalıdır.” diyen İngiltere’nin Başbakanı Lloyd George‘a, savaştan sonra, İngiltere desteklediği halde, Yunan ordusunun neden yenildiği sorulduğunda şu yanıtı verir: “Ne yapalım, yüz yıllar nadir olarak dahi yetiştirir. Şu talihsizliğimize bakın ki O büyük dâhiyi yüzyılımızda Türk Milleti yetiştirdi. Hiç bir çabamız sonuç vermedi. Mustafa Kemal Paşa’ya yenildik”.

Bugün Atatürk ilkeleri Cumhuriyetimizin yolunu aydınlatmaktadır. Onu tanıyanların gönlünde sevgisi artarak devam etmektedir. Torunlarımın resimlerinden tanıyıp öğrendikleri ilk isim Atatürk olduğu için ayrıca seviniyorum.

Türkiye Cumhuriyeti milli mücadeleyi ve Atatürk’ü anlayan, kendine güvenen gençlerin omuzlarında yükselmeye devam edecektir.

Yapmış olduğum araştırma ve çalışmalarım sırasında bana desteğini esirgemeyen eşim Şadan’a, diğer kitaplarımda olduğu gibi özenle düzeltmeleri yapan oğlum Ömür, kızım Nihan ve gelinim Suna’ya içtenlikle teşekkürlerimi sunarım.

          Ocak 2007  Ankara -Mutluköy
















RESİMLER İLE MUSTAFA KEMAL




































ATATÜRK’ÜN YAŞAMINDA ÖNEMLİ AŞAMALAR
19 Mayıs 1881                        Mustafa, Selanik'te doğdu.

1893           
                        Mustafa, Selanik Askeri Rüştiyesi'ne yazıldı.


1896 Askeri Rüştüye'de Mustafa adlı öğretmeninin kendisine Kemal adını verdiği Mustafa Kemal, Manastır Askeri İdadisi (Lisesi)'ne geçti.


13 Mart 1899 Mustafa Kemal, İstanbul'da Harbiye (Harp Okulu) piyade sınıfına girdi.


10 Şubat 1902 Mustafa Kemal, Harp Okulu'nu teğmen rütbesiyle bitirerek Harp Akademisi'ne geçti.


11 Ocak 1905 Mustafa Kemal, Kurmay Yüzbaşı olarak Harp Akademisi'nden mezun oldu ve merkezi Şam'da bulunan Beşinci Ordu emrine verildi.
Ekim 1905 Mustafa Kemal bazı arkadaşlarıyla birlikte, Şam'da gizli "Vatan ve Hürriyet Cemiyeti"ni kurdu.
20 Haziran 1907 Mustafa Kemal’in rütbesi Kolağasılığına (kıdemli yüzbaşı) yükseltildi.
13 Ekim 1907 Mustafa Kemal, Selanik'te III. Ordu'ya atandı.


15 - 16 Nisan 1909 Mustafa Kemal 31 Mart (13 Nisan) ayaklanması üzerine, Hareket Ordusu'nun kurmay başkanı olarak İstanbul'a hareket etti.
6 Eylül 1909 Mustafa Kemal Selanik'te III. Ordu Piyade Subay Talimgâhı Komutanı oldu (aynı yıl içinde Kolağası rütbesiyle 38. Piyade Alayı komutanı olmuştur).
Mayıs 1910 Mahmut Şevket Paşa'nın, kurmay başkanı olarak Arnavutluk harekâtlarında bulundu.


17-21 Eylül 1910 Fransa'da yapılan manevralara (Picardie) Türk Ordusu temsilcisi olarak katıldı.


13 Eylül 1911 Mustafa Kemal, İstanbul'a Genelkurmay'a nakledildi.
27 Kasım 1911 Mustafa Kemal, Binbaşılığa yükseltildi.


22 Aralık 1911 Mustafa Kemal, İtalyan - Osmanlı Trablus savaşında Tobruz Taarruzunu başarıyla idare etti.
25 Kasım 1912 Mustafa Kemal, Bahrısefid Boğazı (Çanakkale) Kuvâ-yı Mürettebesi Harekât Şubesi Müdürlüğü'ne atandı.


27 Ekim 1913                         Mustafa Kemal, Sofya Ataşemiliteri oldu.


1 Mart 1914                         Mustafa Kemal, Yarbaylığa yükseldi.


2 Şubat 1915 Mustafa Kemal, Tekirdağ'da 19. Tümeni kurmaya başladı (25 Şubat 1915'te tümen kuruluşunu tamamlayarak Maydos'a gelmiştir).
25 Nisan 1915 İtilaf Devletlerinin Arıburnu'na asker çıkarmaları üzerine Mustafa Kemal tümeniyle düşmanı önleyerek durdurdu.
1 Haziran 1915            Mustafa Kemal, Albaylığa yükseldi.


8 - 9 Ağustos 1915 Mustafa Kemal, Anafartalar Grubu Komutanlığı'na atandı.


10 Ağustos 1915 Mustafa Kemal, bizzat idare ettiği taarruzla Anafartalar cephesinde düşmanı geri attı,


17 Ağustos 1915             Mustafa Kemal, Kireçtepe'de zafer kazandı.


21 Ağustos 1915 Mustafa Kemal, II. Anafartalar Zaferini kazandı.


1 Nisan 1916                         Mustafa Kemal, Tümgeneralliğe yükseltildi.


7-8 Ağustos 1916 Mustafa Kemal, Bitlis ve Muş'u düşman elinden kurtardı.


7 Mart 1917 Mustafa Kemal, Diyarbakır'daki II. Ordu Komutan Vekilliğine atandı.


16 Mart 1917 Mustafa Kemal, Diyarbakır'daki II. Ordu Komutanlığı'na asil olarak atandı.


5 Temmuz 1917 Mustafa Kemal, Halep'teki VII. Ordu Komutanlığı'na atandı.


20 Eylül 1917 Mustafa Kemal, VII. Ordu Komutanı sıfatıyla, memleketin ve ordunun durumunu açıklayan tarihi raporunu gönderdi.


15 Ekim 1917 Mustafa Kemal VII. Ordu Komutanlığı'ndan ayrılarak İstanbul'a döndü.


15 Aralık 1917 Mustafa Kemal Veliaht Vahdettin ile Almanya'ya gitti.


16 Aralık 1917 Mustafa Kemal'e "Birinci Rütbeden Kılıçlı Mecidi Nişanı" verildi.


7 Ağustos 1918 Mustafa Kemal, Filistin'de bulunan VII. Ordu Komutanlığı'na ikinci defa tayin edildi.


26 Ekim 1918 Mustafa Kemal komuta ettiği VII. Ordu Birliklerinin düşman taarruzunu Halep'in kuzeyinde bugünkü sınırlarımız üzerinde durdurdu.


31 Ekim 1918 Mustafa Kemal, Yıldırım Orduları Grubu Komutanı oldu.


13 Kasım 1918 Mustafa Kemal, Yıldırım Orduları Grubu Komutanlığı'nın lağv edilmesi üzerine İstanbul'a gitti.


30 Nisan 1919                         Mustafa Kemal, IX. Ordu Müfettişi oldu.


16 Mayıs 1919 Mustafa Kemal, Samsun'a gitmek üzere Bandırma Vapuru ile İstanbul'dan ayrıldı.


19 Mayıs 1919 Mustafa Kemal, Samsun'a çıktı.


21-22 Mayıs 1919 Mustafa Kemal Amasya'dan yolladığı genelgeyle, Milli Kuvvetleri bir gaye ve bir teşkilat çerçevesinde toplamak amacıyla Sivas Kongresi'ni toplanmaya çağırdı.
26 Haziran 1919 Amasya'dan Sivas'a hareket etti.


3 Temmuz 1919 Mustafa Kemal’in Erzurum'a ilk gelişi.


8-9 Temmuz 1919 Mustafa Kemal resmi görevinden ve askerlikten çekildi.


23 Temmuz 1919 Erzurum Kongresi'nin toplanması ve Mustafa Kemal Erzurum Kongresi'ne başkan seçildi.


4 Eylül 1919 Sivas Kongresi'nin toplanması ve Mustafa Kemal Sivas Kongresi'ne başkan seçildi.


11 Eylül 1919 Mustafa Kemal, Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti Heyet-i Temsiliyesi Başkanlığına seçildi.
20-22 Ekim 1919 Mustafa Kemal İstanbul'dan gelen Bahriye Nâzırı (Bakan) Salih Paşa ile Amasya'da görüştü ve Amasya bildirgesi imzalandı.
7 Kasım 1919 Mustafa Kemal, İstanbul'da toplanması kararlaştırılan Osmanlı Meclisi için Erzurum'dan Milletvekili seçildi(Büyük Millet Meclisi'nin birinci dönemi için yapılan seçimde ve ondan sonraki seçimlerde Ankara'dan Milletvekili seçilmiştir).


27 Aralık 1919 Mustafa Kemal, Heyet-i Temsiliye üyeleriyle birlikte Ankara'ya geldi,


16 Mart 1920 İstanbul'un İtilaf Devletleri tarafından işgali üzerine Mustafa Kemal durumu bütün devletler ve Millet Meclisleri nezdinde protesto ederek, Ankara'da yeni bir Millet Meclisi girişiminde bulundu.
23 Nisan 1920 Mustafa Kemal Ankara'da Türkiye Büyük Millet Meclisi'ni açtı.


24 Nisan 1920 Mustafa Kemal, T.B.M.M. Başkanlığa seçildi.


11 Mayıs 1920 Mustafa Kemal İstanbul Hükümetince ölüm cezasına çarptırıldı.(Bu karar 24 Mayıs 1920'de Padişah tarafından onaylanmıştır)


13 Eylül 1920 Mustafa Kemal tarafından "Halkçılık " programı Büyük Millet Meclisi’ne sunuldu.


5 Aralık 1920 Mustafa Kemal İstanbul'dan gelen Osmanlı delegeleri Ahmet İzzet ve Salih Paşa'larla Bilecik İstasyonu’nda görüştü.


10 Mayıs 1921 Mustafa Kemal tarafından Büyük Millet Meclisi'nde Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Grubu kuruldu ve kendisi Grup Başkanlığı'na seçildi.


13 Haziran 1921 Mustafa Kemal, Fransız temsilcisi F. Bouillon ile Ankara'da görüştü.
5 Ağustos 1921 Büyük Millet Meclisi tarafından Mustafa Kemal'e Başkomutanlık görevinin verildi.


23 Ağustos 1921 Mustafa Kemal 22 gün 22 gece süren Sakarya Meydan Savaşı'nı yönetmeye başladı.


13 Eylül 1921 Mustafa Kemal Sakarya Zaferi'ni kazandı.


19 Eylül 1921 Mustafa Kemal'e Büyük Millet Meclisi tarafından Mareşallik rütbesinin ve Gazi unvanının verildi.


26 Ağustos 1922 Gazi Mustafa Kemal, Kocatepe'den Büyük Taarruzu idareye başladı.


30 Ağustos 1922 Gazi Mustafa Kemal, Dumlupınar'da Başkomutan Meydan Savaşı'nı kazandı.


10 Eylül 1922 Gazi Mustafa Kemal’in İzmir'e girişi,


1 Kasım 1922 Gazi Mustafa Kemal’in teklifi üzerine Büyük Millet Meclisi, saltanatın kaldırılmasına karar verildi.


14 Ocak 1923 Gazi Mustafa Kemal’in annesi Zübeyde Hanım İzmir'de öldü.


29 Ocak 1923 Gazi Mustafa Kemal İzmir'de Lâtife (Uşaklıgil) Hanım'la evlendi. (5 Ağustos 1925'te ayrıldı)


17 Şubat 1923 Gazi Mustafa Kemal İzmir'de ilk Türkiye İktisat Kongresi'ni açtı.


13 Ağustos 1923 Gazi Mustafa Kemal ikinci kez Büyük Millet Meclisi Başkanlığı'na seçildi.


11 Eylül 1923 Gazi Mustafa Kemal Halk Partisi'ni kurdu.


29 Ekim 1923 Cumhuriyetin ilanı ve Gazi Mustafa Kemal’in ilk Cumhurbaşkanı seçilişi.


1 Mart 1924 Gazi Mustafa Kemal Büyük Millet Meclisi'ni açılışında Halifeliğin kaldırılması ile öğretimin birleştirilmesi gereğini konuşmasında belirtti.


23 Ağustos 1925 Gazi Mustafa Kemal Kastamonu'da şapka ve kıyafet devrimini başlattı.


1 Temmuz 1927 Gazi Mustafa Kemal, Cumhurbaşkanı sıfatıyla ilk defa İstanbul'a geldi.


15-20 Ekim 1927 Gazi Mustafa Kemal, CHP İkinci Kurultayı'nda tarihi büyük nutkunu söyledi.


1 Kasım 1927 Gazi Mustafa Kemal, ikinci kez Cumhurbaşkanlığına seçildi.


20 Mayıs 1928 Afgan Kralı Amanullah Han'ın Gazi Mustafa Kemal'i Ankara'da ziyaret etti.


9-10 Ağustos 1928 Gazi Mustafa Kemal Sarayburnu’nda Türk harfleri hakkındaki nutkunu söyledi.


12 Nisan 1931 Gazi Mustafa Kemal tarafından Türk Tarih Kurumu'nu kurdu.


4 Mayıs 1931 Mustafa Kemal üçüncü kez Cumhurbaşkanlığına seçildi.


12 Haziran 1932 Irak Kralı Emir Faysal Ankara'da Mustafa Kemal'i ziyaret etti.


12 Temmuz 1932 Gazi Mustafa Kemal tarafından Türk Dil Kurumu'nu kurdu.                    
4 Ekim 1933 Yugoslavya Kralı Aleksandre  Gazi Mustafa Kemal'i İstanbul'da ziyaret etti.


29 Ekim 1933 Gazi Mustafa Kemal Cumhuriyet'in onuncu yıldönümü dolayısıyla tarihi nutkunu söyledi,


16 Haziran 1934 İran Şehinşahı Rıza Pehlevi'nin Gazi Mustafa Kemal'i Ankara'da ziyareti,


24 Kasım 1934 Büyük Millet Meclisi'nin Mustafa Kemal'e ATATÜRK soyadını veren yasayı kabul etti.


1 Mart 1935 Atatürk, dördüncü kez Cumhurbaşkanı seçildi.


4 Eylül 1936 İngiltere Kralı Edward VII İstanbul'da Atatürk'ü ziyaret etti.


11 Haziran 1937 Atatürk'ün çiftliklerini devlete ve bir kısım gayrimenkullerini de Ankara Belediyesi'ne bağışlandı.


30 Mart 1938 Atatürk'ün hastalığı hakkında Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreterliği’nce ilk kez resmi tebliğ yayınlandı.


19 Haziran 1938 Romanya Kralı Karol II,  Atatürk'ü İstanbul'da ziyaret  etti.


5 Eylül 1938 Atatürk vasiyetnamesini yazdı (Açılış: 28 Kasım 1938).


10 Kasım 1938 Atatürk öldü.


21 Kasım 1938 Atatürk'ün cenazesi Etnografya Müzesi'ndeki geçici kabre törenle konuldu.


10 Kasım 1953 Atatürk'ün nâşı Etnografya Müzesi'ndeki geçici kabrinden Anıtkabir'e nakledildi.


1981 UNESCO'nun aldığı bir kararla Atatürk'ün doğumunun 100. Yılı bütün dünyada "Atatürk Yılı" olarak kutlandı.


           
OLAYLAR DİZİNİ

TARİH                        OLAYLAR




KİŞİLER VE YER DİZİNİ

KİŞİLER-YER                                    SAHİFE




KAYNAKÇA:
TBMM Gizli Celse Zabıtları CILT 1-2-3, TBMM Basımevi, 1980
Nutuk, Altın Kitapevi, Ekim 2004
Cumhuriyete Doğru (T.İş Bankası yayınları) .
Pehlivanoğlu, A. Öner, Sevr, Lozan Anlaşmaları ve Avrupa Birliği, Kastaş Kitapevi, Ekim 2005
TBMM Gizli Celse Zabıtları (Is Bankasi Yayinlari)
Devellioglu, F. Osmanlica Turkce Ansiklopedik Sozluk- Aydin Kitapevi
TBMM Albumu
Turk Dil Kurumu Turkce Sozluk


[1] Pehlivanoğlu, A. Öner, Sevr, Lozan Anlaşmaları ve Avrupa Birliği, Kastaş Kitapevi, Ekim 2005,s.66-67. Saltanat Şurasının kabul ettiği Sevr Anlaşmasını için Bağdatlı Hamdi Paşa başkanlığında gönderilen üç kişilik heyet, 10 Ağustos 1920 tarihinde bu anlaşmayı imzaladı. B.M.M.nin 19 Ağustos 1920 tarihli açık toplantısında Sevr Anlaşmasını imza edenler ile Saltanat Şurasında anlaşmanın kabulü yönünde oy kullananlar vatan haini ilan edildiler.
[2] 4 Ekim 1921 tarihli gizli oturumda Koçgiri (Diyarbakır) olaylarında Merkez Ordu Komutanı Nurettin Paşa’nın sorumlu olduğu ileri sürülerek,  olay nedeniyle görevden alınması istenir. Bu yörede eşkıyaların çoğalması üzerine hükümet, Binbaşı Halis Bey idaresinde kuvvet gönderir. Askerlerle Kürt kökenli eşkıyalar arasında çatışma olur. Halis Bey şehit olur. Nurettin Paşa olay yerine yeni bir birlik gönderir. Bu sırada öldürme, tecavüz ve işkence olayları meydana gelir. Olaydan sonra tutuklanan sanıklar Amasya İstiklal Mahkemesi’nde yargılanır. Sanıklar arasında asker ve memurlar da vardır.
Tunceli (Dersim) Milletvekili Hasan Hayri Bey yaptığı konuşmada; “Fransız ve İngilizler aramızı bozmak için Kürdistan’a şekil vermek istemektedir. Amaçları Kürtleri Türklerden ayırıp, ikisini de boğmaktır. Kürtlerin Türklerden ayrılması çok kötü sonuçlar doğurur”der.
[3] Misak-ı Milli: Türk istiklal savaşının temelini oluşturan ve Mustafa Kemal Paşa’nın başkanlığında toplanan Erzurum ve Sivas kongrelerinde kararlaştırılarak, 28 Ocak 1920 tarihinde Osmanlı Meclisi tarafından kabul edilip, tüm millet tarafından sonuna kadar bu konudaki engellerin yenilmesine karar verilen, 6 maddelik anlaşmanın adıdır.
[4] Düyun-u Umumiye: 1881 - 1928 yılları arasında Osmanlı Devleti 'nin dış borçlarını denetleyen bir kurumdu.  II. Abdülhamit döneminde kurulmuştur. Sözcük, "Genel Borçlar" anlamına gelir. Düyun-u Umumiye kurulduğu yıldan itibaren, Osmanlı Devleti' nin ekonomik ve mali yaşamı üzerinde etkili bir rol oynamıştır.
[5] 1936 yılında yapılan Montrö Anlaşması ile Boğazlar statüsü yeniden düzenlenmiştir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder