t.dince®

24 Aralık 2009 Perşembe

ABD DIŞİŞLERİ BAKANLIĞI: ABDULLAH GÜL'Ü BİZ YETİŞTİRDİK



* ABD Dışişleri Bakanlığı’na bağlı Eğitim ve Kültürel İşler Bürosu’nun İnternet sitesinde, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Amerikan Dışişleri Bakanlığı bursu ile yetiştirilmiş dünya liderleri arasında gösterildi!
* SİTEDE, “Sürdürülebilir ağ oluşturma” başlığı altında “Amerikan Dışişleri Bakanlığı, eski ve yeni mezunlarının, küresel toplumun oluşumu yolundaki çabaları için daimi destek sunuyor” deniliyor.
* ECA’nın dünya çapında mezun sayısının bir milyonun üzerinde olduğu, bunlar arasında Nobel ödülü olan 40 kişi ile eskiler de dahil 300’den fazla devlet ve hükümet başkanı bulunduğu açıklanıyor.

 Amerikan Dışişleri Bakanlığı’na bağlı Eğitim ve Kültürel İşler Bürosu’nun İnternet sitesinde, Türkiye Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Amerikan Dışişleri Bakanlığı bursu ile yetiştirilmiş dünya liderleri arasında
gösterildi!
“The Bureau of Educational and Cultural Affairs (ECA) of the U.S. Department of State” olarak adlandırılan sitede, kurumun, 1961’de Amerika Birleşik Devletleri halkı ve diğer ülkelerden insanlar arasında dostluk, karşılıklı anlayış ve barışçıl ilişkiler geliştirmek için kurulduğu bildiriliyor. Büronun ayrıca ırksal ve etnik azınlıkların temsil edilmesi için faaliyet gösterdiği de ifade ediliyor.
Siteyi siz de ziyaret ederek konuyla ilgili yayını inceleyebilirsiniz:
  • Adres şöyle: http://exchanges.state.gov/alumni/prominent-alumni.html
ECA’nın dünya çapında mezun sayısının bir milyonun üzerinde olduğu, bunlar arasında Nobel ödülü olan 40 kişi ile eskiler de dahil 300’den fazla devlet ve hükümet başkanı bulunduğu açıklanıyor.
Sitede, “Sürdürülebilir ağ oluşturma”  başlığı altında  “Amerikan Dışişleri Bakanlığı, eski ve yeni mezunlarının, küresel toplumun oluşumu yolundaki çabalarının en üst düzeye çıkması için daimi destek sunuyor. Tüm dünyada kurulan ağ ile fikirlerini, projelerini ve deneyimlerini paylaşmalarına yardımcı oluyor. Ayrıca hedef odaklı yerel projelerin uygulanması için dernekler kuruyoruz” deniliyor.
Sitede, mezunlar ECA mezunu ya da Fullbright mezunu olarak tanıtılıyor.
Mezunlar arasında Abdullah Gül dışında Tony Blair, Hamid Karzai, Mohamed Yunus Ruth Simmons, Javier Solano, John Updike, Rita Dove, Werner Herzog ve Giscard d’Estaing de sayılıyor.

ECA fonları ile desteklenen girişimler
Amerikan Dışişleri Bakanlığı sitesinde ECA fonları ile, ECA mezunlarının aşağıdaki konularda geliştirdiği projelerin desteklendiği
belirtiliyor.
* Yerel yönetimler ve sivil toplum kuruluşlarına danışmanlık hizmetleri.
* Düşük gelirli çocuklar için İngilizce ve sivil eğitim programları.
* Gazeteciler için eğitim.
* İş kadınları için eğitim.
* Çok yönlü diyaloglar politikası için eğitim.
* Liderlik eğitim programları.
* Borsa için eğitim
* Öğretmen eğitim seminerleri.
* Vatandaş savunma grupları organizasyonu için eğitim
* Uyuşturucuyu önleme kampanyaları.

Mezunlardan bir örnek kişi olarak tanıtılan Macar Dr. Istvan Sertö-Radics için,  “Macaristan’ın uzak bir Roman köyünde halk sağlığı alanında olağanüstü bir kamu hizmeti verdi, Hubert H. Humphrey Bursları programı ve Fulbright Scholar programı ile bir aile doktorundan kasaba belediye başkanına ve bir AB temsilcisine dönüştürülen kişi”  diye söz ediliyor.
Doktorun, 2002 yılında ABD Fulbright Mississippi Üniversitesi’nde misafir öğrenci olarak ırksal gerilimleri giderme araştırması yaptıktan sonra ülkesine döndüğü ve Romanları Macar toplumuna entegre etmek için öğrendiklerini uyguladığı anlatılıyor.
Doktor, azınlık ve insan hakları savunucularına da örnek gösteriliyor.

ECA’nın önde gelen mezunları
ECA kurumunun önde gelen mezunları listesi ise şöyle:
 “ECA’nın önde gelen mezunları arasında, Afrika, Doğu Asya, Pasifik, Avrupa, Yakın Doğu, Orta Asya’dan ve Batı ülkelerinden 57 devlet ve hükümet başkanı var.

AFRİKA
Çat: Yusuf Saleh Abbas, Başbakan
Cote d’Ivoire: Laurent Gbagbo, Başkan
Gana: John Atta Mills, Başkan
Kenya: Mwai Kibaki, Başkan
Mauritius: Anerood Jugnauth, Başkan
Mauritius: Navin Ramgoolam, Başbakan
Mozambik: Armando Emílio Guebuza, Başkan
Namibia: Nahas Gideon Angula, Başbakan
Togo: Faure Essozimna Gnassingbe, Başkan
Uganda: Apolo Nsibambi, Başbakan
Zimbabwe: Morgan Tsvangirai, Başbakan

DOĞU ASYA-PASİFİK
Avustralya: Quentin Alice Louise Bryce, Genel Vali
Japonya: Yukio Hatoyama, Başbakan
Papua Yeni Gine: Sir Michael Thomas Somare, Başbakan
Filipinler: Maria Gloria Macaraeg Macapagal-Arroyo, Başkan
Taiwan: Ma Ying-jeou, Başkan

AVRUPA
Avusturya: Heinz Fischer, Başkan
Belçika: Yves Leterme, Başbakan
Bosna-Hersek: Zeljko Kom’ai, Dönem Başkanı
Danimarka: Lars L’kke Rasmussen, Başbakan
Finlandiya: Tarja Halonen, Başkan
Finlandiya: Matti Taneli Vanhanen, Başbakan
Fransa: Nicolas Sarkozy, Başkan
Fransa: François Filon, Başbakan
Gürcistan: Mikheil Saakashvili, Başkan
Kosova: Fatmir Sejdiu, Başkan
Litvanya: Dalia Grybauskaite, Başkan
Litvanya: Andrius Kubilius, Başbakan
Makedonya: Nikola Gruevski, Başbakan
Malta: Lawrence Gonzi, Başbakan
Hollanda: Jan Peter Balkenende, Başbakan
Norveç: Jens Stoltenberg, Başbakan
Polonya: Donald Tusk, Başbakan
Portekiz: Anibal Cavaco Silva, Başkan
Slovakya: Robert Fico, Başbakan
İsveç: Fredrik Reinfeldt, Başbakan
Türkiye: Abdullah Gül, Başkan
İngiltere: Gordon Brown, Başbakan

YAKIN DOĞU
Mısır: Dr. Ahmed Nazif, Başbakan

GÜNEY VE ORTA ASYA
Afganistan: Hamid Karzai, Başkan
Butan: Lyonpo Jigme Yoser Thinley, Başbakan
Hindistan: Pratibha Patil, Başkan
Hindistan: Manmohan Singh, Başbakan
Kırgızistan: Kurmanbek Bakiyev, Başkan
Sri Lanka: Mahinda Rajapakse, Başkan
Sri Lanka: Ratnasiri Wickramanayake, Başbakan

BATI YARIMKÜRE
Belize: Colville Norbert Young,
Genel Vali
Kolombiya: Alvaro Uribe Velez, Başkan
Kostarika: Oscar Arias Sanchez, Başkan
Dominik: Nicholas Joseph Orville Liverpool, Başkan
Meksika: Felipe de Jesus Calderón Hinojosa, Başkan
St. Kitts/Nevis: Denzil Douglas, Başbakan
St. Lucia: Stephenson King, Başbakan
Surinam: Ronald Venetiaan, Başkan
Trinidad-Tobago: Patrick Manning, Başbakan
Trinidad- Tobago: George Maxwell Richards, Başkan
Uruguay: Tabare Vazquez, Başkan


Fullbright bursu ile 155 ülkede 294 bin kişi yetiştirildi
Amerikan Dışişleri Bakanlığı sitesinden verilen link üzerinden Fulbright bursları tanıtılırken 1946’dan beri 155 ülkede 294 binden fazla kişinin bu burs ile mezun olduğu belirtiliyor
Fullbright mezunları arasında halen dünyaya yön veren kişilerin, devlet ve hükümet başkanlarının, BM Genel Sekreterliği, Amerikan Kongresi,. NATO, Nobel Ödül Komitesi gibi kurumlarda çalışanlar, ayrıca sporcular arasında olimpiyatlarda altın madalya kazananlar bulunduğu bildiriliyor.
Fulbright’ın İslam Dünyası için 3-6 haftalık kısa programı bulunduğu; özellikle Orta Doğu ve Orta Asya ülkelerinde yerel örgütlenme, sivil örgütlenme, toplum gruplarının etkileşimi gibi konularda gençlere kurs verildiği belirtiliyor.
Fullbright Türkiye Komisyonu’nun bugünkü yönetiminde, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül tarafından YÖK Başkanlığı’na atanan ODTÜ Sosyoloji Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Yusuf Ziya Özcan da görev yaptı. AKP hükümetinin Devlet Bakanı Ali Babacan, ABD’de işletme yönetimi öğrenimi gördükten sonra Fulbright bursu ile yüksek lisans eğitimini tamamladıktan sonra bir süre Amerika’da kaldı ve mali danışman olarak çalıştı.
Fulbright Yönetim Kurulu’nun Onursal Başkanlığı’nı ise ABD Türkiye Büyükelçisi Ross Wilson yapıyor.
2009 Yönetim Kurulu aşağıdaki Türk ve Amerikalı üyelerden oluşmaktadır:
James Jeffrey, (Onursal Başkan) Amerikan Büyükelçisi, Ankara
John Thomas Mc Carthy, (Başkan) İNG Bank Türkiye Müdürü, İstanbul
Dr. Sharon A. Wiener, Başkonsolos, İstanbul Konsolosluğu, İstanbul
Kaya Arıkoğlu, Mimar ve Şehir Tasarımcısı, Arıkoğlu Arkitekt Ltd. Şti, Adana
Dr. Craig Dicker, (Veznedar) Kültür Ataşesi, Amerikan Büyükelçiliği, Ankara
Doç. Dr. Fatma Taşkın, (Başkan Yardımcısı), Ekonomi Bölümü Başkanı, Bilkent Üniversitesi, Ankara
Prof. Dr. İhsan Dağı, Uluslararası İlişkiler Bölümü, Orta Doğu Teknik Üniversitesi, Ankara
Namık Güner Erpul, Genel Müdür Yardımcısı, İkili Kültürel İlişkiler Genel Müdürlüğü, Dış İşleri Bakanlığı, Ankara
Prof. Dr. İbrahim Özdemir, Genel Müdür, Dış İlişkiler Genel Müdürlüğü, Milli Eğitim Bakanlığı, Ankara

Fulbright Eğitim Komisyonu’nun Tarihçesi
Fulbright Eğitim Komisyonu, kendi İnternet sitesinde verilen bilgiye göre 1949’da ABD ve Türkiye arasında imzalanan ikili anlaşma sonucunda kurulmuştur.

Sitede aynen şöyle deniliyor:
*Türkiye Fulbright Eğitim Komisyonu Türk ve Amerikalı üniversite mezunlarını, akademisyenleri ve öğretmenleri seyahat ve diğer masraflarını kapsayan burslarla destekler ve ABD’de eğitim almak isteyen Türk öğrencilere danışmanlık hizmeti sunar.
Komisyon 1949’daki kuruluşundan beri, Türk ve Amerikan hükümetleri tarafından fonlanmıştır. Komisyon bu fonu artırmak için özel bağışlar da kabul etmektedir.
Türkiye Fulbright Programı kurulduğundan beri 4000’den fazla Türk ve Amerikalı öğrenci ile akademisyene burs imkânı sağlamıştır.
Fulbright mezunu Türk öğrenci ve öğretim üyeleri programlarını tamamlayıp kendi ülkelerine geri dönünce, kurumlarında önemli mevki sahibi olmuş, eğitim aldıkları ülke ile bağlarını da koparmayarak, Fulbright’ın amacını uygulamış ve gerçekleştirmiş olurlar.
Türkiye Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, İngiltere’de Exeter Üniversitesi’nde yüksek lisans yaptı ancak ABD Dışişleri Bakanlığı internet sitesinde Bakanlığın ECA bursu ile okuduğu bildiriliyor

MARATON DA SONA DOĞRU !

‘Maraton’da sona doğru!


O sözler Fethullah Gülen’e aitti ve onun ABD’ye gitmesine neden olmuştu.

Aynen şunları söylüyordu Fethullah Gülen:

“Adliye’de, Mülkiye’de mevcut olanlar mevcudiyetlerini korumazlarsa, arkadan gelenlerin mevcudiyetini koruyamayız. Bir taraftan o kanun ve kuralları, diğer taraftan da kanun ve kural adamı olma imajını kullanmalıyız. Yani sizi gören, ‘Bunlar kurallara harfiyen riayet ediyorlar’ demeli.”

“Taa ilerilere gitmeli, can damarları içinde dolaşmalıyız. Cepheleri öğrenmeleri lazım arkadaşlarımızın. Hukuk sistemini didik didik etmeliler. Sistemin püf noktalarını bilmeleri lazım. Biz de çalışıp onları istifade edecekleri mevkilere getirmeliyiz.”

“Dikkatli olmalıyız. Erken harekete geçersek, tepemize binerler. Durmadan hazırlanmalıyız. Zamanı gelince, uygun boşluk bulunca maratona geçeriz. Devlet memuru arkadaşlarımız kahramanlık yapamazlar. Erken vuruş yaparlarsa dünya başlarını ezer. Bütün anayasal müesseselerdeki güç ve kuvveti cephenize çekeceğiniz ana kadar her adım erken sayılır.”

***


Fethullah Gülen’in bu sözleri söylemesinin üzerinden yıllar geçti...

Ama ben; unutmayayım, yumuşamayayım, gevşemeyeyim, boş bulunup da “gününü bekleyenler”in oyunlarına düşmeyeyim diye her ay en az bir kez okumaya ısrarla devam ettim.

***


Müritleri; aradan geçen yıllarda Fethullah Gülen’in bu talimatlarının dışına çıkmadılar...

Adliye’de, Mülkiye’de mevcut olanlar, mevcudiyetlerini korudular...

Hem kanun ve kuralları kullandılar (her fırsatta demokrat kesilmeleri bunun örneğiydi) hem de kanun ve kural adamı olma imajını...

Onları görenler gerçekten de “Bunlar kurallara harfiyen riayet ediyorlar” dedi...

Sonra...

“Taa ilerilere” gittiler...

“Can damarları içinde” dolaştılar...

TSK’nın, yargının, emniyetin, üniversitelerin içine sızdılar...

“Hukuk sistemini didik didik ettiler, püf noktalarını öğrendiler...”

Ve sonunda...

“Maratona geçtiler!”

***


Öyle ustaca koşuyorlar ki bu “maraton”u, kimseyi “ürkütmüyorlar!”

Siyaset kurumu yıpranıyor...

Adliye yıpranıyor...

Mülkiye yıpranıyor...

Üniversiteler yıpranıyor...

Medya yıpranıyor...

Ama onlar; bu toz dumanda ortada bile görünmüyorlar!

Her yerdeler, her şeye hâkimler, istediklerini yapıyor ve yaptırıyorlar; ama yıpranmıyorlar!

Sızan gizli soruşturmalarda, fotokopi-gerçek belgelerde, telefon dinlemelerinde hep onların parmak izi var; ama “yok”lar!

O kadar “yok”lar ki; kimse onları suçlayamıyor, eleştiremiyor, bitiremiyor!

***


Sezar’ın hakkı Sezar’a:

İyi oynadılar oyunlarını...

Şimdi de “koşar adım” amaçlarına yürüyorlar...

Koca ülkenin saygın kurumları; onlara karşı, “kendilerini savunmak”tan başka hiçbir şey yapamıyor...

***


Ben yine en az ayda bir kez okumayı sürdüreceğim o sözleri...

Ama... Bakalım daha ne zamana kadar?

KAYNAK: Ömer Faruk Gürz

21 Aralık 2009 Pazartesi

'KENT' SİMGESİ OLAN 'HAYDARPAŞA LİMANI' NI RANTA AÇMA PROJESİ

     Haydarpaşa'yı ranta açma projesine onay!

     Emperyalist sisteme eklemlenmenin sembol projelerinden olan ve 1980’lerden itibaren gündemden hiç düşmeyen Haydarpaşa projesi’ne Belediye Meclisi onay verdi
Dünya Bankası’nın 1990’larla birlikte gündeme getirdiği, Ali Müfit Gürtuna’nın "mega proje"ye dönüştürdüğü, AKP hükümetinin Çalık Grubuna servis ettiği Haydarpaşa Projesi dün gerçekleşen İstanbul Büyükşehir Belediye Meclisi toplantısında oy çokluğu ile kabul edildi.

     AKP hükümetinin 2004 yılında yasalaştırdığı geçici bir madde ile arazinin mülkiyeti Devlet Demiryolları İşletmesi Genel Müdürlüğü’ne, planlama yetkisi Bayındırlık ve İskan Bakanlığı'na verilmiş, yerel yönetimlerin projeyi aynen onaylaması ise zorunlu hale getirilmişti. Bir yıl sonra ihalesi Çalık Grubu'na verilen ve her aşamasında aleniyet esas olmasına rağmen ısrarla saklanan proje, 24.06.2006 tarihinde İstanbul 5 No’lu Koruma Kurulu’nun aldığı "Kentsel ve Tarihi Sit Alanı" kararı ile 2863 sayılı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanunu'nun hükümlerine tabi hale gelmişti.
Projenin Ankara’da ihale edilip bitirilmesi imkansız hale geldiğinden bir sene sonra proje için, İBB ile TCDD İşletmesi Genel Müdürlüğü bir protokol yaparak “1/5000 ve 1/1000 ölçekli Haydarpaşa Gar, Liman ve Geri Sahası Koruma Amaçlı Nazım İmar Planı” çalışmalarını Belediye'nin yapmasını karara bağlamışlardı.

     Yetkisiz olduğu halde Belediye’nin iştiraki olan BİMTAŞ, 1/5000 ölçekli “Koruma Amaçlı Nazım İmar Planı”nı hazırladı ve Belediye Meclisi’ne sundu. Kadıköy meydanı ve çevresi de dahil edilerek yeni ismi "1/5000 Ölçekli Haydarpaşa Garı, Liman ve Geri Sahası ile Kadıköy Meydan ve Çevresi Koruma Amaçlı Nazım İmar Planı" olan proje hakkında İmar ve Bayındırlık Komisyonu’nun raporunu değerlendiren İstanbul Büyükşehir Belediye Meclisi dün aldığı kararla planı oy çokluğu ile kabul etti.
Yine Belediye’nin hazırladığı ve Temmuz ayında askıya çıkarılan 1/100.000 ölçekli Çevre Düzeni Planı'nda Mtx kodu ile ticaret, turizm, kültür ve konut merkezi olmasına karar verilen alanın büyüklüğünün 126 hektar olduğu belirtildi. Planın uygulamabilmesi için itirazlar ve Koruma Kurulu’nun onayının ardından 1/1000 ölçekli planın yapılması ve onun da Meclis onayından sonra Koruma Kurulu'na gitmesi gerekiyor.

18 Aralık 2009 Cuma

12 EYLÜLÜN İNANILMAZ İŞKENCE YÖNTEMLERİ

Gazeteci Oğuz Güven'in 78 kuşağını anlattığı "Zordur Zorda Gülmek" adlı kitabında insanın kanını donduran işkence yöntemleri anlatılıyor. Hürriyet'in derlediği habere göre, 12 Eylül 1980 darbesinin öncesi ve sonrasında "78 kuşağı" diye adlandırılan gençlerin yaşadığı trajikomik gerçek öykülerin yer aldığı kitap yeni öykülerle genişliyor. 3. Baskısını yine 12 Eylül'ün yıldönümünde yapan kitapta, bu kez  Cezaevlerinde uygulanan işkence yöntemleri de tüm ayrıntılarıyla anlatılıyor. İşte, Cezaevi Gerçeğiyle Yüzleşme Araştırma ve Adalet Komisyonu raporundan akıllara durgunluk veren işkence yöntemleri:

FALAKA:
Yaygın ve sürekli uygulandı. Ayak tabanı, ellerin içi gibi vücudun kaslı bölümlerine kalas, cop, zincir, saz sapı, pik demir vb. vurularak gerçekleştirilirdi. Bu yöntem, ayak tabanlarını ve el ayalarını patlatır, kaba yerleri ezer, morartır, tırnakları sökerdi. El ayak gibi herhangi bir yeri kırar, sakat bırakırdı.

KÖPEK SALDIRTMA:
Tutuklu çırılçıplak soyulur, kurt köpeği üzerine saldırtılırdı. Köpeğin ilk kaptığı yer bacak arası olurdu.

ZlNCİR:
20-25 metre uzunluğundaki zincirin uçları iki tutuklunun boynuna bağlanır, tutuklular sırt sırta verdirilerek ters yönde hızla itilir. Tutuklu tek ayağından zincire bağlanır, bu zincir yüksek bir yere asılır, tutuklu bayılıncaya kadar askıda kalırdı.

GERME:
Tutuklunun bir bacağı merdiven kenarlığına bağlanır, diğer bacağı da açık bırakılan koğuşun gözetleme deliğine bağlanıp kapı kapatılır, tutuklunun bacakları koğuş kapısının eni kadar gerilir ve öyle kalırdı. Koşuşturulur, zincir tam gerilince, her iki tutuklu da sırtüstü yere düşerdi.

AYAKTAN ASMA/TEPE:
50-60 kişi havalandırmaya alınırdı. Gardiyan "tepe ol" komutu verince tüm tutuklular üst üste bindikten sonra, bir tutuklu da üst üste yatan tutukluların üstüne çıkar, istiklal Marşı'nın on kıtası okutulurdu.

KULE:
Havalandırmaya çıkan tutuklular altı kişilik daire oluştururlardı . Bunların üzerine 3-4 kat olacak biçiminde tutuklular çıkarıldıktan sonra, gardiyanın "yıkıl" komutuyla kule oluşturan tutuklular kendini yere bırakır ve böylece tutukluların değişik yerlerinde kırılma, incinme ve çıkık olurdu.

RANZA ALTI:
Gardiyanlar ellerinde kalaslarla koğuşa girip, "ranza altı ol" komutunu verince, koğuşta bulunan tutukluların hepsi ranzaların altına girerdi. Herhangi bir yerlerinin açıkta kalmaması gerekiyordu. Ranzaların altına tüm tutuklular sığmadığı için kiminin eli, kiminin kolu dışarıda kaldığından, gardiyanlar ellerindeki kalaslarla tutukluların dışarıda kalan kısımlarına vurmaya başlardı.

KANTAR:
Tutuklular havalandırmada çırılçıplak soyundurulup tek sıra halinde dizilirler, sıranın ön tarafında duran tutuklu sırt üstü yatırılırdı. İkinci tutuklu, yatan tutuklunun testis ve erkeklik organlarından tutarak yukarı kaldırır, tutuklunun kaç kilo geldiğini söylemesi istenirdi. Tüm tutuklular birbirini tartana kadar bu işlem devam ederdi.

KERVAN:
Havalandırmada, tutuklular tek sıra dizilir, her tutuklu önündeki tutuklunun sırtına bindirilir, bacakları, altındaki tutuklunun boynundan aşağıya sarkıtılır ve kulaklarından tutması istenirdi. Gardiyanın komutuyla tutuklular yürümeye başlar ve bu işlem tutuklular ayakta duramayacak duruma gelene kadar sürerdi.

SEHPA:
Tutuklu gece koğuştan alınıp, koğuş koridorunda gardiyan ve subaylardan mizansen olarak oluşturulan bir mahkemede sorgulanırdı. Mahkeme, tutukluyu idam cezasına çarptırır, ikinci katın merdiven kenarlığına bir ip geçirilip, ipin ucuna tutuklunun boyun kemiğini kırmayacak düzeyde kalın bezden bir ilmik takılır, tutuklunun boynu bu ilmiğe geçirilir ve temsili infaz gerçekleştirilirdi. Tutuklu tam boğulacağı sırada ip açılırdı.

COP SOKMA:
Gardiyanlar copu zeytinyağına batırır ve yağlı copu tutuklunun makatına zorla sokardı. Sonra bu copu kendisine ya da bir başka tutukluya yalatırlardı.

ÇEK-ÇEK:
Tutuklu çırılçıplak soyundurulur ve erkeklik organına bir ip takılırdı. Gardiyan ipin diğer ucunu alıp hızla koşar, tutuklu da zorunlu olarak gardiyanın peşinden koşar.

LAĞIM SUYUNA SOKMA:
Tecrit bölümünün alt katındaki bazı tuvaletlerin delikleri tıkanır. Hücrelerin pisliği ve lağım suları burada biriktirilir, diz boyu kadar oluşturulan pisliğin içine tutuklu atılır ve pislik yedirilirdi.

KiTAP OKUMA:
Koğuşta bir tutuklunun eline kitap verilir, tutukluya avazı çıktığı kadar yüksek sesle tek tek sözcükler okutulurken, diğer tutuklular bu sözcükleri tekrarlarlardı . Sabahtan akşama kadar yapılan bu işlem sırasında, tutuklular ayakta durmak zorundaydı.

MARŞ SÖYLETME:
Cezaevinde bulunan herkes elli'yi aşkın marşı ezberlemek zorundaydı. Bu marşlar tutukluların ses telleri tahriş oluncaya kadar söyletilirdi.

ÖL DEDİĞİMDE:
Tutuklu havalandırmanı n orta yerine çıkarılır, hazır ol durumuna geçirilirdi. Gardiyanın "öl" komutuyla tutuklu kaskatı, eklemlerini kırmadan yere düşürülürdü. Bu işlem gardiyanın keyfine göre tekrarlanırdı.

SİGARA İÇİRME:
Bunun çok çeşitli yöntemleri vardı. En çok uygulananları şunlardı: Koğuşta kalan tutukluların eline beş adet sigara verilir, sigaraların tümü yakılarak devamlı ağzında tutulurdu. Gardiyanın "çek-bırak" komutuyla sigaralar bitinceye kadar içirilir, sigaralar-filtreler i dahil- tutuklulara yedirilirdi. Bu sırada koğuş pencereleri kapatılır, havasızlık ve dumanla boğulma ortamı yaratılırdı.

BANYO:
Tutuklular çırılçıplak soyundurulur ve tek sıra halinde banyoya götürülürdü. Banyoda sabun kullanılmazdı. Hortumla tazyikli su tutukluların üzerine fışkırtılırdı. Daha sonra tutuklular koridora çıkarılır, "Yat-sürün" komutuyla tutuklular yerlerde süründürülerek koğuşlarına götürülürdü.

SAYIM DÜZENİ:
Tutuklular günde en az beş kez sayılırdı. Her sayımdan önce, tutuklular sayım düzenine geçer, sayım talimi yaptırılır, yüksek sesle tekmil verilir, rahat-hazır ol ile, çöker kalkarlardı.

GECE NÖBETİ:
Geceleri her koğuşta mevcuda göre 2-7 kişiye kadar tutukluya sırayla nöbet tutturulurdu. Nöbet sırasında devriye gezen gardiyanlar, koğuşun mazgal deliğini açar, nöbetçi tutuklunun mazgaldan dışarı elini uzatmasını ister, tutuklunun ellerine cop veya kalasla istediği kadar vururdu.

LOKOMOTİF:
Tutuklular havalandırmaya çıkarılır, İki kişi çırılçıplak soyundurulur, bunlardan birisi domalıp iki eliyle diz kapaklarını tutar, diğeri de arkadan bunu kucaklardı. Gardiyanın "uygun adım marş" demesiyle her iki tutuklu havalandırmada dolaşırlar, diğer tutuklular zorunlu olarak bunları izlerdi.

PİSLİK YEDİRME:
Her havalandırmanı n ortasında bir lağım çukuru vardı. Lağım suları ve insan pislikleri burada toplanırdı. Tutuklulara bu çukurdan avuç avuç pislik alıp yemeleri istenirdi.

İŞEME:
Havalandırmada bir tutuklunun yere yatması istenir, diğer tutuklulara, yerde yatan tutuklunun yüzüne işemesi istenirdi..

TECAVÜZ:
Cezaevinde görev yapan gardiyanlar, genç tutuklulara merdiven altlarında zorla tecavüz ederlerdi. Ayrıca iki tutuklu çırılçıplak soyundurularak birbirlerine tecavüz etmeleri istenirdi.

HASTANE:
Hastanede de cezaevindeki kurallar geçerliydi. Hasta, tuvalete götürülmez, yatakta da hazır ol vaziyetinde yatardı.

VEREM:
Veremlilerle, sağlam tutuklular birbirinden tecrit edilmez, aynı kapta yemek zorunda bırakılırdı. Aynı battaniyenin altında yatırılırlardı. Veremlilerin balgamları tahlil yapılacak bahanesiyle toplanır, karavanadaki yemeklere karıştırılır ve bu yemekler tüm tutuklulara yedirilirdi.

AYAKTA BEKLETME:
Bu yöntem cezaevinde her gün geçerliydi. Sabah saat 05'den akşam 17-19'a kadar tutukluların oturması yasaktı.

KONUŞMA YASAĞI:
Koğuş içindeki iki kişinin birbiriyle konuşması, tutuklunun gülmesi ve düşünür gibi görünmesi yasaktı. Böyle bir suçu işleyen tutuklulara yukarıdaki işkence yöntemleri uygulanırdı.

GECE BASKINI:
Nöbetçi subay ve gardiyanlar, gece geç saatte tutukluların koğuşuna girerek, uyku sırasında tutuklulara cop veya kalaslarla dayak atarlardı.

AVUKAT-ZİYARET DAYAĞI:
Avukat görüşmesine ve diğer görüşmelere gidip gelirken tutuklulara dayak atılırdı. Görüşlerde hiçbir şey konuşulmaması tembih edilirdi. Tutuklular avukatlarıyla savunma konusunda görüş alışverişinde bulunamazlardı .

MAHKEME DAYAĞI:
Tutuklular mahkemeye götürülürken cenaze arabasına bindirilirlerdi. Elleri arkadan kelepçeli olurdu. Cenaze arabasına binerken ve çıkarken gardiyanlar tarafından dövülürlerdi.

13 Aralık 2009 Pazar

KATI YAĞ NEDİR, TÜKETİLMELİMİDİR.. BİR KİMYACININ ANLATIMI !!


 

 
Diploma tezimi Turkiyenin unlu margarin fabrikasinda hazirladim...
 

 
Kokusuzlastirilmis ve aritilmis SIVI pamuk cekirdegi yagini HIDROJENE
EDEREK DOYURMANIN ve de vucud isisina son derece tehlikeli sekilde
yaklastirmanin nesinin akla uygun oldugunu ne ben cozebildim. Ne de bu
konuda benden cook daha bu konuyu bilmesi gerekenlere tum
 ugrasmalarima ragmen COZDUREBILDIM :-))
 

 
Stajimi ve tezimi basariyla bitirdim, hocama teslim ettim
 
O gun bugundur agzima margarin koymamaya kesin karar
verdim ve uyguladim
 
Margarin ambalajlarina, kesinlikle, sigara ambalajlarina getirilen
zorunluk getirilmelidir.
 

 
Margarin sagliga COK ZARARLIDIR yazilmalidir!!!
 

 
ISTE EN ILGINC KISMI!
 

 
  Margarin plastikten yalnizca 1 molekul farklidir. iste bu gercek
beni hayatim boyunca bir daha margarin ve diger hidrojene yiyecekleri
yemekten alikoymustur Hidrojene demek molekuler yapisina hidrojen eklenmis
demektir. (Kimya egitimim sebebiyle biraz daha ayrintili bilgi vermek isterim.
 
Bir yagin kati degil de sivi olmasinin sebebi molekulunde yer alan
 
Karbon atomlari arasinda tek yerine birden cok bag olmasidir
 
(Karbon-Karbon arasindaki baginin cift olusu) Hidrojen atomu bu baglari
 
cozer ve yag molekulune eklenir. Kimya dilinde bunun adi Hidrojenasyondur.
 
Hidrojenasyon sebebiyle sivi haldeki yag katilasir, tereyag gibi bir gorunum
 
kazanir. Tabii bu islem yagi daha besleyici yapmaz. Yag ne ise yine odur
 
Kokusu benzetilse de besleyiciligi tereyag gibi degildir. Ornegin hala
 
pamuk cekirdegi yagiidir. Ustelik simdi katidir ve artik sivi hale
 
gecmek icin daha yuksek bir sicakliga ihtiyaci vardir. Ergime sicakligi
 
tehlikeli bir sekilde vucut sicakligina (36,5 dereceye)yakin hale gelmistir. Tuncay)
 

 

Kendiniz de deneyebilirsiniz:
 
Bir paket margarine alin ve golge bir yere koyun.
 Iki gun icinde sunlari gozlemleyeceksiniz,
 

 
Uzerinde bir tane bile sinek yok!
Bu size birseyler anlatmali.
 

 
Curumemis ve kotu kokmamistir.
 

 
Cunku hicbir besin degeri yoktur ve uzerinde hicbir sey gelismez.
Hatta mikro organizmalar bile yerlesmez.
 Neden? ? ?
 

 

Cunku nerdeyse plastiktir.
Evdeki plastik kablonuzu eritip de tostunuza surer misiniz ?
 

 
Isterseniz surmeye devam edin ama en azindan
 
gelecek nesillere cocuklariniza bu vicdansizligi yapmayin.
 
 Saglikli gunler dilerim.

12 Aralık 2009 Cumartesi

'KARA KİTAP' YAZAR HALK DÜŞMANI MEHMET ŞEVKİ EYGİ

 


İlk defa BUGÜN Gazetesinde yayinlandıktan sonra kitap haline getirilmiştir.(1967)
 
Halkçi zihniyet ve ideolojisi yikilmadikça Müslüman Türk
Mîlleti din hürriyetine aslâ kavusamaz
 
* **
 
Dinî nesriyata karsi Halkçilarin katliâm emirleri
 
    • «Gazetelerinrzin son günlerdeki nesriyati arasinda diinden bahis bazı yazı, mütalâa, ima ve temsillere rastlanmakladir. Bundan sonra din mevzuu üzerinde gerek tarihî, gerek temsili ve gerek mütalaa kabilinden olan her türlü makale ve fıkra ve tefrikaların neşrinden tevekki edilmesi ve baslanmış bu gibi tefrikaların en son on gün zarfinda nhayetlendirilmesi...» (T. C. Başvekalet, Matbuat Umum Müdürlügü, Iç Matbuat Dairesi, 1945)
    • «Biz her ne şekil ve surette olursa olsun, memleket dahilinde dinî nesriyat yapilarak dini bir atmosfer yaratılmasina ve gençlik için dini bir zihniyet fideligi vücuda getirilmesine taraftar degiliz.» (T. C. Dahiliye Vekaleti, Matbuat Umum Müdürlügü, sayi 658 ve 17 Mayis 1942)
 
T A K D İ M
 
    Bu eser'i aciziyi «BUGÜN» gazetesi sahibi mücahid kardesimiz Mehmed Sevket Eygi, su suretle takdim etmistir.
 
    Yazi hayatına 1908 de Sirat-i Müstakim mecmuasini çikarmakla başliyan ve 60 yıldan beri fasilasiz olarak din ve milletimize kalemiyle hizmet eden üstad ESREF EDIB, Meşrutiyetten bugüne kadar Türkiye'de cereyan eden içtimai, dini ve siyasi cereyan, hadise ve hareketleri yakindan takkib eden bu yazi serisi 60 senedir dini hayatimıza yapilan suikastlerin bir tarihçesidir.
 
    Hâdiseler vesikalara İstinad ettirilmiş; partiler üstü tarafsız bir görüşle tetkik ve tahlil olunmuştur. Türk basınında böyle bir yazı serisi ilk defa çıkmaktadır. Hiç şüphe yok ki, bütün milletçe, merakla, heyecan ve ibretle okunacaktır.
 
    Esrem Edib Bey üstadımızın gazetemize armağan ettikleri bu yazı serisini neşre başlayacağımız hakkındaki müjdemiz, okuyucularımızı çok sevindirmiş, yüzlerce kişi telefonla veya bizzat İdarehanemize kadar gelmek suretiyle, gazetemizi tebrik etmişlerdir.
 
    Filhakika üstadın Yeni İstiklâl gazetesinde çıkan yazıları, memleket çapında büyük akisler husule getirmiştir. Bilhassa Nur Risalelerinin muarızlarından Senatör Ahmet Yıldtz'a verdiği cevaplar, bütün memlekette çok büyük bir alâka uyandırmış, elden ele gezmiş, topluluklarda alenen okunmuş, gazetemizden kesilerek birçok vatandaşlara okutulmuş, bu suretle belki yüz binden fazla Müslüman kardeşimiz bu cevaplan okumuş, hakikati öğrenmiştir.
 
    Şeyhülislâm Mustafa Sabrl Efendi nâmına ortaya sürülen ve Temyiz Mahkemesinin malûm kararının mesnedleri arasına sokulan muharriri meçhul düzmece broşürün sahteliğini meydana çıkarmış, islâm ümmetine karşı iftira ve tezvirâtı ile maruf Doçent Çetin Özek'in bu sahte vesikayı halp akçe gibi nasıl ortaya sürdüğünü bütün delilleri ile, vesikaları ile ortaya koymuş, bütün Risâle-i Nur muârılarının çanlarına ot tıkamış, dillerini kurutmuştur.
 
    Eşref Edip Bey Üstadımızın yazı üslûbu çok akıcı, söz ve kelâmı, delil ve vesikalara müstenid, öz ve hakikat olduğu için okuyucularımız onun yazılarına çok meftundur. Hiç şüphe etmiyoruz ki, çok mühim bir mevzua temas eden bu Kara Kitab'ı da diğer yazıları gibi heyecanla tâkib olunacak, elden ele gezecek, umumi ve hususî topluluklarda alenen okunacak, gazetemiz kapışılacak, her okuyucumuz tarafından birkaç nüsha alınarak Müslüman kardeşi erimize dagıtılacaktır.
 
    Tâ ki, millet yakın tarihimizde cereyan eden bütün hiyânet ve cinayetleri olanca çıplaklığıyla anlasın ve öğrensin.
 
* * *
 
Bu Kara Kitap, yalan tarihimizin kara ve kızıl sahifelerlnln hikâyesidir.  
Bu Kara Kitap, milletin öz varlığına, maneviyat ve mukaddesatına karsı bozguncu zihniyetin, sapık ideolojinin irtikâb etti
ği cinayetleri, şenaatleri anlatır.  
Bu Kara Kitap, yürekleri yakan, vicdanları tutuşturan faciaların hikâyesidir.  
Bu Kara Kitap kırk bin din talebesini sokağa döken, bütün din müesseselerinin kapılarına zincir vuran, bütün mektepler
den din derslerini kaldıran, Kur'an-ı Kerim sürelerini ihtiva ettiği için din kitaplarım kamyonlarla toplatıp mezbeleliklerde
yakanların hıyanet ve şenaatlerini tasvir eder.  
Bu Kara Kitap, dinî neşriyata karsı katliâm emri veren, Kur'an diliyle ezan okuyanları zindanlara dolduran, Müslüman
çocuklara namaz sûreleri okutanları cürm-i meshud mahkemelerine sürükleyenlerin şenaatlerini ortaya koyar.  
Bu Kara Kitap, Köy Enstitüleri diye açılan ahlâk ve namus mezbahalarında verilen içkili ziyafetlerde milletin masum evlât
larına yapılan tecâvüzleri, rezaletleri hikâye eder.  
Bu Kara Kitap, düzme tarih kitaplarında Müslüman Türk Milletinin mukaddesatını tahkir ve tezyif edici fikirleri Müslüman Türk Milletinin yavrularına aşılayanların suikastlerinden bahseder.  
Bu Kara Kitap, lâikliği din aleyhtarlığı, demokrasiyi diktatörlük seklinde tatbik edenlerin düzenbazlıklarını anlatır.  
Bu Kara Kitap, çok mühim hâdiselerden bahseder. Tarihimizin kara sahifelerini tetkik ve tahlil eder.  
Bu Kara Kitap, İslâm'dan, millî hüviyetten uzaklaşma zihniyeti yıkılmadıkça Müslüman Türk milletinin din hürriyetine
asla kavuşamayacağını söyler.  
Bu Kara Kitap, devirlerin geçtiğinden, fakat bu bâtıl zihniyetin hiç değişmediğinden bahseder.  
Bu Kara Kitap, Müslüman Türk milletinin zimamdarlarının daima hakikatleri bâtıla çevirdiklerinden bahseder.
«Tanzimat dediler, memleketin temel binasını, temel nizamını tahrib ettiler. İslâhat dediler; baştan aşağı bütün milli düzeni ifsad ettiler. Meşrutiyet dediler; istibdad, şekavet çetesi kurdular. Lâiklik dediler; din ve vicdan hürriyetini en ağır zincirlerle bağladılar. Demokrasi dediler; en koyu diktatörlük idaresi tatbik ettiler. Medeniyet dediler; vahşet ve rezalet getirdiler.» Hep böyle Müslüman milletini aldattılar.  
Bu Kara Kitap, İslâm Dinine karşı takib edilen düşmanca hareketin, reva görülen hakaret ve tecâvüzün hak ve kanuna,
anayasaya, kanunlara aykın olduğunu söyler.  
Bu Kara Kitap, bir asırdan fazla zamandan beri milletle liderleri arasında devam eden anlaşmazlığın, ayrılığın esaslarını
ortaya koyar.  
Bu Kara Kitap, partiden partiye intikal edegelen sapık ve bozguncu zihnayet bertaraf edilmedikçe, arada samimî
vahdetin, kalbi muhabbet ve rabıtanın asla teesüüs edemiyeceğini söyler.  
Bu Kara Kitap, din hürriyetini zincire vurma yolundaki zihniyetin devirden devre, partiden partiye intikal ettikçe nasıl şiddetlenmiş olduğunu gösterir.  
Bu Kara Kitap, din hürriyetine en ağır darbeyi indiren 163. maddenin tesisinde Başvekil Şemseddin Günaltay ile Demokrat Parti Başkanı Celâl Bayarın nasıl anlaştıklarını ifşa eder.  
Bu Kara Kitap, bu korkunç maddenin tesistindeki siyasî saikleri gösterir.  
Bu Kara Kitap, Kurân-ı eline alarak parlâmento kürsüsünden «Bu kitap yeryüzünde kaldıkça dünyada sulh ve selâmet
olamaz» diyen meşhur din düşmanı Gladston gibi, Bayar'ın da Bursa'da onbinierce vatandaş huzurunda mendebur bir kürsüye çıkarak: «Artık bu memlekette Şeriat yaşamıyacaktır!» diye Şeriat-ı Ahmediye'ye nasıl dil uzattığını izah eder.  
Bu Kara Kitap, Hakka karsı gelenlerin zelil akıbetlerinden,hüsranlarından bahseder.  
Bu Kara Kitap, ıslahatçılık nağmeleri ile işe başlayıp işbaşına geçtikten sonra milleti nasıl kazıkladıklarından bahseder.  
Bu Kara Kitap, ilericilik, devrimcilik safsataları ile, Bursa nutku icatları ile cinayetlerini meşrulaştırmak yolunu tutanlar
dan bahseder.  
Bu Kara Kitap, dil bezirganlarından, mektep kaçkını kiralık âlimlerden, istenilen fetvayı vermek için el pençe duran, Türk
dilini jandarma süngüsü ile katletmeye kalkışan lisan cellâtlarından bahseder.  
Bu Kara Kitap, Kur'ân-ı Azîmüşşan'ın asıl metnini kaldırmak isteyenlerin câniyâne, kâfirâne plânlarından bahseder.  
* * *
 
    Muhterem Eşref Edib Bey Üstadımızın gazetemize armağan ettiği bu Kara Kitab'ın mevzu ve muhtevası hakkında verdiğimiz İzahatın bütün okuyucularımız tarafından çok ciddî bir alâka ve heyecan ile karşılandığı, gelen binlerce mektup ve telgraflardan anlaşılmıştır. Birçok bayilerimiz siparişlerini arttırmışlar, imanlı, şuurlu muhterem okuyucularımız da sabırsızlıkla bekledikleri bu yazı serisini ihtiva eden nüshaların Müslüman kardeşlerimize dağıtılması hususunda bütün gayret ve samimiyetleri ile çalışacaklarını bildirmek lûtfunda bulunmuşlardır.
 
    Memleket çapında olan bu umumî teveccüh ve rağbet karşısında biz de, harca borca bakmayarak, imanlı, şuurlu Müslüman kardeşlerimizin himmet ve muavenetlerine güvenerek, gazetemizi yarınki nüshadan itibaren çok fazla miktarda basarak umumi ihtiyacı karşılamayı kararlaştırmış bulunuyoruz.
 
    Tesis devresinde olan gazetemizin, dosta düşmana karşı, İslâm dâvasının alemdarı büyük bir müessese-i islâmiye.. Siyasi ve içtimaî, ilmî ve iktisadî yüksek bir otorite hâline getirmek için, 60 senedir bu mefkure ve gaye yolunda çalışan Muhterem Eşref Edib'Bey Hocamızın, gazetemize karşı, fisebilillah, göstermiş oldukları çok samimi, çok candan alâka ve himmetlerine, gayret ve yardımlarına bilhassa teşekkürler ederiz.
 
    Maddî, manevî.. Umumi, hususî.. Bu samimî teveccüh ve müzaheretlerdir ki, iktihamı çok müşkül olan bu dâvamızda başarı kazanmış olacağımız hususunda bize büyük bir kuvvet kaynağı olmuş ve olmaktadır. Tevfik Allah'tandır.
 
M. Şevket EYGİ
 
1
CHP'nin sapık zihniyeti, bâtıl ideolojisi yıkılmadıkça,
Müslüman Türk Milleti din hürriyetine asla kavuşamaz
 
   
Bir zamanlar dünyaya meydan okuyan Müslüman Türk Milletini çökerten, asırlarca üç kıt'ada hükümran olan Müslüman Türk imparatorluğunu yıkan, parçalıyan mülhid, sapık ve bozguncu zihniyet yıkılmadıkça, Müslüman Türk Milletinin din hürriyetine kavuşmasına, halâsına, asla imkân yoktur. Her şeyden evvel bu zihniyetin yıkılması lâzımdır. Bu, temel dâvadır.
 
    Nasıl ki müslümanlık herşeyden evvel şirkin, puta tapmanın kaldırılmasına ehemmiyet vermiştir, işin başında bu vazife Peygambere tevdi olunmuştur. Oruç, hac, zekât gibi aııa esaslar farz kılınmazdan evvel bütün ehemmiyet şirkin, Allah'a ortak yapmanın, Allah'tan gayriye tapmanın kaldırılmasına, yok edilmesine hasredilmişti. Mekke'de 13 sene gibi geniş bir zaman hep şirkle mücâdele edildi. Bu yolda birçok âyetler nazil oldu. Bu suretle müslümanllk herşeyden evvel şirki iptal etti, tevhidi tesis etti.
 
    Bugün de müslümanlığın, herşeyden evvel, ana dâvası, bu ilhad zihniyetini yok etmek, din hürriyetini sağlamaktır. Büyük Peygamberimizin yolu budur. Bütün hayatta O, bize bir örnektir. Örnek olmak için Peygamber beşerden olmuştur. O'nun yaptığı işler insanların yapabileceği işlerdir, insanların yapamıyacağı isler O'na ve bize yükletilmemiştir.
 
    Cemiyeti beşeriye, bugün, Islâmdan evvelki dalâlet (sapıklık) devrini andırır bir vaziyette bulunuyor. Bu meyanda müslüman Türk milleti de yolunu şaşırmıştır. İmânı sarsılmış, ahlâkı bozulmuş, fazileti, izzet ve şehâmeti çökmüştür. İlhad zihniyeti, manevî varlığını büyük tehlikeye mâruz bir hâle getirmiştir.
 
    Bu, nasıl oldu? Millet bu hale nasıl geldi? Nasıl getirildi? Bu güzel memlekete, bu Islâm diyarına ilhad zihniyeti nasıl
sokuldu? Bu sapık, bu bozguncu zihniyet nasıl kökleşti? Memleketin içtimaî ahengini nasıl yıktı? Milletin dinî şeâiri, millî
hüviyeti, millî secâyası nasıl kemirildi? Millî mümeyyizâtı nasıl aşındırıldı? Manevi varlığı nasıl soyuldu? Dinden, îmandan
nasıl uzaklaştırıldı?.. Bunu ortaya koymak, yapılan işleri göz önüne almak, hakikati bilmek, öğrenmek, ona göre çare aramak
lâzımdır.
 
    Bu ilhad zihniyeti... Allah yolunu bırakarak şeytan yolunu tutan Halkçıların can-ü gönülden benimsedikleri, kendilerine mâl ederek dört elle sarıldıkları bu solak, bu yıkıcı, bu sapık zihniyet, bu mülhid mason zihniyeti, bu müfsid, bu bozguncu Marksist ideoloji yıkılmadıkça milletin din hürriyetine kavuşmasına asla imkân yoktur. Onun için herşeyden evvel bu ana dâvanın öne alınması lâzımdır.
 
2
Milleti nasıl aldattılar? Memleketi nasıl yıktılar?
Milletin mukaddesatını nasıl çiğnediler?
 
    Mileti nasıl aldattılar? Memleketi nasıl yıktılar? Milletin mukadderatını nasıl çiğnediler?
 
    Tanzimat dediler; memleketin temel bünyesini, temel nizamını tahrip ettiler. Islâhat dediler; baştan aşağı bütün milli düzeni ifsâd ettiler. Meşrutiyet dediler; istibdat çetesi kurdular. Lâiklik dediler; din ve vicdan hürriyetini en ağır zincirlerle bağladılar. Demokrasi dediler; en koyu diktatörlük idaresi tatbik ettiler. Medeniyet dediler; vahşet ve rezalet getirdiler.
 
    Bütün bu bozguncu hareketin neticesi ne oldu? O, meydanda: Tanzimatçıların frenkleştirme hareketi, Müslüman Türk milletin hükümranlığım sarstı; içtimaî hayatını bozdu; Müslüman Türk heye-ti içtimaiyesini Hıristiyan heyet-i içtimâiyesinin tesir ve nüfuzu altına soktu, devleti iflâsa sürükledi, zayıf düşürdü, nihayet Moskof orduları istanbul kapılaına dayandı.
 
    Ittihat'çılar, aynı zihniyeti tâkib ederek memleketi farmason localarından idareye kalkıştılar, On seneye varmadı; koskoca imparatorluğu inkıraza sürüklediler, devletin temellerini yıktılar. Kıt'alar elden gitti, memleket parçaladı, perişan oldu.
    Kalan bir karış toprakta Halkçılar, Ittihad'çılardan devraldıkları sapık, bozguncu zihniyeti bütün hıziyle yürüttüler. Bütün gayz ve kinleriyle milletin maneviyâtına saldırdılar. Mukaddesatına hücum ettiler. Din müesseselerini kapattılar, mekteplerden din derslerini kaldırdılar, Allah, Peygamber tanımayan derbeder bir nesil yetiştirdiler.
 
    İşte bu yazı serisi, bu hazin maceranın hikâyesidir; dört  tarihî devrenin fecâyiini anlatır. Birinci, ikinci devirler, yâni Tanzimat ve Meşrutiyetin yıkıntıları uzun sürdüğü için, onların tahlilini sonraya bırakıyorum. Şimdi yalnız üçüncü ve dördüncü devirleri alıyorum.. Bu devirlerde milletin öz varlığına, maneviyat ve mukaddesatına karşı bu bozguncu zihniyetin irtikâp ettiği faciaları hulasaten izah edeceğim.
 
3
Maksadımız partiler üstü bir nazarla İslânıdan
uzaklaşmakta, temel varlıktan ayrılmakta
olduğumuzu göstermektedir
 
Evvelâ şurasını kaydedelim ki, evvel, âhır, benim hiçbir partiyle alâkam, hiçbir siyasî teşekkülle en küçük bir ilgim yoktur; ne geçmişte, ne hâl-i hazırda. Altmış senelik neşriyat bayatım bunu ispat eder. Siyasete intisap etmiş olmamak itibariyle herhangi bir partinin İdarecileriyle dostluk veya düşmanlık gibi şahsî bir münasebetim mevzuibahils değildir. Hattâ bir muarefem (tanışıklığım) bile yoktur. Kimseden bir şey beklediğim de yoktur. Biz tamamiyle partiler üstü olarak, milli ve İslâmî nokta-i nazardan, partilerin, memleketi idare edenlerin yalnız ef'âl ve icraatı ile, zihniyet ve idealojilerîyle meşgulüz. Bu itibarla, yazımızı herhangi siyasî bir maksada, yahud şahsi bir gareze atf etmeye mahal yoktur.  
    Maksadımız, dinimize karşı tâkib edilen düşmanca hareketin, reva görülen hakaret ve tecâvüzün hak ve kanuna, anayasaya, lâikliğe, insan haklarına, demokrasiye aykırı olduğunu ibret nazarları önüne sermek; bir asırdan fazla zamandan beri devam eden milletle idareciler arasındaki anlaşamazlığın, ayrılığın esas sebebini ortaya koymak; fırkadan fırkaya, partiden partiye intikâl edegelen sapık ve bozguncu zihniyet bertaraf edilmedikçe, hakikî surette lâiklik tatbik edilmedikçe, hakikî surette din hürriyeti sağlanmadıkça, millet sahip olduğu hakkına kavuşmadıkça, millî emâneti üzerine alanlar milletin arzu ve irâdesine sadakat ve itaat göstermedikçe, arada samimî vahdetin, kalbî muhabbet ve rabıtanın asla teessüs edemiyecegini anlatmaktan ibarettir.
 
4
Batıl zihniyet misyonerlerinin, terakkiye îslâmiyetin mâni
olduğu hakkındaki dâvaları iflâs etmiştir
 
    Bu bâtıl zihniyetin misyonerleri, Türk Milletinin geri kalmasının sebebini İslâm Dinine atf ediyorlardı. «Dîni, medenî hayata mâni bir zehir» [* İnönü'nün 1950 seçimlerinde Taksim'de ki nutku] olarak telâkki etmişlerdi. Türk Milleti, dininden tecrid edilecek olursa, yükseleceği iddiasında idiler. Bütün programlarını buna göre tanzim etmişlerdi, icraat ve tatbikatları da bu yolda idi.
 
    Hani, milleti yükseltme yolunda ne yaptılar? Islama karşı bu hasmâne tezleri üzerinden çok uzun zamanlar geçtiği haldene hünerler gösterdiler? Kalkınma şöyle dursun, cehalet ve sefaletin daha umumîleşmedinden başka ne netice hâsıl oldu?
 
    Müterakki mîlletlerin kalkınma hamleleri umumiyetle 25-30 sene arasında tamamlanmıştır. Bizde ise evvelce bir asır, sonra da yanm asra yakın bir zaman geçtiği hâlde ilim sahasındaki geriliğimizde hiçbir ilerleme olmamıştır.
 
    Türkiye'nin bundan yarım asır evvelki dünya ilim seviyesine nazaran durumu ile bugünkü dünya ilim seviyesine nazaran durumu karşılaştınlırsa, umumî dünya terakkisi karşısında bizim ilerici misyonerlerin hiç de bir terakki göstermedikleri apaçık anlaşılır. Terakkiye mâni diye Islâmiyete arka çevirdiler de beynelmilel sahada kaç tane âlim yetiştirdiler? Ne gibi bir kesifte bulundular? Nobel mükâfatını mı aldılar? Bugün müterakkî bir milletin seviyesi, yetiştirdiği âlimlerin miktarına göre ölçülür.
    İşte islâmiyeti terakkiye mâni' addeden bâtıl zihniyet misyonerlerinin, câhil ve liyakatsiz halkçıların ve o yolda gidenlerin tezlerinin ne kadar boş olduğu, islâmiyete karşı yaptıkları iftiranın ne kadar hasmâne olduğu bugün tamamiyle anlaşılmıştır. Çünkü bütün dâvaları İflâs etmiştir. Artık bugün îslâmiyete karşı yapacakları bir isnatları kalmamış, bütün bâtıl dâvaları akamete uğramış, dâvaları gibi cemiyetleri de haybet ve hüsrana mahkûm olmuştur.
 
    Demek istiyoruz ki, evvelce bir asır, sonra da yanm asra yakın bir zaman tecrübesi yapılan ve sonunda iflâs etmiş olan Halkçıların bu bâtıl zihniyetlerinin devamına ve bu tecrübenin tekrarına artık milletin tahammülü, güveni yoktur. Bu bâtıl zihniyetin kökü mutlaka kazınmalıdır. Bu yapılmadıkça Müslüman Türk Milleti için halâs imkânı yoktur.
 
    Yazılarımı muhterem okuyucularımın dikkatle takip edeceklerini, ehemmiyetle nazar-ı itibâre alacaklarını ümid ederim. Çünkü bu mesele, Müslüman Türk Milletinin ana davasıdır. Bu mülhid, bu sapık ve bozguncu zihniyetle dinimiz arasındaki mücâdele, hayat - memat (ölüm - dirim) mücadelesidir.
 
5
Bahsimiz, milletin en derin bir derdini teşrihdir.
Muhterem okuyucularımın ciddî alâkalarını beklerim
 
    Muhterem okuyucularım!
    Boş sayfaları doldurmak için bu yazıları yazmıyorum. Boş vakitlerinizde size bir meşgale olmak için bu zahmete katlanmıyorum. Milletin en derin bir ızdırabını, en derin bîr derdini teşrih ediyorum. Sözlerimi can gözüyle okumanızı, can kulağı ile dinlemenizi isterim. Şöyle bir göz gezdirip de bu varakpâreyi manavdan alacağınız zerzevata sargı kâğıdı yaparsanız, çok üzülürüm, hakkımı helâl etmem. Kendiniz candan okuyacağınız gibi, mü'min kardeşlerinize de candan okutursanız, bu sin'nü sâlde Hak yolunda bu kadar zahmette bulunduğuma canım yanmaz. Bizim vazifemiz, hak ve hakikati tebliğden ibarettir. Zulüm ve sefalet yüzünden batan milletlerin akıbetlerini gösteren Kur'ân'ın ikazları insanlar için büyük ibret levhalarıdır. Biz yaşadığımız devri, olduğu gibi tarihe tevdi etmekle mükellefiz. Vazifemizi yapıyoruz. Her hâl ü kârda tevfik ve hidâyet yalnız Allah'dandır.
 
6
CHP alel'âde bir parti değil, zararlı bir komitedir
 
    Lâikliği din aleyhtarlığı mânâsına anlayan ve o yolda tatbik eden halkçıların günâhı çok büyüktür. Çünkü onların devrinde Müslüman Türk Milletinin imânı, millî secâyası, millî hüviyeti, dinî şeâiri çok sarsılmış, asırların yapamıyacağı tahribata mâruz kalmıştır. Bu devirde CHP'nin bozguncu, sapık zihniyeti, bütün azgınlığı, bütün şiddet ve ceberûtiyle tatbik olunmuştur. Bunun neticesidir ki, bugün dinden, îmândan mahrum, millî değerlere düşman, komünizme âşık, haymatloz, derbeder, serseri bir nesil yetişmiştir.
 
    Bütün icrââtı ile sabit olmuştur ki, Halk Partisi denilen bu teşekkül, bu komite, alelade bir parti değildir. Başka bir karakteri, kendisine has bir ideolojisi vardır ki, bunu bir dîn gibi telâkki eder; halkın kafasına yerleştirmek ister. Bu itibarla alelade bir siyasî teşekkülden ziyâde, ideolojik bir komite, bir topluluktur. Eline fırsat geçtikçe, ideolojisini, bâtıl akidesini zorla tatbike çalışır. Malûm bâzı memleketlerde olduğu gibi...
 
    Karşısında iki muhalif kuvvet vardır: Biri siyasî partiler, biri de dindir, İslâm Dinidir. Siyasî partilerle olan mücâdelesi, sandalya kavgasıdır. Fakat din ile, müslümanlıkla mücadelesi, ideoloji meselesidir. Kırk senelik hayatı, bunun şahididir. Siyast sahnesindeki oyunlarla bazen, iktidardaki kuvveti iğfal tuzağına düşürür, iktidarı eline alır. Fakat müslümanlıkla mücâdelesi, başka bir mâhiyet arz eder. Bozuk, yıkıcı, devirici ideolojisini, bâtıl akidesini kafalara, kalblere yerleştirmek için, evvelâ zemini müsâid hâle getirmek yolunu tutar: Bütün din müesseselerini kapatır, bütün mekteplerden din tedrisatını kaldırır, zalimane kanunlarla dini sımsıkı bağlar, demir çember içine alır. En ufak dinî bir faaliyeti, Islâmî bir inkişâfı amansız bir surette boğmaya çalışır.
 
    Dinî neşriyata karşı şiddetli bir vaziyet alır. Engizisyonvârî emirler ve kanunlarla dinî neşriyatın kökünü kurutur. Dinî yazı yazanları mahkemelerde süründürür. Bin türlü müşkülât çıkarır. Müesseselerini târumâr eder. Kendi bâtıl zihniyeti ve ideolojisine taraftar olanlara hazinenin kapılarını açar, onları zenginleştirir, emrinde kullanır. Bu suretle dine karşı matbuatta bir cephe hazırlar.
 
    Din ehline karşı bütün geçim kapılarını kapar, onları sıkıntı içinde kasıp kavurur, dilenecek hâle getirir. Elindeki vasıtalarla, emrindeki gazetelerle tahkir ettirir. Onları küçük. düşürecek hiçbir fırsatı kaçırmaz.
 
    Mekteplere kol atar, çocukların kafalarından, kalblerinden Allah fikrini yıkmak için tıyneti bozuk, sapık öğretmenleri kışkırtır. Onlara türlü maskaralıklar yaptırır. Tertipli hikâyelerle, kötü telkinlerle masum yavruları zehirler.
 
    Din talebesini sokağa döker, Komünist yuvaları açar. Adına Köy Enstitüleri der. Plânlı telkinatla çocukları dinden, ahlâktan uzaklaştırır, köylerin millî ve dinî ahengini bozacak ihtilâlci unsurlar yetiştirir. Dinsiz, imansız, komünist ruhlu öğretmenleri himaye ve teşvik eder.
 
    Rusya'daki Allahsız kulüplerinden ilham alarak «Halk evleri» açar. Orada halkın dinî hislerini aşındıracak türlü mefsedetlere tevessül eder. Oralara din kitaplarının ve dergilerin girmesini şiddetle yasaklar. Camileri, mescitleri kapatıp oraları kızıl mâbed hâline koymayı tasarlar.
 
    Pespaye' muharrirler bulur , onlara İslâm diniyle istihza, ilim ehlini istihfafla tahkir, müslüman halkın âdetleri ve mukaddesatı ile alay eden piyesler yazdırır; mekteplerde, tiyatro sahnelerinde oynatır. Bu suretle halkın mukaddes hislerini çiğnetir.
 
    Düzme târih kitapları hazırlar. Yalanlarla, iftira ve isnatlarla düzenbazlık yapar. Hakikatleri değiştirir, islâm târihini tahrif eder.
 
    Dinî cemiyet teşkilini men' eder. Müslümanlığın inkişâfına meydan vermez. Kendi bâtıl akidesini yürütmek için hakâyikı îmâniyeye hasım kesilir. Muhayyel suçlar, cepheler ihdas eder.
 
    Gelecek yazılarımızda madde madde göstereceğimiz bu icraat, lâikliğin böyle dine aleyhtar tatbikatı, komünist diyarından başka dünyanın hiçbir medenî ve lâik memleketlerinde yoktur.
 
    İşte Halkçılar, iktidarda oldukları uzun zamanlar bütün icraat ve tatbikatlarını hep böyle lâikliğe aykırı olarak yaptılar.
Onlara bu hareketlerinin hesabını soran olmadı. Çünkü onların yerlerine gelenler, o kökten idi. Yaktılar, yıktılar, Bu asîl, bu
faziletli milletin manevî varlığını soydular, soğana çevirdiler. Din harâb, îmân türab oldu. Emaneti ehline vermeyen.
gafil müslümanlar, işledikleri büyük suçtan dolayı tövbe ve istiğfar etsin, Allah'tan afv dilesinler...
 
7
Din müesseselerini kapattılar, ahlâk mezbahaları açtılar
 
    Cümlece malûmdur ki, Halkçılar, evvelâ memlekette din müesseselerini kapatmakla dine karşı, İslâm dinine karşı taarruza başladılar. Din müesseselerinde okuyan kırkbin din talebesini bir anda sokağa döktüler. Kırkbin din talebesi, yatakları omuzlarında, sokaklarda perişan bir hâlde, göz yaşları dökerken onlar iyş ü işret sofralarında rakılar, viskiler, şampanyalarla,
zevk ve kahkahalarla, sabahlara kadar icra-yı şâdumanî eylediler. Maarif Vekillerinin, şampanya kadehini kaldırarak:
 
    - Bugün kırkbin yobazın yuvalarını târmâr ettim diye attığı naralar, hâlâ milletin kulağında çınlamakta, kalbini tutuşturmaktadır.
[* Bu cür'etkâr vekilin, bilâhare bağırsağı patlayarak kazuratı ağzından geldi. O hâlde cehennemi boyladı.]
 
    Din müesseselerinin kapıları üzerine vurulan kara ve kızıl kilitler, uzun yıllar, bir çeyrek asırdan fazla zaman asılı kaldı. Bu zalimane, bu mulhidâne hareket karşısında din adamı yetişmesine imkân kalır mıydı? Bu suretle mâbedleri imamsız, minareleri müezzinsiz, köyleri hocasız bıraktılar, ölüleri gusledecek, defnedecek imam kalmadı. Cenazeler ortada tefessüh edecek hâle geldi.
 
    Halbuki bu din müesseseleri, Şeyhül-İslâm Hayri Efendi zamanında «Dârül - Hilâfe Medreseleri» nâmıyla yepyeni bir tarzda teşkilâtlanmış, modern bir hâle gelmişti. Bilhassa ahlâk ve terbiyeye ehemmiyet verilmiş olmak itibariyle millet nazarında fevkalâde teveccüh ve rağbete mazhar olmuş, çok büyük bir mevki kazanmıştı. O derece ki, birçok vatandaşlar, hattâ hayli meb'uslar, çocuklarım liselerden alarak Dârül-Hilâfe Medreselerine vermeye başlamışlardı.
 
    Maddî, manevî böyle mütekâmil bir şekilde meydana çıkan ve ilerlemekte olan bu din müesseseleri Halkçıların bozuk ideolojisi için büyük bir tehlike teşkil ediyordu. Din müesseselerinin bu inkişafından, devlet ve millet menfaatına, memnun olmak icab ederken, kırkbin din talebesini bir anda sokağa döktüler, memleketteki bütün din müesseselerinin kapılarını zincirlediler.
 
    Tarih, böyle bir şenaati kayd etmemiştir. Ancak, dinsiz, imansız bolşeviklerin diyarında böyle cinayetler işlenmişti. Apâşikâr görülüyor ki, bu cinayet, ancak dinin, Din-i Mübîn-i İslâm'ın kökünü kurutmak maksadıyla irtikâp olunmuştur. Nitekim, öyle oldu. Bu tecâvüz ve taarruzlar İslâmın varlığının temellerini sarstı.
 
    Pekâlâ anlaşılıyor ki, din müesseselerinin ve din ulemasının İstiklâl Harbi zamanında müslüman halkı mücadeleye teşvik ve bilfiil harbe iştirak hususundaki büyük hizmetlerini gören Halkçılar, bu manevî kuvvetin, ilerdeki mutasavver tatbikatlarına, plânlarına engel olabileceği endişesiyle, din ehlinin kudret ve nüfuzlarını kırmak için, zaferden sonra din müesseselerini kapatmayı, din ehlini kudretsiz hâle getirmeyi, ilkeleri, ideolojileri için bir zaruret telâkki etmişlerdi. Nitekim yaptıkları bütün işlerle bu hakikat tezahür etmiştir.
 
    Şayanı dikkattir ki, Halkçılar, İslâm dininin tâlim ve tedris müesseselerini böyle büyük bir gayz ve şiddetle yıkarken, hıristiyan ve yahudilerin ve diğer bütün gayri müslimlerin din müesseselerine karşı en ufak bir müdahalede bile bulunmadılar. Ezcümle Heybelada'daki papaz mektebi ferih - fahur, kemâl-i emniyet ve serbesti ile hıristiyan din adamı yetiştirmekte devam etti. Dahildeki hıristiyan mâbedlerinden ve mekteplerinden başka harice de din adamları gönderecek derecede faaliyette bulundular. Diğer taraftan, misyonerlerin bütün din müesseseleri de kemâl-i serbesti ile faaliyetlerine devam ettiler. Halkçılar, onların kıllarına bile dokunmadılar. Demek, Halkçıların yegâne hasmı, yegâne taarruz hedefi, müslüman müesseseleri idi.
 
    Halkçıların bu şenaati, Müslüman Türk Milletinin kalbinde çok derin yaralar açtı ki, asırlar bu yarayı iyi edemez. Bu acı, bu yürekler yakan hıyanetler hâtıralardan silinemez. Bu şenaatları irtikâp edenleri millet nasıl ister, ona nasıl itimat eder? Nasıl güvenir?
 
    Din müesseselerinin kapılarını zincirleyen, kırkbin din talebesini sokağa döken, bütün mekteplerden din derslerini kaldıran halkçılar, açtıkları köy enstitülerinde komünist öğretmenler yetiştiriyor, bunları Rusya'ya gönderiyor, orada tahsilini ikmâl ettiriyor, sonra onları masum Türk yavrularının başına geçiriyordu.
 
    O köy enstitüleri ki, orada kız ve erkek çocuklar bir arada bulunduruluyor, her türlü rezaletler oluyor, sık sık idarecilere içkili, danslı ziyafetler veriliyor, mumlar söndürülüyor, diploma yerine, kucaklarında bir piçle evlerine dönenler oluyordu.
 
    O köy enstitüleri ki, orada Marks'ın beyannâmesi, komünist eserleri öğretiliyor, Müslüman Türk Milletinin dinî örf ve âdetleri tahkir, mukaddesatı tezyif ediliyordu. En rezil hikâyeler okutuluyor, en bîedibâne piyesler oynatılıyordu. Bu komünist batakhanelerine oluk oluk devlet parası akıtılıyordu.
 
21. ve 22. sayfalar yok.
 
dar îman, zerre kadar insanlık haysiyet ve şerefi olan hiçbir insan, hiçbir müslüman, hiçbir, cemiyet, hiçbir millet, hiçbir kavim yoktur ki, bu zulümleri irtikâp edenleri sevsin, istesin!..
 
9
Din kitaplarını kamyonlarla toplayıp mezbelelerde yaktılar
 
    Bir aralık Halkçılar zulüm ve şenaatlerini o derece ileri götürdüler ki, Kur'ân dili ile yazılı namaz sûrelerini ihtiva ettiği için, çocuklara mahsus olmak üzere neşredilen din kitaplarını bütün memleketten kamyonlarla toplattılar. Polis karakollarında ayaklar altında süründürdüler, sonra da mezbelelere attılar, yaktılar, külünü havaya savurdular. Kızıl komünist radyoları, büyük takdirlerle bu şenaati cihâna ilân ettiler. Bu cinayeti irtikâp eden, kara ve kızıl kalpli bir münafık idi. Kendisine bizzat:
 
    —Bu yaptığınız hareket lâikliğe, din ve vicdan hürriyetine sığar mı? dediğimiz zaman, gülmüş :
 
    —Artık Türk çocukları Arab'ın dilinden hoşlanmaz, bir şey anlamaz, demişti...
 
    Bu kadar küstahlaşan bu adam, bu derece şeni' bir harekette bulunurken, Çankaya'da karargâh kuran Halkçıların şefi İnönü'nün en büyük iltifat ve ikramlarına mazhar oluyordu.
 
    1942'de «Kur'andan İktibaslar» adiyle neşrettiğimiz bir eser de bütün memleket kütüphanelerinden toplattırıldı. Baştan başa âyet-ı kerîmeden ibaret olan bu mübarek eser, karakollarda ayaklar altında süründürüldü. Zamanın Matbuat Müdürü, Halkçıların gözdesi, ideolojilerinin baş mümessili, meşhur müseccel solcu Vedat Nedim Tor «Dahiliyet Vekâleti Matbuat Umum Müdürlüğü, sayı 653 ve 17 Mayıs 1942 tarihli» bize gönderdiği müzekkerede aynen şöyle diyordu:
 
    — «Biz her ne şekilde ve surette olursa olsun memleket dahilinde dinî neşriyat yapılarak, dinî bir atmosfer yaratılmasına ve gençlik için dinî bir zihniyet fideliği vücude getirilmeisne taraftar değiliz.»
 
    Vedat Nedim ki komünist partisi kurmak ve Rusya hesabına Türkiye'ye ihanet etmek suçuyla muhakeme edildiği sırada şöyle itirafta bulunmuştur:
 
    — «1925 tevkifatı üzerine kaçan Şefik Hüsnü'nün Moskova'dan gönderdiği talimatı aldıktan sonra, merkez heyetinden olup tevkif edilmeyen Mahmut, Salih ve Faik ile faaliyete geçtik. Mevkuf arkadaşlara Moskova'dan Kızıl Yardım Teşkilâtı tarafından gönderilen paraları dağıttık. Moskova ve haricî büromuz bizden daha fazla faaliyet ve tahrikler istedi; gazetelere aksedecek faaliyetler göremeyince de muntazam gönderilen bin dolarlık tahsisat kesildi.» (Senatör Doktor Fethi Tevetoğlu: «Türkiyede Sosyalist ve Komünist Faaliyeti»)
 
    İşte bu millet, böyle çeyrek asırdan fazla zaman bu zâlimlerin boyunduruğu altında inledi durdu. Bütün bu zulümlere, bütün bu şenaatlere, bütün bu hakaret ve zilletlere tahammül etti. Ne de sağlam canı varmış! Ne de tahammül kabiliyetinde imiş! Zulüm ve tazyik, korku ve tedhiş ne kadar da onun şerefini, izzel-i nefsini korumadan uzaklaştırmış!..
 
    Bir gün Resûl-i Ekrem Efendimiz, ashab-ı kiramın toplu bulundukları bir sırada, elini şakağına koyarak düşünceye dalmış ve demiş ki:
 
    — Bir gün gelecek, insanlar sofrada buyurun buyurun diye yemeğe davet oldunduğu gibi, yabancılar müslüman memleketlerini birbirine böyle peşkeş çekecekler!..
 
    Ashab-ı kiram çok müteessir olmuşlar.
 
   — Aman yâ Resûlallah! demişler; o zaman İslâm ümmeti pek az mı kalacak?
 
    — Bilâkis, pek çok olacak. Fakat, sellerin kenara attığı saman çöpleri gibi olacaklar; kalblerine vehn arız olacak!.
 
    — Vehn nedir? yâ Resûlallah!
 
    — Vehn, hayatı sevmek, ölümden korkmak!..
 
    Müslüman Türk milleti bir zaman için böyle hisleri dondurulmuş, dalâlete sürüklenmiş, saman çöpü hâline getirilmişse de, fıtratındaki asalet ve şehamet dolayısiyle çok geçmeden bu badireyi atlatmış, Allahın tevfik ve hidâyetine mazhar olarak boyunduruğu parçalamış, zâlimleri başından atmış, hürriyet ve şerefine, izzet-i nefis ve haysiyetine kavuşmuştur.
 
10
Kiliselerde çanlar çalınırken, minarelerde
Allahu Ekber diyenler zindanlara atılıyordu
 
    Halkçıların mülhidâne bir şenâtı da Kur'ân lisanı ile, Peygamberimizin dili ile olan Ezan-ı Muhammedîyi yasak etmiş olmaları idi. Nice zamanlar camilerde, mescitlerde, minarelerde «Allahu Ekber» diyenleri zindanlara doldurdular. Peygamberimizin dili ile olan Ezan-ı Muhammedi, İslâm vahdetinin muazzam ve muhteşem bir şiarı, bir sembolüdür. Dünyanın neresine gitseniz minarelerinde Ezan-ı Muhammedîyi dinlersiniz, «Allahu Ekber» lâfza-i celâlini işitirsiniz. Bunu bozmak, islâm vahdetini parçalamaktır. «Allahu Ekber» lâfza-i celâlini camilerde, minarelerde, bütün İslâm mâbedlerinde yasak etmek, Müslümanların kalblerine hançer sokmaktan, dinin en yüksek bir şiarını yıkmaktan, İslâm'ın temeline bomba koymaktan başka bir şey değildir.
 
    Dünyaya nice zâlimler, nice deccallar gelmiştir, fakat hiçbiri böyle bir şenaati irtikâp etmemiştir, etmek hatırına da gelmemiştir. Bu, dine, din-i mübin-i İslâm'a karşı taarruz ve tecâvüzün en şeni'idir; din düşmanlığının, İslâm düşmanlığının en bariz delilidir.
 
    Halkçılar, bu şenaati irtikâp etmekle Müslüman Türk Milletinin kalbini hançerlemiş, yüzlerce milyonluk bütün İslâm dünyasının vicdanını tutuşturmuşlardır. Bu öyle kâfirâne, öyle zalimane bir taarruzdur ki bunu yapanların islâm dinine, islâm imanına karşı içlerindeki husumetin ne derece şedid, ne derece kızgın, ne derece kapkara ve kıpkızıl olduğunu göstermeye kâfidir.
 
    • Bu şenaatin irtikâp olunduğu sıralarda idi, bir milletvekili Büyük Millet Meclisi kürsüsünde Müslüman halkın ıztı-rabını şöyle dile getirmiştir:
 
    — «Seçim günlerinde köylüler bize ne dedi, bilir misiniz? Biz açız, sefaletteyiz, çoluğumuz çocuğumuz gıdasızlıktan bitkin bir hâldedir. Fakat bunlardan ziyade bizim gücümüze giden, bizi müteessir eden şey, camilerimizden, minarelerimizden, mübarek ezanımızı, «Allahu Ekber» dememizi yasak etmeleridir. Bizi Kur'an dilimizle, Peygamberimizin dili ile ibâdetten men'etmeye Allahu Ekber dedi diye, Kur'an dili le kelime-i şahadet getirdi diye imamlarımızı, müezzinlerimizi zindanlara atmağa ne haklan vardır? Lâiklik bu mudur?... Hangi köye gittiysek, hangi şehirli ile görüştü isek bize bunu söylediler.»
  
    • Müslüman Türk Milletinin camilerinde, minarelerinde Allahu Ekber demeleri yasak edilirken, hıristiyanların kiliselerindeki çanlar, ferih fahur, memleketimizin her tarafında âfâkı inletiyordu. Bu şirk ve küfür çanlarına hiç ilişmeyip de, Tevhidi cihana yayan Müslüman Türk Milletinin mâbedlerinde okunan Ezan-ı Muhammedîye karşı taarruzları, küfre karşı muhabbetin, islâm imanına karşı husumetin en açık alâmeti, en açık delili değil midir?
 
    Böyle İslâm'ın mukaddesatına düşman bir komiteyi Müslüman Türk Milleti nasıl sevebilir? Sevmesine, istemesine imkân ve ihtimal var mı?
 
11
Camilerdeki lâfza-i celâl levhaları indiriliyor, Bizans putları
meydana çıkarılıyordu. Facialar yangın gibi her tarafı sarmıştı!
 
    • Halkçıların azgın devirlerinde Kur'an Diline karşı husumet o kadar ilerlemişti ki camilerde gizli gizli Müslüman
çocuklarına namaz sûrelerini okutan hocalar polisler tarafından yakalanıp cürm-i meşhud (suçüstü) mahkemelerine sevk
olunurdu. Harf Kanununa aykırı hareket suçu ile günlerce, aylarca mahkemelerde süründürülürdü.
 
    • Diğer taraftan Halkçıların zabıtası, çarşı pazarlarda Kur'an cüzlerini satanları takip ediyor, eline geçirdiklerini
mahkemelere sevk ediyordu.

    • Çocuklara, Kur'an okutan hafızları karşıdan dinlemeyi bile menetmişlerdi. Çocuklar Kur'an sesi işitmiyeceklerdi.
 
    • Senirkentte «Halkevleri» kütüphanesi tesisi bahanesiyle Müslüman halktan toplanan dinî kitaplar, kıymetli yazma
Kur'anlar, tefsirler yok edildi. Bu eserlerin bir tanesi bile meydanda kalmadı. Müslümanlar, evlerinde bulunan Kur'an-
ları, tefsirleri, dinî eserleri, hakayık-ı Kur'aniye ve îmaniyeden bahseden risaleleri, polisin eline geçmemek için, zahire anbar-
larında, odun depolarında, samanlıklarda saklıyorlardı.
 
    • Camilerde mihrablarm etrafındaki mum şamdanları nın üstünde yazılı «Maşaallah» yazılarını kazımışlardı. Abide
ler, çeşmeler üzerindeki âyât-ı kerîme yazılı mermerler parçalanmıştı.
 
    • Harbiye nezaretinin (şimdiki Üniversite'nin) kapısındaki Fetih âyet-i kerîmesi yazılı cihan - değer kıymeti haiz nefis levha üzerine siyah ve kızıl bir taş perde çekilmişti.
 
    • Camilerde Hulefa-yi Râşidin isimlerini hâvi levhalar indirilmiş, şuraya buraya atılmıştı. Sanki müthiş bir yangın ortalığı kaplamış, sanki bir işgal ordusu memleketi istilâ etmiş gibi, Kur'an lisanı ile yazılı ne varsa, hep kırılıyor, parçalanıyordu. Âsar-ı atika diye bile bırakılmıyordu.
 
    • Ayasofya camiindeki muazzam ve muhteşem lâfza-i Celâl, Hazreti Muhammed ve Hülefâ-yi Râşidin levhaları yerlerin
den sökülmüş, indirilmiş, Bizans putları meydana çıkarılmış, bu putlara çeki düzen verilmişti. Muhteşem levhaları yok etmek,
parçalamak için meçhul semtlere götürmek istemişlerse de kapılardan çıkarmak mümkün olmadığı için bu cinayeti irtikâba
yol bulamamışlar, cihan - değer kıymette olan o nadide eserleri, toz toprak içinde mahvolmak için bir kenara atmışlardı.
 
    • Ayasofya'nın minareleri de yıktırılıyordu. Fakat mâbedbinasına zarar getireceği için bu şenaati irtikâba yol bulamadılar.
 
    • Birçok camiler câmilikten çıkarılmış, hangar hâline getirilmiş, ahır olmuş, Yahudilere, Ermenilere satılarak şarab deposu yapılmıştı.
 
    • Afyon'da şimdiki Zafer Parkı'nın bulunduğu yerde «Kışla Camii» vardı. Afyon'un en büyük tarihî camii idi. Bir gece içinde yıktırıldı.
 
    • Böylece memleketin her tarafında yüzlerce, binlerce cami, mescid yıktırıldı, satıldı, depo ve ahır yapıldı.
 
    • Merhum Risale-i Nur müellifi Barla'ya sürüldüğü zaman, orada bir mescidi tamir ettirmişti, orada namaz kılıyordu. Halkçılar bu mabedi de hâk ile yeksan ettiler.
 

 
12
Dinî neşriyata karşı resmen katliâm emirleri verdiler.
Mabetlere, ibâdetlere taarruza kalkıştılar
 
    • Bir ara Halkçıların azgınlıkları, dinî neşriyata karşı engizisyonvârî şiddetli taarruz ve tecâvüzleri, katliâmları o dereceyi buldu ki, 1945 de Matbuat Umum Müdür Muavini izzettin Nişbay imzası ile, İstanbul gazetelerine şöyle bir tebliğde bulundular:

«Gazetelerinizin son günlerdeki neşriyatı arasında dinden bahis bâzı yazı, mütalâa, îmâ ve temsillere rastlanmaktadır. Bundan sonra din mevzuu üzerinde gerek tarihî, gerek temsilî ve gerek mütalâa kabilinden olan her türlü makale, bend, fıkra ve tefrikaların neşrinden tevakki edilmesi ve başlanmış bu gibi tefrikaların en çok on gün zarfında nihayetlendirll-mesi...»  (Başvekâlet, Matbuat Umum Müdürlüğü îç Matbuat Dairesi.)
 
    • Kendi zulümlerini, bozgunculuklarını örtmek için geri kalmanın bütün suçunu İslâm dinine yüklettiler. Kırk sene bu zulümlere, bu mülhid, bu bozguncu hareketlere iştirak eden, bu mefsedet bataklığında neşvünema bulan, fakat sandalye kavgası yüzünden ayrılan bâzı ele basıları şimdi «CHP nin dine karşı geldiğini, memleketin huzurunu bozan bir zihniyet taşıdığını»  (*Turhan Feyzioğlu'nun ve Emin Paksüt'ün beyanatları. 29/5/1967 günkü gazeteler.) açıkça söylüyorlar. Buna intâk-ı hak derler. A beyefendiler! Dine karşı gelen, memleketin huzurunu bozucu bir zihniyet taşıyan bu bataklık içinde kırk sene nasıl yaşadınız? Yoksa tefessüh eden, yere serilen, can çekişen bu ... yi ba ka bir ad ile hortlatarak milleti yine o cehenneme sürüklemek mi istiyorsunuz?
 
    • Kendi akidelerini, kendi sapık zihniyet ve ideolojilerini yaşatmak için Islama cephe adılar. Kendi cephelerinin elemanlarını yetiştirmeye koyuldular. Tezek edebiyatçılanı himaye ettiler, yükselttiler, zenginleştirdiler, matbuatın onların eline geçmesini temin ettiler.
 
    • Birçok öğretmenleri kendi bozguncu orduları hâline getirdiler. Onları her suretle teçhiz ettiler. Masum vatan evlâtlarını zehirliyecek şekilde yetiştirdiler.
 
    • Husumet tevcih etmek suretiyle ideolojilerini besleme yoluna giderek «Mürteci, gerici, nurcu, inkılâp aleyhtarı, rejim düşmanı...» gibi muhayyel düşmanlar icat ettiler. Uzun seneler Islama hücum etmelerinin sebebi budur. Eğer hücum etmezlerse ideolojilerini inkâr etmiş olurlardı.
 
    • Azgınlıkları o dereceye kadar varmıştı ki, bir yıldönümünde sokaklarda dolaşan şuursuz sürüler: «Karabaş Tecvidini yırttık, parçaladık» (*Karabaş Tecvidi: Kur'an'ın kıraat usûlünü öğreten kitap.) diye omuzlarında taşıdıkları kocaman levhalarla Müslüman Türk Milletinin mukaddes kitabını tahkir ve tezyif ettiler.
 
    • Cami duvarlarında asılı olan Kâ'betullaha, Beytullaha aid tablolar toplattırılıyor, parçalanıyor, yahut bilinmiyen yerlere götürülüyordu. Bugün bu nefis tabloların hiçbir nâm ve' nişanı kalmamıştır.
 
    • Halkevlerine dinî kitapların, Kur'an cüzlerinin girmesi yasak edilmişti. Yapacakları cinayetin programı şöyle idi:
Camiler câmilikten çıkartılacak, halkevlerine benzetilecekti. Halkevleri camilerin yerine geçecekti. Yâni camiler halkevi, halkevleri puthâne olacaktı. Diyanet teşkilâtı lâğv edilecekti. İbâdet usûl ve zamanlan değiştirilecekti. Kur'anın mübarek metn-i aslîsi kaldırılacak, yasak edilecekti.
 
    • «Ben Cumhuriyet neslindenim. Bizim kazada, değil fes, bere ve benzeri şapkadan başka şeyler giymek, sakalı olanlann başları açık olarak gezmeleri bile suçtu... Ağır cezaları müstelzim bir suç!» (İsmail Oğuz. Muharrir)
 
13
Camileri, halkevleri sekline koymayı tasarladılar
 
    • Halkçıların büyük kurultayının 15 Mayıs 1944 olağanüstü toplantısında mevzuubahs olan rapor aynen şöyledir:

    «l — Dünya işlerini din işlerinden tamamiyle ayırmış olan bu rejimde Diyanet İşleri Reisliği gibi teşkilâtın yer almaması.
    2 — Kur'an ve din tatbikatının öztürkçe olarak tanzim vetertibi.
    3 — İbâdet yerlerinin Türk geleneğine uygun bir tarza konularak halkevlerinin ibâdet yeri, ibâdet yerlerinin de hal
kevlerine benzer bir şekle ifrağı.
    4 — Ruhbanlığın icâbı olan herşeyin silinmesi, ezcümle sarık, cübbe ve din tatbikatında kullanılan her nevi kıyafetin
ilgası.
    5 — İbâdet usûl ve zamanlarının tanzimi.
    6 — Diyanet İşleri Reisliği yerine, Dil Kurumuna benzer
bir teşkilât ikame edilerek din teşkilâtının devlet bünyesinden çıkarılarak millete mâl edilmesi.  Rusya'da din müesseseleriyle çarpışmak için «Allahsızlık kulüpleri» kurulmuştu. Halkçılar da burada «Halkevleri»
kurdular. Dinsizlik ve ahlâksızlık merkezleri olan Köy Enstitüleri, devlet parasiyle çıkarılan «Köy Enstitüsü Dergisi» komünist fikirlerle, dinsizlik propagandalariyle dolu idi. Askerlik hizmeti bile kötüleniyordu. Komünist olmıyanlar câhil olarak gösteriliyordu. «Bizim Köy» isimli; köyü, muhtan, imamı tezyif eden bir piyes defalarca temsil ediliyordu. Ahenkli Türk Köyünde zoraki bir sınıf mücadelesi doğurmağa uğraştılar. Sağlam Türk köylüsünün millî, dinî ve ahlâkî nizamını yıkacak plânlar hazırladılar. Şehirlerin maarifini bozmak suretiyle yetiştirdikleri devrimbazlarla, tasarladıkları meş'um gayelere ulaşamıyacaklarını düşünerek, tezek edebiyatçılarının türlü şaklabanlıklarla alkışladıkları Köy Enstitüleri denen fesat yuvalarını açmak suretiyle bütün Türk halkım millî hüviyetinden, millî secâyasından, dinî şeâirinden uzaklaştırmak yolunu tuttular. «Bizim Köy» Dergisindeki komünistliği metheden yazılan öğretmenler hazırlıyor, öğrenciler yazıyormuş gibi gösteriliyordu. Yalancılık, sahtekârlık Köy Enstitülerinde karargâh kurmuştu. Edepsiz, ahlâksız hikâyeler, derginin başlıca sermayesi idi. Ezcümle karısını, kardeşinin kolları arasında zina hâlinde seyreden kocanın hikâyesi, «Kaymak Tabağı» isimli rezil, iğrenç ve adî bir hikâyenin el yazılı nüshası öğrenciler arasında elden ele dolaştırılır. İdare de bunu hoş görür, bir mümanaatta bulunmazdı. Meşhur komünist Sabahattin Ali'nin iğrenç hikâyeleri çocuklara okutuluyordu. Bu hikâyelerden birinde bir fahişe ile geçirilen bir gecenin rezaleti ve lâğım kokusu havası anlatılıyordu. Gizli Komünist Partisinin teşkilâtına mensup olanların «Hasan Oğlan Köy Enstitüsünde» geniş bir surette faaliyet ve rezaletlerde bulunduğu emniyetçe resmen tesbit edilmişti.
 
33. ve 34. sayfalar yok
 
hakkında ismail Hakkı Tonguç: «Köy Enstitüleri öğrencilerini bu yoldan ayıramayız!» demişti. Bir erkek öğretmenle bir erkek öğrencinin aynı kızla münasebette bulunmalan yüzünden çıkan kavgalara idare karışmaz, seyirci kalırdı. Gönen Köy Enstitüsünde öğretmen Romanyalı hıristiyan Yorgi Karamus, komünistlikten 8 aya mahkûm olduğu hâlde köy enstitüsünde öğretmen olarak bulunması, idarecilerin maksadını apaçık göstermektedir. 1946 da emniyet teşkilâtı, Hasan Oğlan Yüksek Köy Enstitüsünün komünist yatağı olduğunu tesbit etmiş, rapor
vermiş, fakat maarif vekâleti hiç aldırmamış, işi örtbas etmişti. Halkçıların gözdesi Hakkı Tonguç, 1946 da .«Gölköy» enstitüsüne kalabalık bir maiyetle gitmiş, okulda şerefine verilen içkili ve danslı ziyafette bir aralık mumlar söndürülmüş, karanlıkta dans edilmiş, mel'un vatan hâini Nâzım Hikmetin «Mehmetçik biti yedi, bit Mehmetçiği yedi» adlı manzumesi okunmuş, mumlar yanınca çiftler kimlerle sarmaştıklarını görmüşlerdi. Öğrencilerden bâzı kızlar Rusya'ya gönderiliyor, orada iyice komünistliği öğrendikten sonra geliyor, Millî Eğitim Bakanlığı bu kızı (!) mümtaz öğretmen olarak köy enstitülerine tâyin ediyordu. Hakkı Tonguç, 1946 da Mersin'in Düziçi Köy Enstitüsüne gitmiş, dikiş atelyesinde şerefine verilen içki ziyafetinde
davetliler şarap içmiş, Tonguç da bir kilo rakı çakıştırmış, sonra ziyafette sâkîlik eden kız öğrencilerin kolları, göğüsleri açtırılmış, sıkıştırılmış, bir iddiaya göre «dar yerlerden», geçirilmiştir. Bu enstitüde 14 yaşında bir kızın bikrinin izâle edildiği haberi ayyuka çıkmıştı.
 
16
Kasdı mahsurla İslâm Dini tezyif olunuyordu
 
    • Bütün köy enstitülerine komünist muallimler doldurulmuştu. Komünistliği memlekete sokmak istiyenler «Büyük vatansever» (!) diye karşılanıyor, yüksek sofralarda halkçıların büyükleri tarafından çok samimî i'zaz ve ikram görüyorlardı.
 
    • Köy Enstitülerinde Marks ve Engels'in komünist beyannamesi okutuluyordu. Düziçi köy enstitüsünde Türk bayrağındaki ay-yıldız yerine orak-çekiç konulmuştu.
 
    • Mekteplere, Maarif  İdaresine komünist muallimler dolduran Hasan Ali Yücel, mekteplerde okutulmak üzere Türkçe
metinler adiyle bir eser yazdırmıştı. Bu eserde din ve din kitapları tehzil ediliyor, ahlâk kaideleri yıkılıyor, milletin tarihî şerefi inkâr ediliyor, komünist prensiplerine göre kahramanlık bir vahşet şeklinde gösteriliyor. Hülâsa sistemli bir surette ahlâka ve dine taarruz ve tecavüz ediliyor. Birkaç misâl:
 
    Eserin bir parçasında dünyanın öküz, öküzün bir kaya, kayanın bir balık üzerinde durduğu hakkında uydurma bir yazı, kaydedildikten sonra çocuğa aynen şu sual sorulmaktadır:
 
    — Yukarıdaki metine göre, dünya neler üstünde durmaktadır? En alttan en üste doğru bunları sırasıyla yazınız.
 
    Sonra Kur'anda beyân edilen Yusuf - Zeliha kıssası, maksadı mahsusla, çirkin bir tarzda tasvir ediliyor, tahrir olunuyor.
 
    Hüseyin Rahmi'nin KADINLAR VAİZİ romanından müstehcen fıkralar naklediliyor.
 
    Osmanlı Devrini baştan başa bir katil, idam, yağma ve işkence devri gösteriyor.
 
    Tevfik Fikret'in Arşa Hırlayan meşhur ilhad manzumesinden münkirâne, kâfirâne ve müşrikâne parçalar alınıyor. Halkçıların Maarif Vekâleti, mckteplerdeki çocuklara böyle terbiye veriyordu.
 

17
«Senin kanın, benim kanım diye tabiat bir şey ayırt etmez»
diyecek kadar rezil müesseseler açtılar
 
    Şefleri İnönü'nün ve Millî Eğitim Bakanı Hasan Âli'nin Müslüman Türk Milletine yedigâr-ı mefsedeti olan Köy Enstitüleri ahlâk ve namus mezbahası hâline gelmişti. Maarif Vekili Tevfik lleri'nin Köy Enstitüleri hakkında 26.12.1954 günü Buyük Millet Meclisinde verdiği izahatı, 22. içtimâdan hulasaten naklediyoruz:
 
    « 1— Tanınmış bir komünistin aynı illetle malûl kansı, bu müesseselerin birine öğretmen olarak alınmış, öğrenciler bu yolda zehirlenmiştir.
 
     2— Vesikalarla sabit olduğuna göre, bu Enstitülerde komünizme dair eserlerin hülâsaları talebe konferansları adı altında gençlere dinletilirdi.
 
     3— Hasan Oğlan Köy Enstitüsü yüksek kısım öğrencilerinin konferanslarından tesbit edilmiş parçalar:
 
    «Biz hâlâ bu rejimi (komünizmi) kabul ettiremiyor isek bu, o rejimin kötülüğünden değil, bizim kafalarımızın geriliğindendir. Son varılacak nokta; vatan, sınır kavgaları atılarak âile ve memleket diye bir şeyin tanınmadığı, bütün insanların kardeş olarak yaşamağa çalıştıkları bir merkezdir. Bunun için yapacağımız iş, hükümeti devirerek yerine geçmek, komünistliği ilân etmektir. Aile kudsiyeti bir saçmadan başka bir şey değildir. Senin karın, benim kanm diye tabiat bir şey ayırd etmemiştir. Bunları ortadan kaldıracak elemanlar bizleriz.»
 
    4— Bir öğrenciye hazırlattırılmış bir konferansta Rusya örnek olarak gösterilmiştir.
 
    5— Kari Marks'ın hayatı ve mezhebi hakkında konferanslar verilmiştir.
 
    6— Ahlâkî gelenek ve göreneklerimize aykırı her türlü hareketler mazur görülmüş, hattâ teşvik edilmiştir. Çirkin muamelelere hedef olan ve mukavemet gösteren kızlarımızdan bıçaklanarak tecâvüze uğrıyanların bulunduğunu gösteren vesikalar eldedir, idarecilerin bunlara müsamaha ettiklerini gösteren şahadetler, vesikalar mevcuttur.
 
    7— Komünist partisinin manifestinin teksir edilerek öğrencilere dağıtıldığı da tesbit edilmiştir. O zaman neşredilen «Köy Enstitüleri Dergisi» nde komünistliği telkin edici yazılar vardır.» (2612/1954 - 22 nci içtimâi)
 
18
Masum vatan evlâtlarına mektep kitaplarında
Müslümanlığı tezyif eder fikirler aşıladılar
 
    • Halkçılar devrinde müslüman halkın en mukaddes hisleriyle, en muazzez inanışlariyle istihza edildi. Tiyatro sahnelerinde müslüman din adamlarını tahkir ve terzil etmek kampanyasına girişildi. En rezil ve pespaye kimselere bu rezil eserler oynattırıldı. (Üç perdelik Halk Komedisi, 1938 istanbul Devlet Matbaası).
 
    • Türlü türlü seçim oyunları ve hileleriyle kurdukları tek parti diktatöryasiyle müslüman halkın din ve vicdan hürriyeti, mukaddes İlişleri böyle çiğnendi.
 
    • Mekteplerde okuttukları düzmece târih kitaplarında «Müslümanlığın uydurma bir din olduğu», îslâmî mukaddesatın «hurafeden ibaret bulunduğu» yazıldı. Bu suretle İslâm Dinini, İslâmın yüce Peygamberini, Müslümanların mukaddesatını tezyif eden, tahkir eden fikirler, Müslüman Türk milletinin yavrularına aşılandı. (1931 - 1950 yıllarında tedris olunan «Târih II» kitabı, Sayfa 87, 89, 93, 111).
 
    • Halkçılar, 15 teşrinisani 1935 tarihli Resmî Gazete'de neşredilen 2845 nolu kanunla memleketimizin her tarafında yüzlerce, binlerce mescit ve camileri kapattılar.
 
    • Elmalı'da Niyâzîi Mısrî'nin türbesini zorla yıktılar. Murad Hüdavendigâr zamanında yaşamış olan bir Kutbun harbdeki zafer sancağını parçaladılar, yaktılar.
 
    • Halkçılar, lâiklik icâbı diye Müslüman halkın dinî cemiyet teşkil edebilmesini men' ettiler. Bu yüzden Müslüman Türk milleti islâm Dininin inkişafı için, bir çeyrek asırdan fazla süren uzun yıllar hiçbir teşekkül vücuda getiremedi. Halbuki Hıristiyanların, Yahudilerin, vesair gayrı müslimlerin cemaat teşkilâtları var. istedikleri gibi dinî cemiyet kurarlar, dinlerinin inkişâfına çalışırlar. Diğer taraftan misyonerlerin muhtelif cemiyetleri memleketin her tarafında ferih fuhur, kemâl-i emniyet ve serbesti ile icrâ-yı faaliyet ederler. Müslüman Türk milletinin saf ve masum yavrularını hıristiyanlaştırmak için her türlü teşkilât kurarlar. Dinî cemiyet teşkilini yasak eden kanun maddesi onlar hakkında tatbik edilmez.
 
    • Halkçılar, din ehline yapmadık eza ve cefâ bırakmadılar. Onların devrinde her vesileyle din adamları terzil edildi, tahkir ve tezyif olundu. Dilenecek hâle getirildi.
 
19
Bir taun gibi milletin başına belâ kesildiler, milleti köleleştirdiler
 
    • Halkçıların devrinde muallimler, mekteplerde müslümanlıkla istihza ve istihfaf ederlerdi. Rusya'da, komünist diyarında olduğu gibi, uydurma hikâyelerle Allah mefhumunu çocukların kafalarından çıkarmak için türlü türlü şeytanetlerde
bulunurlardı.
 
    • Merhum Mareşal Fevzi Çakmak'ın cenaze merasiminde yüzbinlerce insanın hep bir ağızdan tekbir almalan, halkçı kodamanlarını pek ziyâde kızdırmış, bu tekbîrleri «hortlamak» la tavsif ve tahkir etmişlerdi. Haham Sabatay'ın torunu Yalman da bu tekbir sadâlarını «Bulgar ilâhisi» diye tahkir ve tezyif etmişti. (17 Nisan 1950; Vatan gazetesi).
 
    • Halkçıların bir başvekili. Büyük Millet Meclisi kürsüsünde «Din zehirdir!» diyecek kadar cür'et ve küstahlıkta bulunmuştu.
 
    • Halkçıların şefi 1950 seçimlerinde Taksim'deki nutkunda : «Din, medenî hayat yaşamaya mâni' bir zehirdir!» diyecek
kadar bir herzede bulunmuştu.
 
    • Halkçıların diğer bir başvekili de «Halkın kafasından din fikrini silmek için bize bir 30 sene daha lâzım.» demişti. 30
senede yıktıkları, devirdikleri az gelmiş gibi milleti büsbütün yok etmek için bir 30 sene daha istemişlerdi.
 
    • Bir kasırga gibi memleketi yakıp enkaz hâline getirdiler. Yıktıkları bina-yı muazzamın enkazını da ateşe vermek hırsına kapıldılar. Bir taun gibi milletin başına belâ kesildiler. Bir fir'avun gibi milleti köleleştirdiler. Bir akreb,bir yılan gibi milletin kanını zehirlediler. Bir kanser gibi milletin hayatını kemirdiler, ruhunu çökerttiler.
 
    • Faziletten mahrum bir yaratık gibi milletin faziletine düşman kesildiler, milleti kendilerinin saplanmış oldukları sefâhet derekesine düşürmek istediler. Yaktılar, yıktılar, harvurup harman savurdular. Bugün bitli turistlere, fahişelerin, kıyafetine imrenecek kadar âvâre, düşük bir nesil yetiştirdiler.
 
    • Bütün bunları ilericilik maskesi altında yaptılar. Milleti hep bu teranelerle cehennem gayyasına sürüklediler. Şimdi bu hale düşen milleti eski hâline, eski faziletli hayatına getirmek için yıllar değil, asırlar ister.
 
20
Halkçılar, CHP'yi vatan ve millet yerine koydular;
partiyi tenkidi, devleti tenkid gibi suç saydılar
 
    • Halkçılar lâikliği Avrupa'daki mânâsına göre değil, Lenin'in anladığı mânâya, Demokrasiyi de Stalin'in anladığı mânâya göre tatbik ettiler.
 
    • Diyanet işlerini Hükümet emrine aldılar. Diyanet makamını ruhsuz bir memuriyet, bir müdüriyet hâline getirdiler.Ayni zamanda fakir bir bütçe ile ölü hâline soktular.
 
    • Vatan ve Millet ile partiyi birleştirdiler. Yâni partiye karşı gelmek, vatana, millete karşı gelmek oldu. Sonra bunların hepsini parti liderine, yâni kendilerine bağladılar. Bu itibarla lideri tenkid etmek, vatana, millete hücum etmek mâhiyetini aldı. Bu sebeple, hiç kimse Şef İnönü'nü tenkid edemez oldu.
 
    • Bayar da bunu tatbik etti. Demokrat partiyi tenkid edenlere karşı müthiş düşman kesiliyordu. Partiyi tenkid, büyük bir cürüm sayılıyordu.
 
    • Halkçılar, bâtıl ideolojilerinin intişarına çalışmaktan bir ân geri kalmadılar. Bu sayede neşriyat hâkimiyeti, ilk mektepler hâkimiyeti, para hâkimiyeti, ticaret hâkimiyeti, büyük şehirler hâkimiyeti, propaganda hâkimiyeti, üniversiteler hâkimiyeti, öğretmenler hâkimiyeti temin ettiler.
 
    • Karşılarında îmânlarını müdafaa etmek isteyen cepheyi birbirleriyle irtibat hâlinde olmıyan, bir ilim müessesesi tarafından yol gösterilmiyen, keyfiyetçe, kudret ve kuvvetçe azınlık hâline getirdiler.
 
* * *
 
    İşte Halkçıların lâikliği nasıl tatbik ettiklerine dair vak'a, hâdise şeklinde maddî misaller, deliller!
 
    Adalet Partisinin bir devlet vekili; «Biz lâikliği Halk Partisinin anladığı şekilde anlarız!» derken, bu panoramayı göz önüne alarak mı böyle beyanda bulundu, yoksa bu tatbikattan haberi yok mu idi? Birinci ihtimal, çok ağır bir itham olur. Herhalde bilmiyerek böyle bir gaflet ve hatâda bulunmuş olsa gerek!,, Bu tatbikatı gördükten sonra umarız ki, sözün geri alır, tövbe eder.
 
    Bütçe komisyonunda Istalbul Milletvekili Abdurrahman Şeref Lâç: «Lâiklik demek din aleyhtarlığı demek olmadığını, din ile dünya işleri ayrı olmadığını, ayrı olan; din ile devlet işleri olduğunu» uzun uzadıya izah ettiği zaman. Halkçıların din müesseselerine karşı kıyasıya icraatta bulunan meşhur Millî Eğitim Bakanı ibrahim öktem bile günah ve cinayetlerini itiraf ile:
 
    «— Evet, biz hatâ ettik, lâikliği yanlış anladık ve yanlış tatbik ettik. Abdurrahman Şeref Bey'in dediği doğrudur!»
 
    Demiş iken, Adalet Partisi bir devlet bakanının lâikliği Halk Partisinin anladığı gibi anladığını söylemesi, affolunmaz bir hatâ olmuştur.
 
* * *
 
    İşte Halkçılar devrinde uzun zaman böyle İslâm Dinine, Müslüman din adamlarına, îslâm müesseselerine, îslâm âbidelerine, îslâm mukaddesatına, dinî şaâra karşı her tarafta tecâvüz ve taarruzdan geri durmadılar, îslâm dininin temellerini çöktürecek her türlü zulümde bulunmaktan perva edilmedi.
 
    Bu mezâlim, bu baskı ve taarruz altında ezile ezile, kendi memleketinde köle hâline gelen, haysiyet ve şerefi ayaklar altında çiğnenen, bir zamanlar dünyayı titretmiş olan bu asîl ve kahraman Türk milleti bir yığın saman çöpü hâline geldi. Mabedi harap, îmânı türâb oldu. Mazisi yıkıldı. Din müesssselerine zincirler vuruldu. Allah diyenler zindinlara dolduruldu. Din âlimleri idam sehpâlarında can verdi. Bu asîl ve kahraman millet zulüm ve istibdâd içinde, kavrula kavrula o hâle geldi ki, «Müslümanım» demekten bile korkmağa başladı.
 
* * *
 
    Müslüman halkın mukaddesatı böyle çiğnenirken, diğer taraftan farmason locaları, ferih fahur toplanıyor, bu diyarda İslâmiyetin kökünü kazımak için mefsedet ve mel'anet plânları kuruyordu. Bu mezâlim ve şenaat karşısında millet âtıl ve miskin, zelil ve hakir, bir fiei kalilenin, mahdut kimselerden ibaret bir farmason komitesinin, Müslüman Türk milletinin maddî, manevî varlığını yıktığını seyretmekle dilhûn oluyordu.
 
    Mecliste Yozgat Mebusu Sırrı İçöz, kökü dışarda olan, binaenaleyh kanunen teşekkülü memnu' olması lâzım gelen farmason cemiyetinin icra-yı faaliyet etmesine nasıl müsâade edilmekte olduğu hakkında sorduğu bir suale Halkçıların Dahiliye Vekili İrişgil şöyle cevap vermişti:
 
    «— Biz onlara sorduk: Kökünüz dışarda mı? Hayır, dediler.»
 
    Vekil bey böyle cevap verince herkes kahkahalarla güldü. Ama farmasonların kılına dokunulmadı. Çünkü farmason komitesi, kendi komiteleri idi..
 
21
İlericilik, devrimcilik safsatalariyle, Bursa nutku icadlariyle
cinayetlerini meşrulaştırmak yolunu tuttular
 
    • İlim, kültür ve din müesseseleri za'fa uğradıktan sonra «İlericilik» ve «Devrimcilik» safsatalariyle millî mefkure, mukaddesat, edebiyat, din, tarih, ahlâk ve fazilet duygularını tahribe uğrattılar. Bunların yerine, cehalet ve hiyânet mugalâtaları hüküm sürmeye başladı.
 
    • Devrimcilik, bozgunculuk o dereceye vardı ki, devlet nizamına karşı bir «Bursa Nutku» safsatası icâd ettiler. Sözde siyaset, hukuk ve ilim adamları, işlenen cinayetleri meşrulaştırmak için fetva uydurmaya koyuldular.
 
    • Komünist fesadım kâfi görmeyen devrimbaz unsurlar aleviliği tahrik ile memlekette dinî tefrikalar ihdas ettiler.
 
    • CHP'nin zincirli hürriyeti, dünyanın hiçbir yerinde görülmüş değildir. Din tedrisâtı üzerindeki müthiş baskı, feci' bir şekilde afaki kaplamıştı. Tahsin Banguoğlu'nun Millî Eğitim Bakanlığı zamanında (1948) Yeni Mersin Gazetesi, Adana'da din hürriyetine karşı vukubulan bir hâdiseyi büyük manşetlerle cihâne ilân ediyordu: «Adana'da Arapça din dersleri veren gizil iki ev basıldı. Yakalanan kadınlar Cumhuriyet Savcılığına verildi.»
 
    • Çocuklara okutulan Kur'an dersi idi. Basılan evler, Müslüman Türk evleri idi. Halbuki Hıristiyanlar ve Yahudiler tam bir serbesti içinde mekteplerinde, evlerinde, umumî ve hususi surette çocuklarına din dersleri veriyorlar; İncillerini, Tevratlarını okutuyorlardı.
 
    • Halkçılar, muhalifler lisanlardan kelimeler almış olan zengin Türk diline ihanet ettiler. Millî vahdetin temelini sarstılar
 
    • Tarihimizi yanlış yola saptırdılar. Devrin «Mühr-i Süleyman» sahiplerine daha iyi kulluk edebilmek gayretiyle, millî varlığımızın dil ve tarih gibi iki ana temelini insafsızca baltaladılar.
 
    • Mevhum bir Osmanlılık ve Osmanlıca düşmanlığı ile gözleri kararan CHP. bu memleketin, ömrü asırlara yayılan millet dili gibi, millî târihini de küçümsediler. Türklüğün kurtuluş unsurunu târihten evvelki devirlerin zifiri karanlıkları içinde aradılar. Henüz birer tez hâlindeki faraziye ve tahminleri târihî bir hususiyet diye genç nesle okuttular.
 
    • Türkçe ile münasebeti olmıyan bir dile resmî bir şekil vererek kabule, mekteplerde çocukları ve hocaları, mahkemelerde davacıyı ve hâkimi, dairelerde memur ve iş sahiplerini mecbur tuttular. Türkçe ile münasebeti olmıyan kelime ve tâbirleri kullanmaya vatandaşları zorladılar. Millete öyle korkunç bir dil yarası açtılar ki, ana - babalar çocuklarının, hocalar talebelerinin, halk, hükümetinin dilinden anlamaz hâle geldi. Bu suretle halk ile hükümet arasında derin bir uçurum açtılar. Nesiller arasına ayrılık soktular. Asırlara sığmaz himmet ve gayretlerle kurulan Müslüman Türk millî vahdetini parçaladılar...
 
22
Milli vicdanın kımıldamasına karşı Halkçıların
maskeli oyalama siyasetleri
 
    1947'de Mecliste kopan fırtınadan sonra matbuat da dinî tedris hürriyetini temin yolunda harekete geçince CHP, artık millî vicdan üzerindeki baskıyı ayni şiddetle daha ziyade devam ettiremiyeceğini anladı. Taşıp kabaran efkâr-ı umumiyeyi yatıştırmak üzere bazı tedbirlere müracaatı zarurî gördü.
 
    Millî vicdanın bu tazyiki karşısında mukavemeti kınlan CHP Divanı, bir takım kayıt ve şartlarla din tedrisi memnuiyetini kaldırmış olduğunu, Millî Eğitim Bakanlığı vasıtasiyle ilân etmek mecburiyetinde kaldı.
 
    Koyduğu kayıt ve şartların ağırlığı ve hiçbirisinin tatbik kabiliyetini hâiz bulunmaması, bu hususta partinin samimî olmadığını, ancak efkâr-ı umumiyeyi oyalamak maksadiyle bu tebliği neşrettiğini apaçık gösterdi. Nitekim bu tebliğin üzerinden hayli zaman geçtiği halde, ne hükümet bir din müessesesi açtı, ne de halkın açmasına imkân verdi.
 
    Parti kongresinde Anadolu'nun dört köşesinden gelen murahhaslar, yirmi küsur sene devam eden din üzerindeki baskının korkunç ve fecî neticelerini ortaya dökünce, partiyi ellerinde tutan müfrit zümre, çok müşkül mevkie düştü. Ne yapacağını şaşırdı. Vaziyeti kurtarmak için sağa, sola hücum ve tecâvüzden başka bir çâre göremedi. Bu suretle fırtınayı atlattı. Hepsi de eski yerlerini tuttular. Partinin zünam-ı idaresini yine inhisarları altına aldılar.
 
    Fakat bir müddet sonra parti içinde din tedrisi hürriyetini kanunlaştırmak istiyen bir grub ortaya çıktı. Bunlar, mekteplerde din dersleri okutulmasını, Diyanet Riyaseti tarafından İmam - Hatip Mektepleri açılmasını ileri sürdüler. Meclis, bu teşebbüsü iyi karşılayınca, müfrit zümre telâşa düştü. Bu hareketi önlemek için tertibat aldılar, işi uzatıp müzmin bir hale getirmek, bu suretle müteşebbisleri bıktırmak için türlü türlü oyunlara baş vurdular.
 
    CHP idarecileri, din müesseselerinin açılmasına doğrudan doğruya mâni olmak imkânını göremeyince, bu defa maskeli harekete geçtiler, İmam - Hatip müesseselerinin açılmasına muarız olmadıklarını, ancak bunu «skolastik zihniyetin sahibi olan medreseyi ihya etmek isteyen Diyanet Riyaseti yapamıyacağını, Tevhid-i tedrisat esasına dayanarak bu işi Millî Eğitim Bakanlığına vermek lâzım geldiğini» ileri sürdüler. Maksad, şunun bunun tarafından yapılması değil, böyle bir din müessesesinin açılmaması idi.
 
    Uzun mücâdeleden sonra CHP idarecileri, İmam - Hatip Mekteplerinin açılmasına mâni olamıyacaklannı anlayınca, bu defa bir manevra yaptılar, işi tertiplediler, düzenlediler. Millî Eğitim Gurub Encümeni Reisi Cevat Dursun Beyin verdiği bir takrirle İmam - Hatip Mektebi açılması bertaraf edildi. Ne Diyanet Riyaseti, ne de Millî Eğitim Bakanlığı tarafından böyle bir mektep açılamıyacak, ancak Bakanlık bir kurs açacak, orta mektebi ve askerliği bitirip de İmam - Hatip olmak isteyenler bu kursta bir kaç ay bulunacak, sonra İmam - Hatip olabileceklerdi. Bu takrir kabul edildi. Müfrit idareciler dâvayı kazandılar.
 
    Görülüyor ki, bu kararda asla ciddiyet ve samimiyet yoktu. Dostlar alış verişte görsün kabilinden bir oyalama siyasetinden başka birşey değildi. Dinin, din müesseselerinin inkişafı yolunda Mecliste doğan bir hareketi boğmak için CHP idarecilerinin bir oyunu idi.
 
    Çünkü başvekilleri Saraçoğlu: «Otuz sene daha işi böyle sürükleyebilirsek, din meselesini tamamlyie bertaraf etmiş oluruz.» diyordu. Fakat bâzı milletvekillerine göre, bu gidişle on seneye varmadan memlekette tek bir din adamı kalmıyacaktı,
 
23
Allah, CHP'ye hidâyet kapılarını kapamıştı
 
    Görülüyor ki, Allah, tevfikini CHP'ye nasib etmemiştir. Hattâ üç beş kişinin hüsn-i niyeti, samimiyeti de bu işi halletmeye kâfi gelmedi. CHP'ye hidâyet kapılarını Allah kapamıştı. Onlar için sukut ve izmihlalden başka yol kalmamıştı.
 
    Nitekim Hamdullah Suphi merhum, dâvanın ehemmiyetini Meclis kürsüsünde anlattı. Kongre kürsüsünde izah etti. Fakat CHP'nin azgın ve şımarık idarecilerine söz kâr etmedi. Nihayet aralarından ayrıldı. Fakat CHP'nin emir kulu mebusları. Hak tarafını değil, bâtıl yolu tuttular.
 
    Dinî tedrisâtın Diyanet Riyasetine verilmemesinden CHP idarecilerinin maksatları, bu işin yapılması değil, yapılmaması idi. Diyanet Riyaseti bu işi üzerine alırsa, tabiî ciddî surette işe girişilecek, din adamları çekirdekten yetiştirilecek, vaktiyle Büyük Millet Meclisi başladığı sırada Dârül-Hilâfe Medreselerinde olduğu gibi hem dinî malûmatı, hem muasır bilgileri hâiz, îmânlı, faziletli, münevver imamlar, hatipler, vaizler yetiştirecekti.
 
    CHP'ninı bütün endişesi bu idi. Nasıl o zaman münevver faziletli imamlar, kıymetli din adamları yetiştirdiği için o din müesseselerini kapatmışsa, bu defa da böyle faziletli ve münevver din adamları yetiştireceği için bu müesseselerin açılmasının önüne geçiyordu. Onlar, Diyanet Riyasetinin yetiştireceği ehliyetli ve faziletli ricâl-i din değil, Moskova'da okuyup gelen din adamı istiyorlardı.
 
    Din müessesesinin kapılarına zincirler asan, kökünü kurutmak, milletin kafasından din fikrini sökmek için bir çeyrek asır yapmadığı fenalık, irtikâb etmediği cinayet ve hiyânet bırakmıyan CHP idarecileri, dinin tekrar canlanmasına nasıl müsaade ederlerdi?
 
    Sözde «Diyanet Riyaseti» olacak; fakat din işlerine, din adamlarının yetiştirilmesine karışmıyacakti. Meselâ Ziraat Vekâleti olacak; amma ziraat işlerine ziraat adamlarının yetiştirilmesine karışmayacaktı! Harbiye dâiresi olacak; amma harbiye işlerine, harp adamlarının yetiştirilmesine kanşmıyayacaktı!..
 
    İşte CHP, din müesseselerine karşı bir çeyrek asır böyle sû-i kasıdda bulundu. İçinde profesörleri, uzmanları, şâirleri, benâm muharrirleri (!) bulunan bu muzır komite böyle milletin canına okudu, îmanına göz dikti, vicdânına tasallut etti. Hakka karşı küfrü ve bâtılı tercih etti. Hakikatleri inkâr etti. Din müesseselerinin boğazına kement attı. Mîlletin ıstırabiyle istihza etti. Gasb ile elde ettiği milletin emânetine böyle hiyânette bulundu. Lâikliği böyle, kanun ve hukuka aykırı olarak dine aleyhdar bir şekilde tatbik etti.
 
    İşte bu, CHP'nin Öz zihniyeti, öz ideolojisidir. Mugalâta ile, düzenbazlıkla hak ve hakikati boğmak, onun şiâr-ı mahsûsurur.
 
24
Halkçı bir başvekilin kıpkızıl din düşmanlığı
 
    Sene 1948, Adresi Millet Gazetesinde mahfuz şâyân-ı itimat bîr zât, İçel Milletvekili Salih Inankur'dan duyduğu bir hâdiseyi Millet Gazetesine şöyle naklediyor:
 
    — Okullarda din tedrisâtına yer verilsin mi, verilmesin mi? mevzuu üzerinde CHP grubundaki konuşmalardan hiçbir vakit müsbet netice çıkmıyacağına eminim. Bundan bir buçuk - iki ay kadar önce, Bayar'ın yurt gezilerinde îrad ettiği bir nutuk arasında «Mekteplerde din tedrisâtının yapılmasına esas itibariyle taraftarız!» (1Bu da halkı aldatmak için söylenmiş bir söz ya!) mealindeki sözleri üzerine Demokrat Parti :
«Siz de mi bu fikirdesiniz? Halbuki ben sizlere güveniyorum. (2 Bursa'da, -Şeriatı yasatmıyacağız! diyen küstah bas farmasona elbette güvenebilirdi!..)
 
    Meclis grubuna gelen Şükrü Saraçoğlu, orada (Bayar'a hitaben): Şuna emin olunuz ki, memlekete kızıl tehlike bu sefer Muhammed'in bayrağı altında sokulacaktır.» demiştir.
 
    Saraçoğlu'nun bu sözlerini Millet Gazetesine nakleden zat, Salih İnankur'un telefon numarasını veriyor: 23198. Kendisinden sorulursa daha mufassal malûmat alınacağım söylüyor. Ve ilâve ediyor:
 
    — Bunu size bildirmekten maksadını, maarif vekâleti teş-kilâtiyle memlekette komünizm tamim ve teşmil edilirken ses çıkarmayan hu sabık başvekil, komünizmin yegâne düşmanı ve en melin istihkâmı olan din tedrisâtının lâkırdısını ettirmiyordu.
 
    Bu hâdiseyi naklettikten sonra Millet Gazetesi teessüfünü şöyle beyan ediyor :
 
    — Bu Türk - İslâm memleketin hükümet reisliğini ifâ etmesi bir tarafa, bîr aydın olarak, bu ölçüde dalâlete düşmüş olması, gerçekten acıdır. Cemiyetlerin, manevî boşluk idrâk etmeleri ve inkârdan kurtulmaları için acaba ö!üm - kalım mücadelesi mi geçirmeleri lâzımdır?
 
    CHP'nin ünlü başvekili, işte böyle din düşmanı bir zattı. Saraçoğlu, CHP'nin din aleyhtarı bozuk zihniyet ve ideolojisini tastamam temsil ediyordu. Saraçoğlu'nun din aleyhtarlığı taassub derecesinde idi. O, «kendisinin din aleyhtarlığının taassup derecesinde olduğunu» söylemekle iftihar eden bir zattı. Başbakanlığı zamanında din lâkırdısını ettirmiyordu. Komünistleri himaye, mekteplerde komünizmi neşir ve tamim ettiği mahkeme karariyle sabit olan Maarif Vekili Hasan Âli Yücel'in marifetleri, onun başbakanlığı zamanında yapılmıştı. Din kitaplarından Kur'an harfleriyle âyetler, onun zamanında kaldırılmıştı. Kur'ân lisâniyle minarelerde, camilerde «Allâhü Ekber!» diyenlerin zindanlara atılması kanunu onun zamanında konulmuştu. Dinî mahiyette cemiyet teşkili onun zamanında yasak edilmişti. Birçok milletvekilleri huzurunda, «Din tedrisâtı memnuiyetini otuz sene daha devam ettirebilsek artık ondan sonra Türkiye'de böyle bir mesele kalmaz!» diyen o idi.
 
    CHP'nin başvekili, işte böyle kızıl bir dalâlet içinde idi. Bu dalâlet, nefsine münhasır olsaydı, kimseyi alâkadar etmezdi. Fakat maalesef o, bu dalâleti CHP'nin bir umdesi olarak ileri sürmüş, bu cinayet ve ihanetiyle iftihar etmiş, memleketi bu dalâlete sürüklemek istemişti.
 
    İşte Diyanet Riyaseti tarafından İmam - Hatip mektepleri açılması hakkında 21 meb'usun teklifleri gruba onun riyaset ettiği zaman reddolunmuştu. Halk Partisi böyle dalâlet bataklığı içinde, battıkça batıyordu. Milletin kalbini böyle hançerliyordu. Asıl kızıl tehlike, bizzat kendisi, kendisinin temsil ettiği zihniyet idi. Böyle bir adamın hükümet reisi olduğu yerde din müesseselerinin açılmasına karar almak imkânı mı var? Böyle «kurs» diye göz boyacılığiyle milleti aldatmak istediler.
 
    İşte CHP, yıllarca lâiklik maskesine bürünerek sistemli ve ezici hücumlarla maneviyat aleyhine yürüdü. Maneviyatı yıkıp yerine çıplak ve çirkin bir Sansüralizm ilahesi oturtmakla içtimaî çöküntüden, ruhî sefaletten başka memleket ne kazandı? Millet Gazetesi, rahmetli Mehmed Akif'in:
 
    «Ne irfandır ahlâka yükseklik veren, ae vicdandır. Fazilet hissi insanlarda ALLAH korkusundandır!»
    Mısralarını naklettikten sonra sözünü şöyle bitiriyor:
    — İnsafsızlar, Türkiye'yi çıkmazlara hatırdılar. Vicdansızlar, halkın ekmeğiyle oynadılar. Çocuklarımızın bu kötü örneklere benzememesi için neden bir ahlâk ve ALLAH bilgisine sahip olmasında ısrar ettiğimizi simdi anlatabiliyor muyuz?
 
25
Halkçıların dil bezirganları, mektep kaçkını kiralık âlimleri,
jandarma süngüsü i1e dilimize saldırdılar
 
    Halkçıların dil bezirganları, Türkçeyi Arapça ve Farsça istilâsından kurtaracağını, Türk milletinin siyasî istiklâli gibi (!) Türk dilinin de ilmî ve ebedî istiklâlini temin edeceği dâvasını ileri sürdüler.
 
    Hiç bir kudret ve meziyeti olmayan, kimi mektep kaçkını, kimi diplomasız terbiyeci kiralık alimleri, millet dilimize düşman kesildiler.
 
    Arapça ve Farsça asıllardan gelme kelime, tâbir ve ıstılah unsurlariyle bugün dünyanın en güzel, en hoş ve şirin, hattâ en zengin dillerinden biri olan ve böyle olduğu yabancılar tarafından takdir edilen, asırların bağrında yuğrulup bugünkü kemâl derecesine ulaşan... her gün tabii bir istifa ve intibak yoluyle daha üstün bir kemâle doğru giden... garbın ilmî ve ebedî en ince eserlerini, his ve fikirlerini ifâde edebilen zengin dilimize câniyâne bir suikastte bulundular.
 
    Nesillerin alınteriyle yuğrulup bu derece kemâle varan dilimize acı bir politika hırsı, sansür zoru, kanun topuzu ve jandarma süngüsüyle hücum ederek yirminci asrın Müslüman Türk evlâtlarının tefekkür ve ifâde kudret ve istidatlarını iptidai çağlara yöneltmek, Orhun âbidelerine çivilemek suretiyle milli servet varlığımıza kasdettiler.
 
    Dil ile politika tamamiyle ayrı olmak lâzım gelirken, çok iptidai, çok geri bir mülâhaza ile, lisan meselesine politik bir renk verdiler.
 
    Milletin diline ihanet ettiler. Millî vahdetin temellerini sarstılar. Nesiller arasında derin uçurumlar açtılar.
 
    İlk mektep çocuklarının bile istihza ile karşıladığı uydurma kelimelerle lisanımızı berbat bir hale koydular.
 
    Dil Kurumu, hükümet ricalinin emirlerine, arzularına göre hareket eden bir dil anarşisi meydana getirdi. Memurlar, hakimler ve halk, kendi öz dilinden başka bir dil yazmaya ve konuşmaya mecbur edildi. Vatandaşın hürriyetine tecâvüz ettiler. Târihin mes'ul tutacağından da pervaları olmadı. Târih, böyle şeni' bir hareket kaydetmemiştir.
 
    Halkçılarn en büyük cinayeti, en hâin şenaati, Türk milletini müşterek bir dilden mahrum eden ve nesiller arasında müthiş bir uçurum meydana getiren, bolşevik kundağı uydurma dil felâketidir. Suiniyetle hazırlanan bu müthiş cinayeti Halkçılar bir parti taassubu, şahsî bir inat mevzuu hâline getirdiler. Bu korkunç gaflet ve cinayet, herkesin gözü önünde cereyan etti. Milletin mâzisiyle olan bağlar baltalandı. Bu kızıl tehlikeye güzel Türk dili kurban oldu. Pan-İslâvlık hesabına uydurma dil, mektep kitaplarında resmen mecburî şekle sokuldu. Bolşeviklerin Kızıl Rusya'da Türk kavimlerini birbirlerinden ayırmak, birbirinin lisânından anlamaz hâle getirmek için yaptığı hareketi, Halkçılar, Türk diline tatbik ettiler. Bu, cinayetlerin en büyüğüdür.
 
    İstiklâl Harbi'nin ilk yıllarıydı, Rusların Azerbaycanda bütün Türk akvamının binlerce seneden beri müşterek olarak kullandığı Arap harfi yerine lâtin harfi ikâme etmek hareketlerine karşı tedbir almak üzere, şark hudut kumandanı Kâzım Karabekir Paşa, Türk kavimlerini parçalıyacak, birbirinin lisânını anlamayacak hâle getiren bu tehlikeli hareketi Ankara'ya bildirmiş, bu mühlik cereyana karşı durabilmek için, Ankara'dan ilmî malzeme istemişti.
 
    Onun üzerine Maarif Vekili Balıkesir meb'usu Vehbi bey, bir komisyon topladı. Komisyonda Mehmet Akif, Sâmih Rifat, Ahmet Ağaoğlu, Yusuf Akçora ve âcizleri de vardı.
 
    Komisyonda, lisan hakkında uzun ilmî münâkaşalar oldu. Neticede Sâmih Rifat Beyin ilmi bir rapor yazmasına karar verildi. Lisanda yüksek ihtisas sahibi olan Sâmih Rıfat bey, uzun bir rapor yazdı. Yüz sayfa kadar olan bu raporda lâtin harflerinin Türk lisânını hakkiyle ifâdeye elverişli olmadığı ilmî delillerle isbat ediliyordu. Bir broşür hâlinde binlerce nüsha basılarak şark kumandanlığına gönderildi. Kâzım Karabekir Paşa, bu broşürü şark hudut havâlisinde dağıttı. Birçok nüshalarını da Azerbaycan'a gönderdi.